26 Temmuz 2018 Perşembe

KAVGA















Mecliste kavgayı anlatan her iki fotoğraf olayın öncesi ve sonrası diye otomatikman bütünleşiyor. Nihayetinde birbirini takip eden bir tavır örüntüsü; tehdit, araya girme ve yatışma. Alpay Özalan’ın birbiri ardına çekilmiş bu iki fotoğrafı sonradan ilgimi çekti. Ama olaydan soyutladığımda ikinci fotoğrafı birinciden bağımsız görebildim. Sonra tekrar bütünleştirdiğimde bu bütünlük artık farklıydı.

Birinci fotoğrafta gerçekleşen saldırganlık ve engelleme bir kavga ritüelidir. Buna engellenmiş saldırganlığın kendine güveni diyebiliriz. Araya birileri girdiği için izlediğimiz sadece Alpay’ın öfkesi oluyor. Alpay niyetini direkt gerçekleştirecek olsa araya birilerinin girmesine fırsat vermeden bir avcı kurnazlığıyla öfkesini sıcak temasa saklayarak Ahmet Şık’ın üzerine atılabilirdi. Anladığım kadarıyla bu saldırganlık daha önce zaten başlamış; kürsü önünde saldırganlar ve engelleyenler biçiminde oluşan (genellikle aynı mahfilden insanlar) enerji kümesinin içine Alpay da sonradan dalmış. Tuhaftır ki diğer saldırganların yolu hep bu kümenin içinden geçer. Ama bu tuhaflığın içinde ilginç bir rasyonellik de gizli: öfke patlamasını fiziksel temasa girmeden bir ritüel içinde hapsetmek. Bir kavga yöntemi bu, iç savaşı önlüyor. Tayland’da Filipinler’de, Ukrayna’da ve zaman zaman ülkemizde de gördüğümüz fiziksel temasa dayalı kavgaların önüne geçebilecek bir alternatif kavga. Aslında geçiş dönemini ifade eden bir uygarlık seviyesi. Uygarlık seviyesi derken bu sözümün ironik anlaşılmasını isteyip istemediğimden emin değilim… Genellikle kürsünün önünde yığılan bu insan kümesi üç tip insanı buluşturuyor. İlk saldırganlar; hem saldırıya katılıp hem de saldırgan yandaşına engel olanlar; öfkelerini göstermek için tutmayın beni halleriyle sonradan saldıranlar. Son tipin ciddi aidiyet sorunları vardır.

İkinci fotoğrafta kravatını düzeltme hareketi yapan Alpay’ı görüyorum. Hem kopuk hem zincirleme davranış. Aslında “uyum”u talep eden bu iki çelişik davranışı nasıl açıklayabilirim? Etolojiyle (hayvan davranışlarını inceleyen bilim dalı)? Evet… Kuşlar arasında olur bu: kuş saldırma ve kaçma eğilimleri arasında birden kavgadan uzaklaşıp su içmeye başlayabilir (tahmin edilir ki, korkunun yol açtığı boğaz kuruluğu bu su içme eğilimiyle uyumludur.) Mesela iki martı karada kavgaya tutuşmak üzereyken kanatları da uçmaya hazırdır; bu ikircikli hal bir tereddüt değil, hayvanın istikrar vaat eden karakteridir. Alpay kravatını düzeltme hareketi yaparken gerçekte zaten düzgün duran kravatını düzeltmiyor, bize eski tertipli haline dönmekte olan birinin jestini gösteriyor. Ama yine de çiftanlam gizli burada: sanki erkekliğini göstermeye kravat engel olmuştur. 

Bir zamanlar sıkça gittiğim Milli Eğitim Müdürlüğü binasının ikinci kata çıkan merdiven sahanlığında asılı duran boy aynasında pat diye kendimi görürdüm. Her seferinde sürpriz bir etkisi olurdu bunun. Daha ilk şaşkınlığı atlatamadan aynanın üstünde yazılı levhayı okurdum: ‘Kıyafetini düzelt!’

Kravat düzetme hareketinin daha hoş bir versiyonu da var: Bir kadın gelir zaten düzgün olan kravatınızı düzeltir…



19 Temmuz 2018 Perşembe

Yaylaya Gitmek

                                                  Giresun Bektaş Yaylası





‘Yaylaya gitmek.’ Tam da bu sözü söylemek için gitmek. Hiçbir öykü yok, gitmek ve gelmek; bu çok açık. Duyduğunuz anda ne olup bittiğini anlıyorsunuz, sözcük çağrışımlarıyla üzerinize çullanıyor: serinlik, sis, soğuk su, et ızgara, uzaklık, tırmanma, ıssızlık, içki vb. Bütün bunlar sözcüğün kefil olduğu şeyler.

Eskiden kasabalının yaylaya gidip gelmesinin rövanşı yoktu. Yayla civarında oturan köylüler, kasabalılar gibi aynı periyotta gidip dönemezlerdi. Kırk yılın başında bir kez; mesela Mayıs 7’sinde (miladi 20 mayıs) rengârenk giysileriyle kasabayı birden işgal ederek…

Dedelerinden, ninelerinden kalma büyükbaş, küçükbaş hayvanlarla yapılan yarı göçer bir hayatın taklidi değildi bu. Aksine kasabalılar yaylaya giderek egzotik bir yolculuk yapmış olsunlar, hayır kendilerini modern tarafta hissetmenin başka inandırıcı yöntemleri var.

Başka bir şey… Gurur!..

Yaylaya gittim diyenin bundan gurur duyduğu belli. Çıkış noktamız burası olsun. Bu gururun peşine düşelim. Dileyelim ki bu gurur özgün olsun.

Yaylaya gitmek bir ‘bulunuş’; yani orada bulunmak, ‘gezmek’ değil. Yayla dediğiniz yer küçük bir kovboy kasabası aslında. Binaların başı ve sonu tık diye kesiliyor. Arazi binaların alanı değil, mesela bahçe veya tarla değil, bina doğayla kaynaşmıyor, arazi uzantıyı vaat etmiyor; film platosu gibi.

‘Yaylaya gittim.’ Bu söz bir öykünün giriş cümlesi gibi kuruluyor her seferinde. Akabinde baştan geçen bir olay anlatılacakmış gibi. Halbuki bu kadar. ‘Yaylaya gittim!..’ olayın kendisi bu. Atlı karıncaya bindim der gibi (bugünlerde roller coaster’a). Yani sözün verdiği ayrıcalıkla; bir risk yaşadım, metanet gösterdim ve bundan söz etmeye hak kazandım. Bu tekrarı sağlayan dürtü ne olabilir?

Erginlenme?..

Yayla, kasabanın uzağı: hem kasaba sınırları içinde kalan hem de uzak olan. Yol kısa ama kıvrım kıvrım ve yokuş yukarı… gidiş zamanı uzun ve maceralı, uçurumlar barındırıyor. Değişik bir coğrafya… yeşil ormanlardan sonra pat diye her tarafı bozkır bir platoya varıyorsunuz, iklimi farklı olan bir yere; uzaklığı teyit eden bir şey bu… Herkes yaylaya önce ebeveynlerinin korumasında gider. Yaylaya ebeveynsiz gitmek bir erginlenme töreni sayılabilir mi?

Türkçeye erginlenme diye çevrilen inisiyasyon/initiation sözcüğü meğer Latince initiare=başlamak sözcüğünden geliyormuş. Bu sözcük yürümek, gitmek anlamına gelen ‘ire’ fiili ve içerisine anlamını katan ‘in’ takısıyla ilgiliymiş.

Yaylaya gittim demek erginlenmenin tekrar eden regresyonu galiba…


15 Temmuz 2018 Pazar

Kuşlama


Ama bir sözcük bir eylemi bu kadar mı güzel ifade eder!

12 Eylül arifesinde yapılan eylem biçimlerinden biriydi. Sadece o döneme has; büyük şehirlerde kalabalık bir semtte otobüsün hareket edeceği sırada el ilanı boyutunda kâğıt tomarı pencereden ya da tavandaki havalandırma kapağının aralığından bırakıyorsun, kâğıtlar rüzgâr enerjisiyle her tarafa yayılıyor. Sana ait olmayan enerji seni kamufle ediyor; ayrıca suç mahalli ile suç aleti aynı. Bir icat bu. Sözcük de öyle, dönemin eylemcilerine ait bir jargon.

Dağıtan açısından da okuyan açısından da pratik. Risk yok gibi. Okumak için eline alman, cebinde taşıman gerekmiyor… henüz ayağının dibine düşmüşken göz ucuyla bakıp geçebilirsin.

Kuşlamada ne söylediğinden çok kimin söylediği önemli: Devrimci Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu vb örgüt adlarının belirgin logoları. Dönemi düşünürsek; solun halka propagandası değil bu, hatta solun sola propagandası bile değil; daha da sınırlayıp her örgütün kendi sempatizanlarına propagandası diyeceğim ama o da değil. Daha çok ille de eylem hali… rüzgâra tutunmak… bir varoluş biçimi…

Geldi geçti.

Sözcük ne oldu? ‘Kuşlama’ yazarken Microsoft Word sözcüğün altını kırmızılayarak hata sinyali veriyor. Sözlüklerde yer almıyor. Eylem bitti sözcük miadını doldurdu öyle mi? Bir sözcüğün zamanla kendi etimolojisinden özgür olması gerekmez mi? Yani kendi mahrecinden kopması. Mesela internette rastladığım yukarıdaki Fatma Belkıs'ın fotoğrafının alt yazısı şöyle olabilir: İçimde biriken sancıyı kuşlamayla dışarı saldım. Ya da fiilimsiden fiile: içimde biriken sancıyı kuşladım (Ünsal Çankaya)… 

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Gizli Aşklar





Hıfzı Topuz’un adını Sabahattin Ali üzerine yazdığı kitapla duymuş, bugüne kadar hiçbir kitabını okumamıştım. Üç kitabını aldım ve diğer okuduğum "ciddi" kitaplara mola vermek için ilk önce kısa bölümlerden oluşan Gizli Aşklar’ına başladım. Sanıyorum son kitabı. Doksan yaşında kitap yazmak ve aşklarını anlatmak… bir tür arınma mı bu?

Hepsi de yaşanmış ama ayrılıkla bitmiş aşklar. Yaşanmışlıktan kastım, platonik değiller; işin içinde konuşma, öpüşme, sevişme var. Yarım kalan aşklar… Bu klişe tabirdeki anlam bozukluğunun farkında mısınız?.. Çünkü aşk yarım kaldığı için sürer.

Hıfzı Topuz’un ayrılıkları kendi lehine tek taraflı. Kitabın başında sözünü ettiği erkek erkeğe haftalık meyhane buluşmalarında bu aşklarını belli ki arkadaşlarına anlatmış. İnsanın yaşadıklarını değil anlattıklarını hatırladığı bir yaş dönemi var. Dolayısıyla kitabın adında merak uyandırıcı ‘gizli’ sözcüğünün gerçeklik açısından bir kıymeti harbiyesi yok. Gizlilik; evli olan Hıfzı Topuz’un karısını aldatma ilişkisi yüzünden bir anlam taşıyor. Ama ben aşkın tözünün gizlilik olduğuna inanırım, cinsel aldatma olmasa bile. Bizzat sevgiyle içine düştüğümüz karmaşa yüzünden gizlilik. Kendimizde olan biteni sevdiğimize bile anlatamamanın getirdiği gizlilik. Kendi sevgimiz karşısında diğerinin sevgisinin daha az olabileceği kuşkusuyla ruh halimizi dengelemeye çabalarken bir taraftan da bunun görülmesinden imtina etme biçimi olarak gizlilik…


Hıfzı Topuz’unkiler evlilik dışı kaçamaklar. Yani ne aşk sözcüğünü ne de gizli sözcüğünü hak ediyor. Bu, yaşandığında böyle olduğu için değil yazıldığında böyle olduğu için doğru. Bunun itiraf etmekle anlatmak arasındaki farka tekabül ettiğini söyleyebilirim. Kötü yazar itiraf etse de kalemi eninde sonunda kutsal aileyi korumaya şartlanmıştır. Bizim itirafımız Hıristiyan itirafına benzemez, tövbe ağırlıklıdır.

Başka bir şey: Türk sevgililer dramatik anlatılırken, yabancı sevgililerin anlatıldığı bölümlerde eğlence dozajı yüksek…

Bir insan doksan yaşında yıllar öncesini kastederek sevgilisi için duydum ki ölmüş derken tam olarak neyi anlatmış olur?..

Hıfzı Topuz 1923 doğumlu, ömrü uzun olsun hâlâ sağ…


Dinleyin:



10 Temmuz 2018 Salı

Adalet ve Eşitlik


Bakanların açıklanmasında sıralama ayrıntısına arkadaşım Kahraman Yıldız dikkat çekti. Ben de yazıyorum.

Geçen yıl ilkokul 4. sınıfta okuttuğum İnsan Hakları ve Demokrasi dersi benim açımdan tuhaflıklarla dolu geçmişti. Orta Asya’nın ve Ortadoğu’nun kıssadan hisseleriyle evrensel hukuk ilkelerini çocuklarla karara bağlıyorduk. Anladınız mı çocuklar, anladık. Bu kadar basit. Kazanımlardan biri, ‘Çocuk adaletle eşitlik arasındaki farkı kavrar.’dı. Vay! Adaletle eşitlik arasında fark… belagat değeri çok yüksek bir laf. Eş anlamlı, ya da art arda kullanılan benzer anlamlı sözcükler arasına nifak soktunuz mu kafanızın çalıştığını bile hissediyorsunuz. Laf kendi içinde sanki yeni bir dünya düzeni vaat ediyor. Şöyle yazıyordu kitapta (mealen aktarıyorum):

‘Eşitlikle adalet arasında bir seçim yapmak gerektiğinde çocuk adaletin daha önemli olduğunu kavramalı.’

Acaba kitabı yazan kavramış mı?

Kafası Doğu Batı ikilemiyle çalışan zihniyetin meramına yardımcı olayım: Eşitlik Batılı, adalet Doğuludur. Tashih ediyorum: Birincisi doğru, ikincisi yanlış.

İki kavram da tarihsel tabiiyetleriyle birbirinden farklı. Farkı eğer somut süreçte yakalayamazsanız, fark totolojiye dönüşür. Eşitlik adalet kavramına göre çok daha yeni. Malum Fransız Devrimi’nin sloganı. Adalet ise çok daha eski, ilk yazılı kaynaklarda görüyoruz. Tabi bir kavram ne kadar eskiyse o kadar çok gerçekleşmiş olmuyor. Aksine gerçekleşmediği için o kadar sık kullanılıyor. Arayı bulmak için şöyle diyebiliriz: Henüz gerçekleşmese de adalet de eşitlik de insanın ideallerinden. Ama söze döktünüz mü her iki kavram da bir toplumsal huzursuzluğu dışa vuruyor demektir. Bu yüzden monarşik yönetimlerde adaleti dağıtan biri gerekir. Yani adalet herkesin uyduğu bir sistem değil, tepede olanın ulufe gibi dağıttığı bir şey anlamına gelir. Kral, padişah, halife vb tepede oturacak adaleti dağıtacak. Adil kral, adil padişah, adil halife… adalet padişahla reaya arasında değil, reayayla yine reaya arasında gerçekleşen bir düzeyi olacak. Hem de padişah sayesinde. Oksimorona dikkat! Varoluşunda adalet olmadığı halde adil sıfatı hep elitin adının önüne getiriliyor. İnsanlık uzun süre bu yanılsamayla yaşadı (ne olacak homo erectus da bir taş baltayla iki milyon yıl yaşadı). Mesela Hz Ömer devesine kölesini bindirerek adaleti gerçekleştirirdi. Oysa sorun adil davranmak değil, verili olanın adaletsizliğini sorgulamak. Bu örnek Ortadoğu zihniyetinin adalet kavramına emsal olduğu için buradan devam edeyim isterseniz. Birinci adaletsizlik, devenin sahibinin Hz Ömer olması. İkinci adaletsizlik birinin köle, diğerinin efendi olması. Üçüncü adaletsizlik Hz Ömer adını bilmemize rağmen kölenin adını bilmememiz (daha doğrusu bir adının olmaması). Dördüncü adaletsizlik, adil davranma erdeminin sadece Hz Ömer’e ait olması. Uzattım, sonuncuya geliyorum: bu adalet furyasında deveye hiç adalet düşmemesi… Eşitlik, işte bu adalet dağıtım şebekesine darbeyi indirerek kavramı yerli yerine oturtuyor. Eşitlik ve adalet bir bütün haline geliyor. Geliyor mu? Hayır. İnsanlar dünyanın muhtelif yerlerinde gelmesi için çalışıyor efendim. Vazgeçen namerttir.

Şimdi. Cumhurbaşkanına bağlı bakanlar açıklandı. Adil olması için alfabetik sıraya göre. İlk başa Adalet Bakanlığı, son sıraya Ulaştırma Bakanlığı yazıldı. Hatta bu bir protokol ilkesi haline geldi. Tabi C harfiyle başlayan cumhurbaşkanı bu adil sıralamadan müstesna. Çünkü bu adaletin kurucusu o ve bu adaleti o dağıtıyor. Bu uygulama ta 2011 yılında başlamıştı aslında (aşağıdaki resim o zamana ait).

O zaman Başbakan olan RTE şöyle demişti: "BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, bakanların bugüne kadar önem sırasına göre belirlenen protokoldeki yerlerini, 'Bütün bakanlarım eşit öneme sahip. Yanlış algılamaya neden oluyor' diyerek alfabetik düzene soktu. Buna göre bakanların, Bakanlar Kurulu’ndaki oturma pozisyonlarından, kırmızı plakaların dizilimine kadar tüm protokol, yeniden düzenlendi." (Hürriyet 23.07.2011)

Bu uygulamadan adalet elde etmek büyük bir buluş diyebilir miyiz?

Diyebiliriz efendim, diyebiliriz...




9 Temmuz 2018 Pazartesi

Üç Kız


ÜÇ KIZ

Biraz para kazanmak, biraz el aleme karışmak, biraz gözlem yapmak... Yine sınavdayım.

Bu kez Açık Öğretim Liseliler sınavında. Henüz öğrenciler gelmedi. Gözetmen kızla sesimiz boş sınıfta yankıyor. Okulun 12. sınıf şubelerinden biri. Öğrenciler mezun olurlarken kendilerinden iz bırakmışlar. Duvarları karalamışlar; pencerenin alt kenarlarında, yazı tahtasının yan kısmında, kapı pervazında yazılar. Birçok yerde üç kız ismi. Birlikte yazılmış. Belki beş altı yerde. Bazıları yan yana, bazıları alt alta. Birinde sadece baş harfler yazılmış. Birinde önce isimlerin baş harfleri sonra soyadların baş harfleri alt alta dizilmiş. Üç kız, ayrılmaz üçlü, üç ahbap çavuş: Meral Arslan, Gülten Bahadır, Aleyna Gemici (isimleri değiştirdim)…

Üçlü ilişkilerde biri çöpçatan, diğer ikisi arkadaştır. Çöpçatan yerine harcı atan da diyebiliriz. Hatta adlandıran. Demek istediğim üç olmak içlerinden sadece birinin derdi. Bu üç kızın ismini yazan her kimse aynı siyah tahta kalemini kullanmış. Yazı karakteri aynı. Aynı gün yazılmış olabilir. Buradan ilk veri yazanın aynı kişi olduğu. Yani yazan tek kişiyken biz üçlü görüyoruz. Ya da tek kişi üçlü görünmek istiyor.

Yazan hangisi? Gözetmen kıza soruyorum bunu ama ben de düşünüyorum. Doğaçlama yapıyorum: Bence Meral Arslan yazmış diyorum. Harflere dikkat edin, G harfi birinin isminin baş harfi, diğerinin soyadının. G harfi birinde normal, diğerinde orak biçiminde. Orak biçimi bir harf karakteri mi, yoksa özensizlik mi? Bence özensizlik. Gözetmen kıza diğer yazıları da gösteriyorum, bakın burada da böyle. Anlaşılan Meral Arslan, Aleyna Gemici’yi sevmiyor, diyorum.  

Gözetmen kız yedi yıldır öğretmen olduğunu söylemişti, ama yüzü çocuksu; ne de olsa küçüğüm sayılır, ders verir gibi konuşuyorum. Ama asıl dersi gözetmen kız veriyor: Meral ismi hep en başta, diyor. Şaşırıyorum. Gerçekliğin bu sadeliği şaşırtıyor beni. Kıskanıyorum da. Neden bu iki duyguyu ifade eden tek sözcük yok? Çoğu zaman iki duygu aynı anda gelir. Gerçekliği sadeliği içinde gören gözetmen kızın zekası karşısında duyduğum kıskançlığımı iyi huylu kılacak bir atasözü var aklımda: akıl akıldan üstündür…


İşin edebi yönü bir tarafa, yazıyla grup olma arasında ilginç bir şey var; yazı, yazanın dürtüsünü gizliyor; bu minimal deneyin genel sonuçları olabilir, şimdi açıklayabileceğimi sanmıyorum.


KÖTÜ NEZAKET

İki ay önce (üç ay da olabilir) K.’ya evden çıkmamız gerektiğini ve ev aradığımı söyledim. K. duraksadı. Telefon konuşması da kısa sürdü zaten. K.’yı duraksama nedeninin üzüntü olmadığını bilecek kadar tanıyorum. Benim kendi problemlerime gömülmüş olduğum gerçeği yüzünden K.’nın kendinden söz etme şartı ortadan kalktı, bir; ve bu problemime karşılık K.’nın elinden bir şey gelmeyeceği apaçıktı, iki. Epey zamandır aramıyor.

DÜŞÜN!

Jean Amery ‘nankör itiraf’ diye bir söz etmiş, hangi anlamda kullandığı çok net değil; bende zengin çağrışımları var bu sözün…






4 Temmuz 2018 Çarşamba

İdam Üzerine




İdama önce inananların karşı çıkması gerek:


Siz suçluyu öldürseniz de zaten öbür dünyada dirileceği için. Yani ölüm telafisi olmayan mutlak bir ceza değil.

Suçlu öbür dünyada cezasını misliyle çekeceği için. Kabir azabının ve cehennem işkencesinin tahayyül edilemez boyutlarına dair çeşitli rivayetler var. Sizin ölüm cezanız bunun yanında çerez kalır. Hatta idamla bu süreci kesintiye uğratıp zanlıya bir mola hakkı tanımış bile olursunuz.

Öbür dünya sonsuz işkence anlamına geldiği için.

Kaderde maktul de katil de bir araç olduğu için. Maktul belki de ömrünün sonrasında işleyeceği olası günahlardan kurtulduğu için Allah’ın sevgili kuludur ve katil sadece buna vesile olan bir aracıdır, bilemezsiniz.


İnananlar bir zahmet bunları düşünsünler. Eğer zamanları olursa (sözün gelişi) bir zahmet idamın etik tarafını da düşünsünler:


İdam suçu ortadan kaldırmaz, suçluyu ortadan kaldırır.

İdam suçun sebeplerine değil, suçun belirtisine odaklanır.

İdam suçluyu ortadan kaldırarak, infaz sonrasında acıyı idam edilenin yakınlarına yükler. Asıl acıyı bu suçta en az payı olanlar çeker. Sadece ölenle yakın oldukları için değil, bu doğal akrabalık bağından ötürü toplumdan dışlandıkları için de.

İdam caydırıcı değildir. Hatta idam cezası kendine uygun toplumu yeniden inşa eder diyebiliriz. Texas eyaletinde sadece cürüm çok olduğu için idam cezası yoktur, idam cezası olduğu için de cürüm çoktur. İdam cezası kendi suçlusunu yaratır.

İdamı bekleyen, idama giden bir mahkûmun son zamanlarında yaşadıklarıyla, suç işlerken yaşadıkları iki ayrı psikolojidir. Bu iki psikoloji arasındaki bağı ancak ölenlerin yakınları bağdaştırabilir. İnsanların çoğunun iki ayrı durum arasında kurduğu bağ pornografiktir. Kesinlikle intikam değil.

Bu anlamda devlet intikam alamaz.

İdamda infazın son halkasındaki insan cellattır. Cellatlık bir meslektir de. Ama kimse cellat olmak istemez. Cellatların kimliklerini gizlemeleri başka bir konu. İdam talebini toplumun cellatla kurduğu ikiyüzlü ilişkiden anlayabilirsiniz. Kimse cellada kız vermez.

Leyla kızın başına gelenler benim çocuğumun başına gelse, bunun hesabını nasıl sorarım bilemiyorum. Ama devletin benim adıma birilerini öldürmesini istemem. Devlet kendi suçlularını infaz etsin.

İdam bir kurban suçlu yaratır. Evet bir kurban özelliği vardır ve toplumun en ücra suçlarını üstlenerek genel suçlarını aklamaya yarar. 

İdam sınıfsaldır da. İdam hükümlüsü genellikle alt sınıflardan çıkar. Hem suç şartları daha elverişlidir, hem de suç oluştuktan sonra iyi bir avukat (savcı, hakim, emniyet mensubu da olabilir) tutacak parası yoktur.

İdam siyasidir. İdama uygun suçu siyasiler icat eder. Bkz Menderes’in idamı, bkz. Deniz Gezmiş’in idamı…



3 Temmuz 2018 Salı

Sınav İzlenimleri



Üç saat ne yapacağım ben? Kitap okumak yasak, evraklar dışında yazı yazmak yasak, bulmaca çözmek, soru kitapçığı karıştırmak, volta atmak, uzun süre pencereden bakmak yasak.


Gözetmene sınıftaki tek sandalyeyi işaret ederek sırayla otururuz diyorum. Gözetmen, gelmeyen öğrencilerden birinin sırasını şuraya çekerim ben şimdi, dün de öyle yaptım diyor. Yayla kadınları gibi yanakları kırmızı. Mahcup kadın... Çekingenliğimin tek panzehiri: mahcup bir kadın. Sınıfın dip tarafında duvara asılı resme bakarak dört mevsim değil mi şu diyor. Dört mevsim sözünden önce bir yerde Vivaldi’nin malum parçası çalıyor da ben mi duyamıyorum diye bir yanılsamaya kapılıyorum. Görmekle kulak vermek arasında bir anlık tereddüt. Evet diyorum, şaşkınlığımı hemen eleyerek. Sanki ondan önce de biliyormuşum gibi. Dün bu resme bakmış, soyut resim herhalde demiştim. Şimdi dikkatli bakınca (bu dikkatte benim payım yok tabi) altta bir ev ve önünde bahçe olan resmin aynısının kare şeklindeki çerçevenin her kenarında mevsim özelliklerine göre farklı farklı renklendirilmiş olduğunu görüyorum. Mevsim değiştikçe çerçeveyi saat yönünde değiştiriyorsun.


Sınav poşetinden çıkan ve sonradan kullanmamız gereken lastikleri masanın üstünde duran iri ahşap küpün çevresine geçiriyor. Küpün işlevi bu muymuş diye soruyorum. Hayır ama bu işe yarıyor diyor. Hay allah dün neden akıl edemedim? Tertipli bir kadın, zeki, her şeyi anında bir örüntü içine alabilen. Belirsizliğe yer yok. Benim dünyayı algılayışım ise belirsizlik üzerine kurulu.


Arnavutköy’de bir lisede edebiyat öğretmeniymiş. Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezunmuş ama Beşiktaş’tan. Neden bu ayrıntı? Biliyorum o eski binayı, gözümde canlanıyor. Mekân ayrıcalığı… Kitaplardan konuştuk. Proust’u okumuş. Ama sadece üçünü, kalan dördünü okumayı ertelemiş. Ben tamamını okudum dedim. Joyce’la Proust’un karşılaşmasını biliyor musunuz diye sordum… anlattım. Joyce’un Ulysses’ini okuyacakmış bir yıl sonra. Ben okudum dedim. Demesem olmaz. Nerede okuduğumu da söyledim, ilk öğretmenliğe başladığım yıllarda Kangal’ın bir köyünde. Bunu okumanın anısı olarak değil de kanıtı olarak söyledim.


Şu site içindeki binaların çatı katı, acaba bir alt katla dubleks mi oluyorlar diye soruyorum. Site dediğim pencereden bakınca karşımda görünen tepeye doğru tek tip dörder katlı binalar. Site aslında bölgesel ve yönetimsel bir alanda küme halinde bulunan binalar anlamına gelirken, algı bu tanımı özellikle binaların tek tip oluşundan elde ediyor. Aşağıdaki yolda mini etekli, şortlu kadınlar; çocuklarıyla beraber görünüp kayboluyorlar. Evet diyor, çatı katı dedikleri küçücük bir oda, yirmi metrekare civarı bir şey, tuvaleti banyosu da var. Herhalde binanın en değerli yeridir bu üst katlar. Tabi diyor. Uzlaştık. İkimize de iyi geliyor bu. Benim bir kadına nezaket gösterme biçimim: Bir bilen olmayı ona tanıyarak onaylanmak.


Pencereleri birbirinden ayıran sütuna 1-C Sınıfı çocuklarının fotoğrafları asılı. Belden üstü, tek tek fotoğraflar. Okul kıyafetleri tek tip. İki üç kişi farklı giyinmiş ‘Öğretmenim annem kıyafetlerimi yıkadı’. Mavi arka fon ve masa aynı. Hepsi ellerini çenelerine dayamış. Bir ayrıntı dikkatimi çekiyor, çeneye dayadıkları sol elleri; yalnızca iki çocuk sağ elini kullanmış. Bu iki çocuğun fotoğrafı yan yana. Acaba sınıfın solakları onlar mı? Pozları kıyafetlerinin tek tipliğini destekliyor. Güya yeni pedagojik anlayış farklılığı özendirse ve farklı olana saygıyı telkin etse de tek tip  bilinçdışı bir eğilim. Tek tip disiplinde maliyeti azaltıyor. Sadece maddi külfeti değil zamanı da amorti ediyor. Belki bilinçli bir tercihtir diyor gözetmen. Evet diyorum, çocukların sol ellerini çenelerine dayamalarını titizlikle ayarlamışlar, solakların da sağ ellerini; bu iki çocuk sınıf mevcudunu göz önüne alırsak genel solak oranına da uyuyor. Ama tek tipleştirme eğilimi bilinçdışı. Belki sorunca bu fikirlerini söylerlerdi diyor. Evet ama fikir biz sorduktan sonra oluşurdu, öncesi karanlık. Taraf olmanın gizemi burada.


İki öğrenci giriyor içeri. Dünkü öğrencilerle aynı. Sınıf değişmediği gibi öğrenciler de değişmemiş demek. Sınav Giriş Belgesi ve kimlikler… tamam, buyrun.


Öğrencilere dağıttığımız kalem kutularının içine şeker koymuşlar, üç tane akide şekeri. Uzun boylu oğlan şekerin birini hemen götürdü.


Kısık sesle, ben volta atarım kimseye zararım olmaz diyorum. B. gülüyor (gözetmenin adı B. imzasına baktım). Bir şey yasak olup onu delince (yasayı delmekle yasayı çiğnemek farklı, yeri gelince anlatırım), birbirini dışlamayan iki yan etki oluşuyor. Birincisi kendinizi güçlü hissediyorsunuz, yorumlamanın size tanıdığı ayrıcalık gibi; ikincisi yaranmaya hazır bir ruh haline bürünüyorsunuz, bu durumda diğerinin bağışlamasını kendi gücüne tahvil edeceğini biliyorsunuz.


Sınava giren öğrenci sayısı 11, gelmeyen 4. Dün gelen 2 kişi bugün yok. Geç mi kaldılar? Vazgeçmiş de olabilirler.


B. gelmeyen öğrencilerden birinin sırasını alarak yazı tahtasının önüne koyuyor, oturuyor. İki üç dakika volta atıyorum, parkelerin çizgilerine basmadan. Karşı binada dün pencereye çıkan adam, perdeleri açmış, ama kendisi ortada görünmüyor. Maslak’ın aşağılarında uç vermiş gökdelenlere bakıyorum. A. yürümeye başladı; yürüme dediğim kapının pervazına dayanıyor biraz, tahtanın önüne geliyor biraz. Bir ara ayakkabısının altına baktı. Sınıf dolaplarında bir şey arandı. Sonunda bir ıslak mendil buldu, ayakkabısının altını sildi. Ayakkabısı S marka. Şeker yapıştı dedi, fısıltıyla. Yerde sağa sola dağılmış kırmızı kırmızı şeker parçaları gördüm. Dikkat etmeme rağmen benimkine de yapıştı. Yürüdükçe ritmik sesler çıkarıyor, öpücük sesi gibi. Islak mendille ben de sildim ayakkabımın altını, benim ayakkabım da S marka. Ama bir baştan bir başa gidip dönerken tekrar aynı sesler. Kapıya yakın bir yerde şeker erimiş galiba. Dünden kalma olabilir, ya da deminki uzun boylu oğlanın suikastı. Mendille parkeleri güzelce siliyorum, voltaya devam…


Walter Mischel’in Marschmallow Testi’ni okuyanlardan biri değilseniz izin verin size bu kitaptan söz edeyim biraz.


1960’lı yıllarda Stanford Üniversitesi’nin anaokulu öğrencileriyle yapılan deneyde çocuklara hemen alabilecekleri bir şekerleme veya önlerinde duran bu şekerlemeyi 20 dakika boyunca yemeden durabilirlerse ödülün iki şeker olacağı bir seçenek önerirler. Bazı çocuklar dayanamaz bir şekeri yer. bazı çocuklarsa 20 dakika bekleyerek bir yerine iki şeker almayı hak ederler. Bu ikilemin ilginç sonuçları olur. Deneyin o anlık ham hali değil ama uzun zamana yayılan sonuçlarından olumsal diyebileceğimiz bir teori ortaya çıkar. Walter Mischel buna ‘Okul öncesi dönemde uzun vadedeki daha değerli ödül için anlık hazzı gönüllü olarak erteleme paradigması’ diyor. Gerçekten de görülmüş ki, anlık hazzı erteleyip daha çok şeker için sabredenlerin bütün öğrenim hayatları çok daha başarılı geçiyor.


11 öğrenciye bakıyorum, şimdi bu Marschmallow testi gözümün önünde cereyan ediyor.


Şekeri yiyenlerden iki kişi uyumaya başlıyor. Gerçekten sınavı falan bırakıyor, kafayı vurup uyuyorlar. Bir tanesinin kalem elinde hatta. Onlarla konuşmamız yasak. Uzun boylu olanı kavgacı birine benziyor, tipi terso, sokarım sınavınıza diyebilir. Sol kaşı façalı, bir haftalık sakalı yüzünü iyice gölgelemiş. Ben uyuyup kalacak diye düşünürken, kalktı. Okurken soruların altını çiziyor. Solak. Yoksa okumuyor da sadece çiziyor mu? Bütün şekerleri yedi. Kalemtıraşla kalemini açtı, talaşını yere döktü. Adı F. Fotoğraflı, sıra numaralı liste önümde.


İkide bir parmaklarını kıtlatıyor. Kalemle oynuyor (kalemi parmakları arasında maharetle dolaştırıyor). İki üç soruyu soru kitapçığında çözüyor, sonra cevap kâğıdına işliyor. Şekerini yiyor. Öndekinin kâğıdını dikizlerken göz göze geliyoruz. Adı C. Boynunu kıtlatıyor. Ayaklarını sırayla yere vuruyor, ritmik sesler (dikizlediği M.’nin cevap kâğıdını ben sağına çekince oluyor bu).


L. uyuyor uyanıyor. Şekerlerini bitirdi. Atatürk’e bakıyor. Atatürk ona bakmıyor, gökyüzüne bakıyor.


Saçları açık kumral boyalı, uçlara doğru daha koyu. Bir eli şakağında. Kapşonlu uzun bir kot mont giymiş. Bu sıcakta? Kansız mı? Yüzü solgun, endişeli. Kafasını hiç masadan kaldırmıyor. Şekeri duruyor. Otuz yaşlarında güzel bir kadın. Adı G.


Uyumlu bir yüz. Bir saat sonra soru kitapçığını okumayı bıraktı. Şekerlerini yedi. Şekerin ambalajını parmaklarıyla eziyor. Göz göze geliyoruz. Silgiyle masayı siliyor. Bir ara masasından çok sert bir ses geldi. Eliyle göz kapaklarını açıp kapatıyor, sonra parmağına saç teli yapışmış gibi üflüyor. Adı K. Tırnağıyla oynuyor. Arada dikkatli biçimde soruları okuyor gibi. Sürekli masaya üflüyor.


Dikkatli, eli telaşlı, eli hızlandıkça dudağı seğiriyor. Adı H.


Saçı erken beyazlamış. Şişman. Şişman utancı… Şişmanların utançlarına karşı dikkat dağıtmak için ilk elden kurdukları yakınlık... Şekerleri art arda götürüyor. Adı B.


Marschmallow testinin yukarıdaki gözlemle uyumlu işlediğini düşünürseniz yanılırsınız, anlık hazzı uzun vadeli haz için geri çevirememenin getirdiği başarısızlık yerine, hayatın insanların üzerine yıktığı başarısızlığa karşı kalem kutusunda sunulmuş üç teselli şekeri ...

Spor ayakkabılar, beyaz hakim. Ayaklar huzursuz…