Üç saat ne yapacağım ben? Kitap okumak yasak,
evraklar dışında yazı yazmak yasak, bulmaca çözmek, soru kitapçığı karıştırmak,
volta atmak, uzun süre pencereden bakmak yasak.
Gözetmene sınıftaki tek sandalyeyi işaret
ederek sırayla otururuz diyorum. Gözetmen, gelmeyen öğrencilerden birinin sırasını şuraya
çekerim ben şimdi, dün de öyle yaptım diyor. Yayla kadınları gibi yanakları
kırmızı. Mahcup kadın... Çekingenliğimin
tek panzehiri: mahcup bir kadın. Sınıfın dip tarafında duvara asılı resme
bakarak dört mevsim değil mi şu diyor. Dört mevsim sözünden önce bir yerde
Vivaldi’nin malum parçası çalıyor da ben mi duyamıyorum diye bir yanılsamaya
kapılıyorum. Görmekle kulak vermek arasında bir anlık tereddüt. Evet diyorum, şaşkınlığımı
hemen eleyerek. Sanki ondan önce de biliyormuşum gibi. Dün bu resme bakmış,
soyut resim herhalde demiştim. Şimdi dikkatli bakınca (bu dikkatte benim payım
yok tabi) altta bir ev ve önünde bahçe olan resmin aynısının kare şeklindeki
çerçevenin her kenarında mevsim özelliklerine göre farklı farklı
renklendirilmiş olduğunu görüyorum. Mevsim değiştikçe çerçeveyi saat yönünde değiştiriyorsun.
Sınav poşetinden çıkan ve sonradan kullanmamız
gereken lastikleri masanın üstünde duran iri ahşap küpün çevresine geçiriyor. Küpün
işlevi bu muymuş diye soruyorum. Hayır ama bu işe yarıyor diyor. Hay allah dün
neden akıl edemedim? Tertipli bir kadın, zeki, her şeyi anında bir örüntü içine
alabilen. Belirsizliğe yer yok. Benim dünyayı algılayışım ise belirsizlik
üzerine kurulu.
Arnavutköy’de bir lisede edebiyat
öğretmeniymiş. Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezunmuş ama Beşiktaş’tan. Neden bu ayrıntı?
Biliyorum o eski binayı, gözümde canlanıyor. Mekân ayrıcalığı… Kitaplardan
konuştuk. Proust’u okumuş. Ama sadece üçünü, kalan dördünü okumayı ertelemiş. Ben
tamamını okudum dedim. Joyce’la Proust’un karşılaşmasını biliyor musunuz diye sordum…
anlattım. Joyce’un Ulysses’ini okuyacakmış bir yıl sonra. Ben okudum dedim.
Demesem olmaz. Nerede okuduğumu da söyledim, ilk öğretmenliğe başladığım
yıllarda Kangal’ın bir köyünde. Bunu okumanın anısı olarak değil de kanıtı
olarak söyledim.
Şu site içindeki binaların çatı katı, acaba
bir alt katla dubleks mi oluyorlar diye soruyorum. Site dediğim pencereden bakınca
karşımda görünen tepeye doğru tek tip dörder katlı binalar. Site aslında
bölgesel ve yönetimsel bir alanda küme halinde bulunan binalar anlamına
gelirken, algı bu tanımı özellikle binaların tek tip oluşundan elde ediyor.
Aşağıdaki yolda mini etekli, şortlu kadınlar; çocuklarıyla beraber görünüp
kayboluyorlar. Evet diyor, çatı katı dedikleri küçücük bir oda, yirmi metrekare
civarı bir şey, tuvaleti banyosu da var. Herhalde binanın en değerli yeridir bu
üst katlar. Tabi diyor. Uzlaştık. İkimize de iyi geliyor bu. Benim bir kadına
nezaket gösterme biçimim: Bir bilen olmayı ona tanıyarak onaylanmak.
Pencereleri birbirinden ayıran sütuna 1-C Sınıfı
çocuklarının fotoğrafları asılı. Belden üstü, tek tek fotoğraflar. Okul
kıyafetleri tek tip. İki üç kişi farklı giyinmiş ‘Öğretmenim annem
kıyafetlerimi yıkadı’. Mavi arka fon ve masa aynı. Hepsi ellerini çenelerine
dayamış. Bir ayrıntı dikkatimi çekiyor, çeneye dayadıkları sol elleri; yalnızca
iki çocuk sağ elini kullanmış. Bu iki çocuğun fotoğrafı yan yana. Acaba sınıfın
solakları onlar mı? Pozları kıyafetlerinin tek tipliğini destekliyor. Güya yeni
pedagojik anlayış farklılığı özendirse ve farklı olana saygıyı telkin etse de
tek tip bilinçdışı bir eğilim. Tek tip
disiplinde maliyeti azaltıyor. Sadece maddi külfeti değil zamanı da amorti
ediyor. Belki bilinçli bir tercihtir diyor gözetmen. Evet diyorum, çocukların
sol ellerini çenelerine dayamalarını titizlikle ayarlamışlar, solakların da sağ
ellerini; bu iki çocuk sınıf mevcudunu göz önüne alırsak genel solak oranına da
uyuyor. Ama tek tipleştirme eğilimi bilinçdışı. Belki sorunca bu fikirlerini
söylerlerdi diyor. Evet ama fikir biz sorduktan sonra oluşurdu, öncesi
karanlık. Taraf olmanın gizemi burada.
İki öğrenci giriyor içeri. Dünkü öğrencilerle
aynı. Sınıf değişmediği gibi öğrenciler de değişmemiş demek. Sınav Giriş
Belgesi ve kimlikler… tamam, buyrun.
Öğrencilere dağıttığımız kalem kutularının
içine şeker koymuşlar, üç tane akide şekeri. Uzun boylu oğlan şekerin birini
hemen götürdü.
Kısık sesle, ben volta atarım kimseye zararım
olmaz diyorum. B. gülüyor (gözetmenin adı B. imzasına baktım). Bir şey yasak
olup onu delince (yasayı delmekle yasayı çiğnemek farklı, yeri gelince
anlatırım), birbirini dışlamayan iki yan etki oluşuyor. Birincisi kendinizi
güçlü hissediyorsunuz, yorumlamanın size tanıdığı ayrıcalık gibi; ikincisi
yaranmaya hazır bir ruh haline bürünüyorsunuz, bu durumda diğerinin
bağışlamasını kendi gücüne tahvil edeceğini biliyorsunuz.
Sınava giren öğrenci sayısı 11, gelmeyen 4.
Dün gelen 2 kişi bugün yok. Geç mi kaldılar? Vazgeçmiş de olabilirler.
B. gelmeyen öğrencilerden birinin sırasını
alarak yazı tahtasının önüne koyuyor, oturuyor. İki üç dakika volta atıyorum,
parkelerin çizgilerine basmadan. Karşı binada dün pencereye çıkan adam,
perdeleri açmış, ama kendisi ortada görünmüyor. Maslak’ın aşağılarında uç
vermiş gökdelenlere bakıyorum. A. yürümeye başladı; yürüme dediğim kapının
pervazına dayanıyor biraz, tahtanın önüne geliyor biraz. Bir ara ayakkabısının
altına baktı. Sınıf dolaplarında bir şey arandı. Sonunda bir ıslak mendil
buldu, ayakkabısının altını sildi. Ayakkabısı S marka. Şeker yapıştı dedi,
fısıltıyla. Yerde sağa sola dağılmış kırmızı kırmızı şeker parçaları gördüm.
Dikkat etmeme rağmen benimkine de yapıştı. Yürüdükçe ritmik sesler çıkarıyor,
öpücük sesi gibi. Islak mendille ben de sildim ayakkabımın altını, benim ayakkabım da S
marka. Ama bir baştan bir başa gidip dönerken tekrar aynı sesler. Kapıya yakın
bir yerde şeker erimiş galiba. Dünden kalma olabilir, ya da deminki uzun boylu
oğlanın suikastı. Mendille parkeleri güzelce siliyorum, voltaya devam…
Walter Mischel’in Marschmallow Testi’ni
okuyanlardan biri değilseniz izin verin size bu kitaptan söz edeyim biraz.
1960’lı yıllarda Stanford Üniversitesi’nin
anaokulu öğrencileriyle yapılan deneyde çocuklara hemen alabilecekleri bir
şekerleme veya önlerinde duran bu şekerlemeyi 20 dakika boyunca yemeden
durabilirlerse ödülün iki şeker olacağı bir seçenek önerirler. Bazı çocuklar
dayanamaz bir şekeri yer. bazı çocuklarsa 20 dakika bekleyerek bir yerine iki
şeker almayı hak ederler. Bu ikilemin ilginç sonuçları olur. Deneyin o anlık
ham hali değil ama uzun zamana yayılan sonuçlarından olumsal
diyebileceğimiz bir teori ortaya çıkar. Walter Mischel buna ‘Okul öncesi
dönemde uzun vadedeki daha değerli ödül için anlık hazzı gönüllü olarak
erteleme paradigması’ diyor. Gerçekten de görülmüş ki, anlık hazzı erteleyip daha
çok şeker için sabredenlerin bütün öğrenim hayatları çok daha başarılı geçiyor.
11 öğrenciye bakıyorum, şimdi bu Marschmallow
testi gözümün önünde cereyan ediyor.
Şekeri yiyenlerden iki kişi uyumaya başlıyor. Gerçekten
sınavı falan bırakıyor, kafayı vurup uyuyorlar. Bir tanesinin kalem elinde
hatta. Onlarla konuşmamız yasak. Uzun boylu olanı kavgacı birine benziyor, tipi
terso, sokarım sınavınıza diyebilir. Sol kaşı façalı, bir haftalık sakalı yüzünü iyice gölgelemiş. Ben uyuyup kalacak diye düşünürken, kalktı. Okurken soruların
altını çiziyor. Solak. Yoksa okumuyor da sadece çiziyor mu? Bütün şekerleri
yedi. Kalemtıraşla kalemini açtı, talaşını yere döktü. Adı F. Fotoğraflı, sıra
numaralı liste önümde.
İkide bir parmaklarını kıtlatıyor. Kalemle oynuyor
(kalemi parmakları arasında maharetle dolaştırıyor). İki üç soruyu soru
kitapçığında çözüyor, sonra cevap kâğıdına işliyor. Şekerini yiyor. Öndekinin
kâğıdını dikizlerken göz göze geliyoruz. Adı C. Boynunu kıtlatıyor. Ayaklarını
sırayla yere vuruyor, ritmik sesler (dikizlediği M.’nin cevap kâğıdını ben sağına
çekince oluyor bu).
L. uyuyor uyanıyor. Şekerlerini bitirdi.
Atatürk’e bakıyor. Atatürk ona bakmıyor, gökyüzüne bakıyor.
Saçları açık kumral boyalı, uçlara doğru daha
koyu. Bir eli şakağında. Kapşonlu uzun bir kot mont giymiş. Bu sıcakta? Kansız mı?
Yüzü solgun, endişeli. Kafasını hiç masadan kaldırmıyor. Şekeri duruyor. Otuz
yaşlarında güzel bir kadın. Adı G.
Uyumlu bir yüz. Bir saat sonra soru
kitapçığını okumayı bıraktı. Şekerlerini yedi. Şekerin ambalajını parmaklarıyla
eziyor. Göz göze geliyoruz. Silgiyle masayı siliyor. Bir ara masasından çok
sert bir ses geldi. Eliyle göz kapaklarını açıp kapatıyor, sonra parmağına saç
teli yapışmış gibi üflüyor. Adı K. Tırnağıyla oynuyor. Arada dikkatli biçimde
soruları okuyor gibi. Sürekli masaya üflüyor.
Dikkatli, eli telaşlı, eli hızlandıkça dudağı
seğiriyor. Adı H.
Saçı erken beyazlamış. Şişman. Şişman utancı…
Şişmanların utançlarına karşı dikkat dağıtmak için ilk elden kurdukları yakınlık... Şekerleri art arda götürüyor. Adı B.
Marschmallow testinin yukarıdaki gözlemle uyumlu işlediğini düşünürseniz yanılırsınız, anlık hazzı uzun vadeli haz için geri çevirememenin getirdiği başarısızlık yerine, hayatın insanların üzerine yıktığı başarısızlığa karşı kalem kutusunda sunulmuş üç teselli şekeri ...
Spor ayakkabılar, beyaz hakim. Ayaklar
huzursuz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder