26 Aralık 2011 Pazartesi

Tahrik Olunca Katliam Yapan Halk




‘Tahrik olan halk…’ Bir halk türü, Ortadoğu toplumlarında bol miktarda var bunlardan.. pornografik bir halk, azıcık ucunu gösterince tahrik oluyor.

Bu halkı en çok provokatörler tahrik ediyor. Denen o. Sanki halk uslu uslu otururken bir veya birkaç provokatör geliyor onların cinlerini tepelerine çıkarıyor; yoksa kalender insanlar, baksanıza şunlara hepsi masum, hepsi melaike, gözünü sevdiklerim…

Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta malûm zamanlarda ortaya çıktılar, katliamlarını yaptılar, sonra âdettendir; tarihçi, politikacı, hukukçu, gazeteci vb hep beraber suçlu diye esrarengiz provokatörleri gösterince, onlar da hayatlarına bıraktıkları yerden devam ettiler. Hâlâ devam ediyorlar, hiçbir şey olmamış gibi… ‘Maraş mı?.. Onu provokatörler yaptı, içlerinde Amerikalı da vardı.’

Bu coğrafyada provokatörün Amerikalı olması masumiyet belgesi yerine geçiyor.

Yüzlerce insan öldürmüşler ve öldürdüklerinin yarısı 13 yaşın altında, insanların evlerini yağmalamışlar, yurdundan etmişler; bu olaylar hatırlatılınca yine tahrik oluyorlar. Psikopat bir halk!

Bir insan diğerini katletmek için niye tahrik olur?

Aklı başında hiçbir halk haklı olduğu için tahrik olmaz, ayrıca tahrik olmaya ihtiyacı yoktur; zaten haklıdır, her şey ortadadır. Tahrik olmak, öncesinde bu ruh haline uygun hasetkâr duygular gerektirir. Bu duygular yüzyıllardır zaten var. Provokatörün yaptığı bu katil sürüsüne cezalandırılmayacağının, arkasının sağlamda olduğunun güvencesini vermektir. Cereyan eden budur, aşağılık olan da budur…

'Tahrik olan halk…' o kadar çok var ki bunlardan, sokağa çıkınca tek tek yüzlerce görüyorum, istesem kafamın içinde bir kütle haline geliyorlar.. aslında istemesem de geliyorlar…  

18 Aralık 2011 Pazar

Sahilde

                                                                     Kısırkaya

Pencerenin üst camından bakmama gerek kalmadı, kayaların ilersinde tünemiş martılardan belliydi, sahilde kimseler yoktu. Birisi yürürken kaçışan martılar tekrar aynı yere konmazlar; bir gün onları dikkatle izledim, kesin bir bilgi gibi geldi bana. Demek sabah beri kimse geçmemiş sahilden. 

Sert bir poyraz, montumun yakalarını kaldırdım, tepeden aşağı sahile indim. Kayığının başında Salim; bir selâm çaktım ondan kurtuldum. Issız, insansız haliyle sahil beni çağırıyordu işte.

Su berraktı, poyrazdan birkaç kere derin nefes çektim bıraktım, kendi kendime ‘Çok şükür’ dedim. Bunu yapmak kendime yettiğimi hissettirir. Yalnız yürüyüşlerimde bir Tanrı beni takip eder, dindar bir Tanrı değildir bu; bana eşlik eden, kamerası olan bir Tanrı’dır, peşime takılır gelir, işime karışmaz, beni mazur görür (hoşgörüden ve bağışlamaktan farkını anlatmayayım şimdi)… Verdiğin nimete, boka püsüre çok şükür değil de, ağır bir hastalıktan kalkmış gibi çok şükür… Poyrazın nefes açıcı, burun sızlatıcı hazzı… kulaklarımda yankıyan sesi… poyraz sayesinde ben ruhumdan çok bedenim olurum…

Kayaların arkasında eğilip doğrulan bir kafa gördüm, beyaz saçlı, iki saniyede bir kaybolup ortaya çıkan bir adam kafası. Spor mu yapıyordu? Ama dalgalara bu kadar yakın?.. Kayaların arkasından dolandım, adam elinde çubuk kuma yazı yazıyordu, bir çırpıda okudum: ‘Seni seviyorum R…’ Aslında benim adamı fark edişimle buraya varışım arasında adam yazıyı çoktan bitirmiş olmalıydı. Anlaşılan dalga yazıyı siliyor, adam yeniden yazıyordu. “Merhaba” dedim. Yetmiş yaşlarında gözleri kısık, yüzünde bir haftalık sakal ve muzip bir ifade, bana bakmadan, bir şey demeden sadece kafasını sallayarak karşılık verdi. Bir dalga geldi ‘R…’yi sildi. Ardından bir dalga daha geldi ‘…um’u sildi. Sonra bir dalga daha geldi ‘seviyor’ u sildi. Üç sözcük alt alta yazılmıştı. ‘Seni’ dalgaların erişemediği tümsekte kalıyordu. Adam kendi kendine ‘Seni sikeyim?’ dedi.   

Yürümeye devam ediyordum ki adam peşimden seslendi:
"Martıları kaçıracaksın."
Durdum.
“Sigaran var mı?” dedi.
“Kullanmıyorum,” dedim.
“Yok da diyebilirdin.”
“Ama aynı anlama geliyor.”
“Aynı anlama geliyor ama, sorumu bir fırsat olarak görüp kendi lehine çevirdin, sanki sigara kullanmadığın için benden övgü bekler gibisin.” dedi.
“Kötümser bir yorum,” dedim. “Şöyle düşünün.. eğer ‘sigaram yok ‘ deseydim, bu var da vermek istemiyorum gibi bir kuşkuya da yol açabilirdi sizde. ‘Kullanmıyorum’ daha kökten bir cevap.”
“Hımmm…” dedi, bir taraftan yazısını tamamlıyordu. “Böyle olmadığını ikimiz de biliyoruz. Konuşunca dil kendi seçeneklerini nasıl da yaratıyor değil mi? Amaç altta kalmamak…” Beyaz saçları yanlardan kabarmıştı, onları bir güzel kaşıdı; uykusuz, yorgun bakıyordu. “Arabamda bırakmışım sigarayı,” eliyle tepeyi işaret etti. “Neyse,” dedi, derin bir nefes alıp bıraktı. “Canım konuşmak istiyor, lütfen bekleyin.” dedi, “Siz konuşulacak birine benziyorsunuz… Buralı mısınız?..”
“Değilim ama burada oturuyorum,” dedim.

Bir dalga geldi, kendimi geri çektim, su adamın botlarından aşıp kayaların arasından aktı, geride bir gölet oluşturdu, ama hemen suyu çekildi. Ortada yazı mazı kalmadı. Adam güldü.

 Bu kez sözcüklerin yerini değiştirerek yeniden yazdı: ‘Seviyorum seni R…’
‘Seviyorum’u tümseğe, ‘seni’ biraz altına, en altına da ‘R…’yi. Bir dalga vurdu adı sildi, adam yeniden yazdı. Böyle devam etti, bazen dalgalar ‘seni’yi de siliyordu, adam yeniden yazıyordu… Sonunda adam oyundan çıkar gibi alttaki sözcükleri yazmayı bıraktı, tümsekte ‘Seviyorum’u tek başına bıraktı, çubukla harflerin çizgilerini derinleştirdi, kalınlaştırdı.

“ ‘Seviyorum’”u yalnız bıraktınız,” dedim.

Değneğini el değiştirerek montunun ceplerini yokladı, dalgalar ayaklarını yalıyordu, ama o aldırış etmiyordu.

“Sigaran var mı?” diye sordu yeniden. Adamın yüzüne baktım, hiç de latife yapmışa benzemiyordu, bir taraftan da ceplerini yoklamaya devam ediyordu.

“Yok” dedim.

“Neyse,” dedi, “Belki de ben sigarayı bıraktım.” Birkaç kere ağzını şapırdattı. “Ağzımda tütün tadı yok, bırakmış olmalıyım.”

Bekledim ki adamın yüzünde beni tartan muzip bir gülümseme olsun, ama yoktu. Bana bakmadan sanki ben yokmuşum gibi kendi kendisiyle konuşmaya başladı:

“İnsanlar gelirler sahile, kuma yazı yazarlar. Bu sözü söylemekten korktukları için.” Değneğiyle ‘Seviyorum’u gösterdi. “İlginç olan yazmaları değildir, kuma yazmalarıdır… Sözlerini dalgalara emanet ederler, dalga iyi bir sansürdür… Hem kuma güvenirler hem de dalganın silici gücüne. Hem bir şey söylemiş olurlar hem de söylememiş. Kendilerinden çıkmak isterler, aslolan budur, burada sözlerinin provasını yaparlar… ben biraz insanları taklit ediyorum, biraz da kendimi.”

Tuhaf bir durumdu, adama ne diyeceğimi bilmiyordum. Adamdaki hafıza sorununa güvenerek tekrar ettim:

“ ‘Seviyorum’u neden başa aldınız ve tek bıraktınız?” diye sordum.

Adam iki eliyle birlikte değneğine tutundu, geride bacaklarını açıp hafif öne eğilerek; sanki diyeceklerini bedensel olarak sağlamlaştırmak için böyle bir vaziyet almıştı:

“ ‘Seviyorum’ insanın bir halidir delikanlı… Sana delikanlı dememe gücenmiyorsun değil mi?”
“Hayır,” dedim, “Ama gördüğünüz gibi delikanlı sayılmam.”

 “Sevmek… Biliyor musun ‘Ne yapıyorsun?’ ya da ‘Kimsin?’ sorusuna ‘Seviyorum’ diye cevap verilebilir. Ama insanlar sevmeyi geçişli bir fiil olarak kullanıyorlar, kimi seviyorsun diye soruyorlar. İnsan sevmez, özler. İnsan seviyorum diyorsa bu gerçekte sevemiyorum, dokunamıyorum, okşayamıyorum anlamına gelir. Seviyorum sözü aynı zamanda mutsuzum anlamına nasıl gelebilir ki? Ama böyle. Saçma. ‘Seviyorum.’ Ama insanlar bunu bir meziyet sahibiymiş gibi kullanıyorlar. Saçma!”

“Saçma mı?” diye tekrarladım.

“ Saçma tabi! Seviyorum ama yok!.. Bedel gibi… Sanki gerçek sevmenin bedeliymiş gibi...”
“R… yok mu?”
Başı iyice öne düşmüştü, “Vardı… Şimdi yok.”
“ ‘Seni seviyorum R…’ yazdınız.”
“Siz nereden tanıyorsunuz R…’ yi?” diye sordu.
“Sizi yazarken gördüm.”
“Hımmm… Güzel bir şey yazdığımı sanıyorum ama değil, acı veriyor… Seviyorum güzel bir sözcük, yani sözcüğün kendisi güzel, bu sadece bir mutabakat. İnsanlar kadim zamanlarda sözcüğü aralarında dolaştırmışlar, oylamışlar, kabul edenler, kabul edilmiştir. O zamandan bu zamana sanki hiç kimse bir şey sormamış. Saçma… Sigaran var mı?”

“Yanımda yok,” dedim.
“Yukarıda arabam var orada unutmuşum.”

Adam tepedeki arabaya baktı, “Tamam,” dedi.

Birlikte tepeyi çıktık, adamın  ıslak botlarının tabanlarında killi toprağa bastıkça kalın bir çamur tabakası oluştu. Ama adam buna aldırmadı . Arabanın yanına vardığımızda ceplerimi yoklar gibi yaptım. Adam çoktan arabasının anahtarlarını elinde tutuyordu. Bu konuşmada hiç değilse adamın bir arabası olduğu doğruydu. Adam torpido gözünden sigarasını çakmağını aldı, “Açık havada sigara içmek hoşuma gidiyor,” dedi. Bir sigara da bana uzattı, sigarayı bırakalı yıllar olmuştu. “Dur bir dakika,” dedi ve teybi açtı, deniz ayaklarımızın altındaydı, sigaramın dumanı poyrazla ciğerlerime doldu. Mendelssohn çalıyordu...