3 Aralık 2023 Pazar

Ezik Olma Halleri

 



                             Karşısındakine işaret diliyle loser diyen bir çocuk.



“Ağrının sözel ifadesi çığlık atmanın yerini alır, onu betimlemez.” Ludwig Wittgenstein.

 

Hakaretimiz sözcükler övücü sözcüklerden fazla. Galiba bütün dünya dillerinde böyle. Dahası hakaretamiz sözcükler övücü sözcüklerden daha yüksek sesle söylenir. Bunu meşhur ‘İnsan insanın kurdudur(Hobbes).’ önermesine bağlamak mümkün. Başka bir şey söyleyeceğim... belli bir dönem popüler olan olumsuzlayıcı sözcükler sosyal hayatın bozulan dengeleriyle ilgili bize ışık tutabilir.

 

İngilizce ‘loser’ın (kaybeden) Türkçeye ezik diye çevrilmesi anlamı türeyen sözcüğün kökünde değil ne demek istediğinde aramamıza yön gösteren güzel bir örnek. Ezik sözcüğü Türkçede bu çeviri sayesinde yaygınlaştı. Ama loser sözcüğünün İngilizce konuşulan ülkelerde de yaygınlaştığı bir dönem var. Amerika’da Trump’ın seçilmesiyle başlıyor. Kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Trump Amerika Devlet Başkanı olunca ‘loser’ı rakipleri için söylüyor.

 

Kaybeden karşılığı neden ezik?

 

Kaybeden, dışarıdan kaybeden diye yaftalanınca anlama horlama da karışıyor. ‘Loser’ın kaybedenden çok, Amerika gibi bireysel rekabetçiliğin kıran kırana geçtiği toplumlarda kaybedenin içine düştüğü bedbaht ruh halini ifade ettiği durum. Ama bu diğerinin kaybedende gördüğü bir şey değil, bir adlandırma olarak kaybedende yaratmak istediği de bir etki. Kaybeden sadece düz anlamıyla kaybetmiyor, kaybettiğini başına kakan diğerinin gözetiminde ikinci kez küçülüyor. Ezik sözcüğünü ‘loser’ın bu derinleşen anlamına yakıştırdım. Yine de ezik ile ‘loser’ın eş anlamlı olduğunu söylemek için yeterli mi bu?

 

Ezik ‘loser’dan daha sert geliyor bana. Sözcüğün içi hınçla dolu gibi. Sanki ‘loser’ın bilişsel bağlamı ezikte bedensel bağlama dönüşmüş.

 

Ezik sözcüğünün kullanımına daha çok anaokulu öğrencileriyle ergenler arasında tanık oldum. Yaş ilerledikçe kullanımı seyreliyor. Bunun bir nedeni (asıl nedeni sona sakladım) sanıyorum küçük yaştakilerin hakareti kolay tolere etmeleri; akran baskısını ve küçük yaşlarda kavgaların büyük zararlara yol açmadığını da eklemem gerek. Diğer yandan çocuktan al haberi atasözünün pedagojisine güvenirim. Çocuklar hınçlarında yetişkinleri de temsil ederler. Çocuklar bu sözcüğü yüz yüze kullanırken büyükler üçüncü kişiler için kullanır. Sözcük sanki sınıflar üstü olumsuz bir mizacı anlamlandırıyor gibi dolaşır. Oysa sözcüğün yaygınlaşmasına yol açan şey görünür sınıf “eşit”lenmesine tepkidir. Görünürde “eşit” olmanın ideal ortamı da okuldur. Alt sınıf yeni davranışlar edindikçe eski davranış kodlarını anıştıran her sözcük hakaret tınısıyla kendisine geri döner. Tıpkı zenci sözcüğünün asıl hakaret anlamını köleliğin kaldırılmasından sonra kazanması gibi alt sınıflar da üst sınıfları taklit eder ve onlarla kendilerini eşitler biçimde davrandıkça ezik sözcüğünü kendilerine çekerler. Ezik, sanki eski bedensel formun diriltilmesidir (hayaletidir).

 

Trump’ın favori sözcüğünün ‘loser’ olmasının seçmen tabanıyla tuhaf ilişkisini kurabiliriz şimdi. Bilindiği gibi Trump alt sınıflardan epey destek aldı. Kendilerini Trump öncesi loser hisseden bu alt sınıflar sözcüğü kullanma yetkisi kazandılar. Sözcüğün olumsuz imajı değişmeden hedef kitlesinin değişmesi anlam sulanması olmadan gerçekleşemezdi. Trump zaten ‘loser’ı sadece siyasi rakipleri için değil kendisine karşı olan herkes için hoyratça kullanıyordu; hali vakti yerinde, şöhretli, statü sahibi vb fark etmez, herkes sözcükten payını alıyordu. Anlam sulanmasından kastettiğim muğlak bir anlam genişlemesi. Trump’ın ve AKP’nin alt sınıflara verdiği ivme: haklı olan liderin peşinden değil kazanacak liderin peşinden giderek loser ve ezik gibi sözcükleri kullanma ayrıcalığı edinmek. Ya da bu davranış kodlarını üzerlerinden silkeleyerek kazanan liderlerinin peşinde bedenlerini yapıntı bir gururla donatmak.

 

Ama bu yapıntı gurur ezik olmanın bir başka versiyonu değil mi? Olsun, onlar bunu bilmiyor.

 

 

‘Loser’ hem birinin ismi hem de diğerinin adlandırma işi (fiil)... ‘Loser’ sözcüğünü duyunca sadece gösterilene değil gösterene de bakarsak anlayacağız (göstergebilimdeki gösteren değil, bizzat sözcüğü kullanan olarak gösteren). ‘Loser’ hakaretamiz biçimde mimliyor. Loser kaybetmenin faili olsa da dışarıdan duyduğumuz ‘loser’ diye aşağılayan ses bir başka fail. Yani burada anlam, verili olanın sesle belirlenmesi ile sözcüğü seslendirenin cüreti arasında bölüşülüyor. Ama biz anlamı işaret edilende görmeye eğilimliyiz. Temizlik işçisinin eş anlamı diye çöpçü sözcüğünü tercih eden birinin itibarsızlaştırması mesela. Dikkatimiz de bu anlam kaymasına uygun cereyan ediyor. Oysa sadece sözü edilen çöpçüye bakmayacağız, çöpçü diyene de bakacağız. Çünkü dışarıyı işaret eden sözcük seslendirenin hakikatini gizleyebilir. Yapacağımız şey sözcüğün bu yeni imkanına bakmak. Bir bakmışız ezik diyenin kendisi ezik.

 

Sokakta ‘Hey siz oradaki!’ çağrısını duyan insanların ses bir polise ait olmasa da yüz seksen derece geri dönüp hep beraber sesin muhatabıymış gibi davranmaları önceden hazır bir ideoloji normunun içinden geçer (Althusser). Hatırlayalım ki, sese icabet eden insanlardan önce sesin sahibi bu çağrıyla ruhsatlı. Kimlik lütfen gibi bir sorma ruhsatı değil, çağrının failini muğlaklaştıran, bizzat çağrının fail olduğu ruhsat. Rol kolaylıkla değişebilir. Burada Althusser’den farklı olarak şunu söylemek istiyorum: günümüzde ideoloji insanların rol kesinliği üzerinden değil, bu rol kayganlığı sayesinde hayat buluyor. İdeoloji günümüz insanına başkası olma imkanı veriyor. Bir oyun gibi düşünelim.

 

Karşısındakine ‘loser’ diyen bir Amerikalı iki heceli sesi aslında anlamın üç aşamalı sentezi olarak dile getiriyor.

  1. Sen kaybedensin.
  2. Kaybettiğin için enayisin.
  3. Bu sözcüğü duyup bana karşı koyamadığın için zavallısın.

 

Üçüncü aşama ‘loser’ın cari anlamını kuruyor. Dil filozofu John L. Austin’in edimsöz (performatif) dediğine benzer bir işlevle.

 

‘Loser’ın sözcük kendisine söylendiğinde üzerinde bıraktığı etki, yani sus pus olması hem söyleyen tarafından önceden hesaplanıyor (en azından deneyim olarak) hem de sözcük ilgili kişiyi bu zavallı haliyle yapılandırıyor. Diyebiliriz ki sözcüğün söylenmesinden bağımsız bir loser yok, onu sözcük var ediyor. Öngörülü bir sözcük. Ama sözcük varlık ilişkisinin sadece bir yüzü bu, diğer yüzü sözcüğü seslendirenin kendisini güç olarak var etmesi, güce duyduğu hasedin kendi ezikliğini gizlemesi.

 

Aklıma senaristliğini ve yönetmenliğini Ilmar Rang’ın yaptığı Estonya filmi Klass (2007) geliyor. Filmde kurbanı oynayan Joosep kendi başına ezik değildir; o, sınıfın alfa kişisi Anders ve Anders’le işbirliği yapan diğer öğrenciler tarafından yaratılır. Henüz filmin başı; Joosep’in fiziksel beceriksizliği ve yanlış kararı yüzünden basketbol maçında takımının kaybetmesine neden oldu diye itilip kakılması ve en sonunda üzerindeki giysiler çıkarılıp kızların soyunma odasına atılması ezik halin varabileceği en uç noktayı gösterir bize: Çıplak bedenin cinsel organların görünmemesi için aldığı cenin pozisyonu. Kavramın tecessüm etmesi, bedenlenmesi. Ezik, tam da bedenin bu küçülmesini ifade ettiği için metafordur da. Eziyet gören, çaresiz ya da otorite karşısında biat eden arkaik bedenin metaforu. Biz seyirciler haksızlığa uğrayan zavallı birini görürken Anders ve arkadaşları gülünç birini görürler. Zavallılık üzerindeki merhamet iptal edilince popülerlik besin zincirinin en altında ezik kalır, ortaya gülünç olan çıkar. Ezik diğerinin gülünçlüğü üzerine de bir çağrıdır. Hem ezik sözcüğü bu gülünçlüğü iletmez mi?

 


O zaman şu soruyla devam edelim, zavallıyla gülünç arasındaki fark nasıl kuruluyor?

 

Bu kez Yılmaz Güney’in Zavallılar (1975) filmi geliyor aklıma. Yılmaz Güney kendisiyle cezaevinden tahliye olan evsiz iki arkadaşı sağda solda sürttükten sonra üç gündür aç biilaç halde bir lokantada yemek yerler. İki arkadaşı tüyer Yılmaz Güney yakalanır. Planın bir parçası değildir bu, içlerinde saf olan Yılmaz Güney’dir. Karakolda komiser sorar: “Niye kaçtınız?” Yılmaz Güney boynunu büker (komiserin yüzünün ters tarafına). Komiser tekrar sorar: Niye kaçtınız dedim!” Yılmaz Güney “Üç gündür üçümüz de açtık sayın komiserim, paramız yoktu.” der. Komiser susar. Genel tavır gereği komiserin şöyle demesini beklerdik: ‘Koskoca adamsın, çalışsaydın, sabıkasız olsaydın da bu duruma düşmeseydin, utanmaz herif!’ Komiserin susmasında bir zavallılık empatisi vardır. Gel gör ki empati böyle bir şey değildir, sahici empatide Yılmaz Güney’in yerinde olsak bu zavallı görünümüyle ondan daha fazla acı çekeceğimiz hayalini kurarız. Filmin sonunda zavallı imgesi bir fotoğraf olarak donar; Yılmaz Güney eski paltosunun içinde büzülmüş, ellerini koltuklarının altına kıstırmış, mart ayazında yarı koşar halde sahilde yürürken, sonrasında birinden kaçarken... Bu filmi ilk izlediğimde on sekiz yaşındaydım; merhamet, şefkat, hayranlık ve öfkeyi tek duyguda harmanladığım zamanlar. Muhtemelen gözümden yaş da gelmiştir.

 


Ama zavallıdan eziğe geçiş sosyolojisinde bir ara aşamadan söz etmesem olmaz. Yine bir film, bir İbrahim Tatlıses filmi. Adını unuttum, 80’lerdeydi. O zamanlar tv’de bolca reklamı yapılan filmin bir sahnesinde Tatlıses sevgilisine söylüyordu: “Benden nefret et ama asla acıma!” Aşkın ve sevginin en önemli bileşeni kapı dışarı ediliyordu.

 

Yazının özüne vurgu olsun diye (aslında meramımı tam anlatamadım kaygısı ve biraz da telaşla) son olarak şunu söyleyebilirim: alt sınıflar beden dilleriyle üst sınıflar gibi davrandıkça, daha önceki zamanlarda üst sınıflar karşısında gösterdikleri itaatlerine ironik biçimde gönderme yapan sözcüklerin işgaline uğrarlar. Ama gözden kaçırmayalım, anlam sulanması sayesinde mağduru oldukları sözcükler silahlarıdır da. Ezik ve loser sözcükleri geçmişi bugüne ikame eder, aşağılayıcı dil görgünün en zayıf halkası olan çocuklarda patlak verir (‘loser’ diyen Trump’ın da bir ergen havası yok mu?). Anlam sulanır. Anlam sadece diğerinin söyleme gücündedir.

 

 

 

Başka bir ezik imkanı daha var. Geçen kış gittiğim bir Karadeniz kasabasında yaşadım bunu. Avare bir hüzün vardı üzerimde. Ortam da uygundu, sahilde çise altında tek başıma yürüyordum, iç sesim tekrarlayıp duruyordu: ‘Ne yapacağım ben?.. Ne yapacağım ben?..’ Bildiğim tek şey kaldırımın beni götürdüğü yere kadar gidecek olmamdı. Karşıdan gelen bir sokak köpeği gördüm, aramızdaki mesafe kısalınca durdu, kenara çekildi ve gözlerini benden kaçırdı, ürkmesin diye ben de kaçırdım gözlerimi, biraz açığından geçtim. Beş altı metre sonra geri döndüm aynı yerinde duruyordu ve bana bakıyordu. Eğer geri dönüp birine bakarsanız onunla göz göze gelme olasılığınız yüz yüze olduğunuzdan daha fazladır. Yürüdüm ve yine geri döndüm. Üçüncüde peşimden geliyordu. Yarım metre gerime kadar sokuldu. İkimiz de eziktik. Ezik sözcüğümüz yoktu. Ama sükût içinde eziktik. Birbirimiz karşısında ya da üçüncü kişiler karşısında değil, hayat karşısında.

 

 

 


20 Kasım 2023 Pazartesi

Üşümek

 


Üşüyor musun sorusunda bir üstünlük taslama yok mu?

Ağırbaşlı görünmek için ne çok üşümüyorum demişimdir.  Dışarıdayken bile yanımdakine ev sahibi rolünü verip misafirin üşümeyeni makbuldür düsturuna boyun eğiyormuşum gibi. Üşümüş görünmemek için harcadığım çaba da bir üşüme tarzıydı aslında.

Üşüme, ister istemez bedenin teşhiridir.

Bedenin hem savunması hem de dili.

Biraz açmam lazım. Birbiriyle çelişkili görünen iki sözcük, savunma ve teşhir...  Savunma çünkü üşüme bedenimizin soğuğa karşı ısınma çabası. Soğuğa maruz kalıp pasif bir kabullenmenin içine düşmüyoruz. Belki düşüyoruz da beden soğuğu duyumsadığı anda gayri iradi hemen harekete geçiyor. Zaten bu harekete geçmenin adı üşüme. Bedenin dışarıyla kendi sıcaklığını dengelemek için kıvranıp durması. Teşhir dedim çünkü bedenin üzerinde gözlemlenebilen semptomlar bu üşüme halini faş ediyor.

Yine de üşümek kimseyi eşitlemez. Zengin üşümesiyle fakir üşümesi arasındaki farkı nasıl anlarız? Mesela sokakta. Zenginin üşümesinde bir kaçış vardır, bedeninin üşüme hali eğretilikle doludur. Fakir ise uyuz uyuz üşür… üşüme bedenini ele geçirmiştir.

 Kışın dilenciler yakarma edimlerine üşümelerini de katarlar.

Üniversitede bir arkadaşım bedenini gevşek bırak daha az üşürsün demişti. Denedim olmadı. Herhalde daha az enerji harcarsın demek istemişti. Üşürken sanki üşüyen yanlarımı bir araya toplar gibi büzülüyorum. Sanıyorum herkeste aynı. Kaslarım kasılıyor; bedenin küçülme eğilimine ister istemez boyun eğiş…Üşüme dinamik bir şey, insana aman tanımıyor; anlık ısınmalarla üşüyorsunuz, aslında bir fizik yasası: hareket, ısı açığa çıkarır. Soğukla bu yapıntı ısının çarpışması üşümeyi doğuruyor. Bunu böyle açıklamak tuzukuruların işi bana hiç yakışmıyor. Oysa sözcük kendi başına yalın ve etkili: Üşüyorum! 

Bir haftadır evde yalnızım. Soğukların bastırdığı şu iki gündür doğal gazı yakmamak için direniyorum. Aklımda tasarruf var. Ama ısınma imkânı elimin altındayken çoluk çocuğun rızkını gözetmemin, üşümeyi inadına sürdürmemin konformist bir tarafı da var: Nasıl olsa kontrol bende duygusu.

 Üşümek geçmişimle kurduğum çok sıkı bir bağ.

 “Ben bu ülkede hep üşüdüm.” demişti. Aynen öyle.

 Üşüme bir hasret çığlığıdır: Açılan kapı ve içeri gel üşümüşsün diyen bir ses.

 

Şimdi çocuklar bir yerlerde üşüyor ya, silinmeyecek bir hafıza yaratıyorsunuz.







15 Kasım 2023 Çarşamba

Yalancı Çoban


 

Yalancı Çoban bir Ezop masalı, kökeni Antik Çağ’a dayanıyor (M.Ö. 620-560). 15. yüzyılda Latinceye çevrildikten sonra bütün dünyaya yayıldı. Dünya milletleri kendi doğrucu çocuklarını yetiştirmek için bu masalı dilden dile aktardılar, ders kitaplarına koydular. 1700’lü yıllarda Avrupalı bir gezgin çocukken okuduğu bu masalın aynısını uğradığı bir Doğu kasabasında duysaydı kafası karışırdı. Öyle ya, buraya nasıl ulaştı acaba? Basit: söz gezginden daha hızlıdır.   Dünyanın günümüzde en bilinen masalı desek yeridir. Dünyanın herhangi bir yerinde şöyle bir soru sorulabilir: Bu masalı ilk ne zaman duyduğunuzu hatırlıyor musunuz? Bu masalın üzerinizdeki etkisi ne?

 

Masalın anlatım kaynağı açısından yetişkinden çocuğa doğru seslenen pedagojik bir yönlendiriciliği olduğu kesin. Masal sadece ahlaki mesaj vermiyor, olgun kişiyle (yetişkin) ham kişi (çocuk) arasında bir hiyerarşi de kuruyor: Anlatıcı-dinleyici, mesajı alan mesaja itaat etmesi beklenen gibi. Ama Po Bronson ve Ashley Merrymann adında Amerikalı iki yazar yaptıkları bir araştırmada bu masalı dinleyen çocukların hiç de beklendiği gibi “dürüst”e evrilmediklerini gördüler. Hatta masalı dinleyen, okuyan çocukların yalanları daha bile artmış. Po Bronson ve Ashley Merrymann konu hakkında bir kitap da yazdılar  (Nurtureshock: New Thinking About Children) ben şahsen bu kitabı okumadım, kitaptan İnternet’te yayınlanan bir makale sayesinde haberdar oldum (https://interestingliterature.com/2021/04/boy-who-cried-wolf-fable-summary-analysis-meaning/). Google Çeviri sağ olsun.   Masalın umulanın tersine bir etki yapması koskoca bir neden sorusunu hak ediyor ve yazarların neden sorusuna cevabı çok zekice: "Küçük çocuklar için yalan söylemenin asıl endişesi insanların güvenini kaybetmek değil, asıl etki yalanlarından ötürü cezalandırılmalarıdır." Ama burada bir neden sorusuna daha ihtiyaç var. 

 

İsterseniz bu son neden sorusunu Yalancı Çoban’a alternatif başka bir hikayeyle karşılaştırdıktan sonraya saklayayım.

 

ABD ilk başkanı George Washington’un biyografisinde geçen bir hikâye bu. Washington altı yaşındayken babası kendisine bir balta hediye etmiş. O yaşta bir çocuk koca baltayı kullanamayacağına göre nacak gibi bir şey herhalde. Etrafta kimsenin olmadığı bir sırada küçük Washington evin önünde babasının diktiği kiraz fidesini bu baltayla kesmiş. Babası kiraz fidesini kesilmiş halde görünce Washington’u yanına çağırmış, bunu sen mi yaptın diye sormuş. Washington, yalan söyleyemem ağacı baltamla kestim, demiş. Washington’un babası oğlunun bu dobralığı üzerine onu kucaklamış ve dürüstlüğün bin ağaçtan daha değerli olduğunu söylemiş. Sadede geleyim, Amerika’da çocuklara yalan söylememeleri için anlatılan bu hikâye erkeklerde %75, kızlarda %50 etkili oluyor. Hatta Washington adı çocukları yönlendirmesin diye hikâye başka birinin adıyla anlatılmış. Gel gör ki yalan üzerine ders veren bu hikâyenin kendisi bir yalan. 1799’da ölen Washington’un biyografisini yazan Mason Locke Weems adında gezgin  papaz yukarıdaki hikâyeyi kendisi uydurarak biyografinin 5. baskısına sonradan eklemiş. Aynı adam bu hikâyeyi 1836'da Bir Çocuk Hikâyesi ve ders kitabı olarak yeniden basınca 120 milyonun üzerinde satıyor. Toplumun pedagojik biçimlenmesiyle ilgili agresif bir sayı.

 

Peki Yalancı Çoban’la Kiraz Ağacı hikâyesi arasındaki farklar neler? Neden çocuklar birinci hikâyede yalandan ötürü cezalandırılmalarını insanların güvenini kaybetmelerinden daha caydırıcı görürken ikincide tersi oluyor?

 

Önce Yalancı Çoban’a bakalım:

 

Yalancı Çoban  bir çocuk, köyün dışında koyunlarını otlatıyor,  tek başına canı sıkılıyor. Birden aklına bir hinlik geliyor. Sebep can sıkıntısı olduğu için hinliği şaka diye de okuyabilirsiniz. Bir tepeye çıkıp koşun ahali kurtlar koyunlarıma saldırıyor diye köylülere sesleniyor. Köylüler işini gücünü bırakıp yardıma gidiyor. Uzatmayacağım, herkesin masalı hatırladığını varsayarak kısa kesiyorum. Çoban aynı yalanı ikinci kez söylüyor. Ama üçüncü kez tepeye çıktığında kurtlar gerçekten koyunlara  saldırmış oluyor. Tabi kimse kılını bile kıpırdatmıyor. Kurtlar bütün koyunları öldürüyor. Masalın bazı versiyonları acımasız (otoriter pedagoji), kurtlar çobanı da yiyor. 


Çobanın yalanı ahlaki mi? 


Çocuk yalanı nihayetinde eğlence için söylüyor. Sadece şaka olsun diye uydurduğu bir yalan. Çoğu şaka zaten bir yalana dayanmaz mı? Eğer koyunlar başka birine ait olsaydı ve çoban birkaç koyunu kendine saklayıp  aynı şekilde bağırsaydı  ahlaki bir yalandan söz edebilirdik. Çobanın yalanında ise böyle bir çıkar ilişkisi yok. Yalan çocuğun köylü yetişkinleri seferber ettiği eğlencesi; kabul edelim tek taraflı bir eğlence. Sonuçta foyası ortaya çıkıyor. Ama şaka olması da bu foyasının ortaya çıkmasına bağlı. Aksine yalanına sadık kalsa mesela siz gelinceye kadar kurtlar korkup kaçtı dese şaka gerçekleşmeyecek. Tek başına olduğu için gerçekleşmeyecek, yalanına ortak en az bir kişi daha olsaydı yalanı sürdüren ciddiyeti şaka hanesine yazabilirdik. Yalan çocuğun eğlencesinde kurucu öğe. Buna rağmen amacı yalan söylemek değil, yetişkinleri harekete geçirici gücü elde etmek, yalan bunu sağlıyor.  İnandırıcı olsun diye yalanı gerçekmiş gibi söylemesi gerektiği için kendi gücünü de sınıyor.

 

Üçüncü kez, evrensel bir ölçü birimi... yalanın doygunluk limiti, yalanın sınırı. 

 

O zaman bütün sorun yalanın ikinci kez söylenişinde. Eğer üçüncü kezde gerçekleşen kurtların saldırısı çobanın ikinci kez seslenişinde olsaydı köylü yine yardıma koşacaktı. Bu durumda köylülerin ilkinde yardıma koşmaları aldatılmalarına rağmen sanki ikinci kezde yaşanan gerçek olayın tatbikatı gibi görünecekti. Bir başka açıdan yalan ve doğru eşitti. Çobanın bir doğru sözüne karşı bir yalan kredisi varmışçasına. Çobanın tepeye çıkıp her bağırışında köylüler belki tereddüt edeceklerdi ama o kadar. Oysa çoban yalanı ikinci kez söyleyince denge değişiyor. İki yalana bir doğru.

 

Böylece üçüncü kez doğruyu söylediği halde doğru ceza anlamına geliyor.

 

Çocuklar haklı olarak bu tür ihtimalleri göz önüne almazlar. Ahlaki olmayan şaka yalanları onların yapmaktan hoşlandıkları becerileridir. Çağdaş pedagojiye uygun biçimde masal yeniden yazılabilir. Yalancı Çoban üçüncü kez tepeye çıkar ve köylülere seslenir: Koşun ahali koşun! Kurtlar koyunlara saldırıyor! Köylüler sesin geldiği yere bakmazlar bile. Ama binlerce yıldır anlatılan masaldaki gibi ortada kurtlar da yoktur. Çocuk tek başına kalakalır ve kendi kendine mırıldanır şakanın tadını kaçırma der.

 

Gelelim çocuk Washington’un kiraz ağacı hikâyesine. Çocuk babasıyla yüzleşince yalan söylemeyeceğim diyor. Yalan hiç gerçekleşmeden sözcük olarak olumsuzlanıyor. Babası bir itiraf istiyor ve çocuk da bu itirafı hemen oracıkta veriyor. Sadece doğru değil bir itaat de var burada. Hangisi daha ağırlıkta itaat mi doğru mu? Veya şöyle soralım, çocuk idealize ettiği bir doğruya mı itaat ediyor yoksa babasının doğru beklentisine mi? Çocuk böyle bir ikilem yaşamadığı gibi itaatle (ya da doğruyla) yalan arasında da bir ikilem yaşamıyor. Babasının sonradan gelen olumlu tepkisi konusunda da hiçbir fikri yokken neyse onu doğrudan söylüyor. Doğruyu söylediği için değil karşısındakinin arzusuna uygun olarak doğruyu söyleme yükümlülüğünü yerine getirdiği için babadan övgü sözleri işitiyor. Tam da bu yüzden doğruyu söylemiş olmuyor. Hadi bunu açıklayalım: Çocuğun kiraz fidesini kestiğini söylemesi eksik bir doğrudur. Asıl doğru kiraz fidesini neden kestiğine vereceği olası cevapta gizlidir.


Kesme eyleminin temel anlamı mecazına dönüşür: Çocuk kiraz ağacını keser ama babanın övgüsü de çocuğun tamamlayıcı doğrusunun önünü keser.





 

19 Haziran 2023 Pazartesi

SINAV, PORTATİF SANDALYE, GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ


 

M.'yi üniversite sınavına götürüyoruz. Yürüyoruz, sınav yeri Marmara Üniversitesi Göztepe kampüsü, evden bir km uzakta.

 

Ben biraz geride kalıyorum, bir genç sınava gireceği adresi soruyor bana, gözü telefonunun haritasında; tek başına ve telaşlı, bizim gibi refakatçisi yok. Okulun adını bilmiyorum, haritaya bir de ben bakayım diyorum, okul yarım km aşağıda. Biri adres sorunca çoğu insan kendini dürüst hisseder, ben mahalleden biri gibi hissediyorum.

 

Caddenin iniş tarafında trafik tıkalı, üniversiteye varınca belli oluyor, sağda arabalar park etmiş yol tek şeride düşmüş, teneke kervanı… durup yolcu indiren arabalar, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar, keşmekeş. İstanbul’da otomobil kullananların evleriyle işyerleri arası ortalama 5 km imiş, küsürü de var ama unuttum, herhalde çocuğunu sınava getiren arabacıların mesafesi daha kısadır. Sınavın başlamasına  elli dakika var daha. Öğrenci başına en az iki veli. Ben şikâyet ettiğim ortalamanın fazlalığı olarak eşimi ve kızımı okulun önünde bırakıp otobüsle Kadıköy’e gidiyorum. Sahaftan bir kitap alacağım. Tarihçi Marc Bloch’un Büyücü Krallar’ı. Buldun mu kaçırmayacaksın.

 

Kadıköy ne kadar ıssız böyle!


 Bu kez dönüş yolu tıkalı. Bir oğlan elinde sınav giriş kâğıdı yokuş yukarı koşuyor.


Ç. bana ne kavgalar oldu görmeliydin diyor. Trafik polisleri artmış. Birisi otomobilini yolun kenarında terk etmiş, otobüs geçmekte zorlanıyor, arkada klakson sesleri, bir çekici geliyor, vinç mekanizması harekete geçince orası karışıyor… seyri bedava refüje koşuyoruz. Benim amacım sürücüyü görmek, nasıl bir tip acaba? Kilolu, çene sakallı bir adam, saçı da at kuyruğu galiba, arabasına atladığı gibi uzaklaştı. Kendime dangalak koleksiyonu yapıyorum, beni yormasın görür görmez tanıyacağım dangalak tipolojisine katkısı olsun istiyorum. Ç. bana on yaşlarında bir kız çocuğunun ellerini açarak bağıra bağıra şöyle dua ettiğini söylüyor: ‘Allah’ım nolur kimse kazanamasın sadece ablam kazansın nolur Allah’ım.’ Bir kadın ağacın gölgesinde Yasin okuyor. On yaşındaki kızın bedduası kadının duasından daha sahici. Dini sahtekarlık da burada değil mi? Kontenjan sorunu ve eleme: Allah’ım Cennet kontenjanına beni de al. Sınav sistemiyle birbiri yerine geçen metafor.

 

Portatif sandalyeler ve güneş gözlükleri, yüzlerdeki tevekkül ve hırs. Bu toplumun bir aidiyeti var mı? Çocuklarını bekleyen veliler, işte sana aidiyet… sadece benim çocuğum kazansın işte sana melanet.

 

Ben gidiyorum dedim Ç.'ye.

 

Bir yemek yapsam, ne yapsam? Marc Bloch oku beni diye gözümün içine bakıyor.

 

Bitse...


 İKİNCİ GÜN




Sınav için bekleşen velilerin bir kısmı portatif sandalyelerini yanlarında getirmişler; duvar dibinde, ağaç altında, refüjde, yaya kaldırımının kıyısında, her yerdeler. Oturdukları yer özerk bir mekan haline geliyor. Bunu sağlayan şey sandalye.

 

 

Sandalyeyi kılıfında omuz askısıyla taşıyabiliyorsun. Hatta kiralayanlar bile var, geçen yıl Caddebostan sahilinde on liraydı.

 

Biraz tarih bilgimi döktüreyim şimdi... yeni tanıştığım bir kadın olsa bak şimdi biraz hava atacağım sana derdim. Neyse,  oturmayı bir vücut formuna dönüştüren ilk araçlar bildiğimiz kadarıyla eski Mısır’da yapıldı, günümüze kalan resimlerden, heykellerden biliyoruz. Firavunun tahtında oturması, sıradan yaşamda çömelmekten, devrilmiş bir ağaç gövdesine, bir taşın üzerine oturmaktan çok farklıydı. Firavunun oturması bedenini oturduğu aracın formuna sokması, onunla özgün bir duruş kazanması anlamına geliyor. Ve bu tür oturma diğer insanların ayakta durmasıyla kontrast oluşturduğu için hakimiyeti deklere eden bir mesajdı. Günümüzde oturanlar, ayakta duranlar karşısında kadim çağlardan gelen bu ayrıcalıklı statü mirasını da sürdürürler.

 

Ama oturmayı kral, firavun, imparator vb hükümdarlar karşısında demokratikleştiren aparat da sandalyeydi.

 

Sandalyenin tarihi bir anlamda demokrasinin de tarihidir. (İlk üretimde alt sınıflar kısa bacaklı taburede oturuyorlardı.)

 

Sandalye ilk başta muhtemelen tahtın alternatifi olarak değil taklidi olarak üretildi. Taklidin ironize edici tarafı önemli burada, yerini alıp yaygınlaşması daha sonra. Batı’dan Uzak Doğu’ya sandalye ihracı 13. yüzyılda başlıyor. Çin’de hemen benimseniyor. Ama Japonya sandalyeyi asla kabul etmiyor. Neden? Bu soru büyük tarihçi Braudel’i okurken aklıma gelmişti. Acaba Japonlar Batılı misyonerlerin kendilerine empoze etmeye çalıştıkları Hıristiyanlığa karşı dirençlerini yine Batılı sandalye üzerinden antipatileriyle mi sembolize ettiler? Gerçi Japonlarda oturma hakimiyeti yerden yükseltiyle değil topoğrafik yön konumuyla belirleniyordu.

 

Portatif sandalyelerin mekanla kurduğu eğreti ilişki… Eğreti kavramını da değiştiren bir ilişki bu.  Portatif sandalye konduğu yeri (orada durduğu sürece) muhkem kıldığı için eğreti kavramını  ayakta duranın üzerine yıkıyor. Oturan kalksa bile sandalyenin saltanatı sürüyor. Yalnız küçük bir kusuru var portatif sandalyenin, içinde oturanın poposu aşağı çöküyor, bu da bedenin olması gereken ihtişamını zaafa uğratıyor. Belki de bu yüzden portatif sandalyede oturanlarda bacak bacak üstüne atma yaygın, bir de gölgede güneş gözlüğü.



 

 

29 Nisan 2023 Cumartesi

ÇİFT ANLAM

 


Odunları tepeden dönerken gördüm, anayola inince hâlâ aklımdaydı. Fotoğrafını çekmediğim için hayıflandım. Ertesi gün kasabaya tekrar gelince yağmur altında odunlara kadar yürüdüm. İşim neydi? İşte bu fotoğraf o fotoğraf.

 

Umarım uzun uzun bakmazsınız, fotoğrafın sanatsal bir değeri yok, tesadüfen de olsa yok. Gerçi fotoğrafta diğer sanat dallarına göre tesadüfün rolü daha büyüktür. Buradaki tesadüf başka.

 

Fotoğrafta bulduğum şey iki ağacın arasına istif edilmiş odunlar gibi çevreci bir kontrast sunmuyor. Bunu baştan elemiş olayım. Eyvallah.

 

İki ağaç arası boşluk odunların yayılacağı hacmi belirlemiş. Odunlar tek taraftan ağaçlara yaslı ve istifli. İlk dikkatimizi odunların kapladığı alana ya da işgal ettiği yere verelim. Galiba işgal sözcüğü anlatmak istediğime daha uygun.“İşgal” diyorum çünkü burası yola ait, derme çatma da olsa bir yaya kaldırımı var; ve kamunun malı bir bank, oturup eğleşme yeri, artık ne derseniz. Kaldırımın karşı tarafında bitişik nizam tek katlı evler. Ama siz onları görmüyorsunuz. Odunların bu evlerden birine ait olduğunu varsayabiliriz. Muhtemelen odunun tam karşısındaki eve. Bir tahmin yürüteyim, ev sahibinin bu odunları koyacak yeri yoktu. Bunlar masum ilişkiler, ilk başta “işgal” sözcüğünü aklımıza getirip tepkimizi çeken şeyler değil. Henüz ilişkiyi nesneler arasında görüyoruz. Aradığım şey başka, devam edeyim.

 

Havanın yağmurlu olması odunların üstündeki naylonun tam da işlevini yerine getirdiği an. Keza üzerindeki odun parçaları ağırlık yaparak naylonun rüzgarda uçmasını engelliyor. Ama Karadeniz’de rüzgardan ötürü yağmur hep çapraz yağar, odunlar yanlardan illaki ıslanır. Odunların boyutuna dikkatinizi çekmek istiyorum şimdi, odunlar upuzun, sobaya girmesi için kesilmeleri gerek, belki de gelecek sene için ayrılmış. Demek ki naylonun varoluş dayanağı sayabileceğimiz aklımıza gelen rasyonel gerekçeler muallakta kalıyor. Bunları da eliyorum. Madem eleyecektim niye yazıyorum değil mi? Elemek bir muhakeme tarzını çürüğe çıkarmak değil burada, amacım asıl söylemem gerekenin ışığını parlatmak. Altın kuyumcunun vitrininde başka parlar, molozların içinde başka. 

 

Peki.

 

Şimdi geliyoruz çift anlama. Çift anlam, bir sözcüğün mecaz anlamı ya da yan anlamı değildir. Daha çok cümlelerin ve davranışların içinde gizlidir. Duble anlamdır. Anlamlar arasındaki birbirini beslemeyi simbiyotik yaşama benzetebilirim. Tıpkı simbiyotik ilişkide iki ayrı canlı türünün birbirinden yararlanarak ortak yaşam sürmesi gibi. Yine de simbiyotik benzetmesinin anlatmak istediğimi ideal biçimde temsil ettiğinden kuşkuluyum. Çünkü çift anlamdan en az birisi kaypak  anlamdır. Örneğim naylon, örtü ama sadece yağmurdan korumuyor hırsızlardan da koruyor. Bu kadar savunmasız bir örtünün hırsızdan koruması?.. Hırsızlığı özellikle birilerinin yaptığı suç olarak düşünürsek örtü insanlarla odun arasına koyduğu sembolik mesafe sayesinde bir ihlal hassasiyeti yaratıyor, diğerini düşeceği hırsız olma pozisyonuna karşı uyarıyor. Dur bakalım bu sözü anlaşılır biçimde yeniden söylemeliyim galiba, yani diğerinin nötr varlığı odunun varlığıyla bir çalma eğilimi haline geliyor. Hırsız değilken bile çalma eğiliminde olmak nasıl bir ruh hali? Aslında gözetlenme duygusu. Durduk yerde suç potansiyelini imal etmek ve diğerini olası suçuna karşı ikaz etmek de diyebiliriz. Güvenlik kamerası da aynı mantığa dayanmaz mı, bir şeyin çalınması kadar çalınmaması da izlenir, herkes kendi masumiyetini üretir; çalmanız için önce güvenlik kamerasını çalmanız gerekir. Örtünün dile gelmeyen ama herkesin anladığı çift anlamı da burada saklı zaten. Örtü sahiplik ilişkisini başlatıyor ve diğerini suç/masumiyet tarafına itiyor. Kamusal bir yeri işgal etmesi  yaya olarak odunların yanından zararsızca geçerken benim masumiyetim üzerinden kendini aklıyor. İşgal edebildiği için aklınıza “kamu” gelmiyor, siz yabancısınız orada… Hızlı gittim. Son cümle öncesinde sormam gereken bir soru vardı atladım, şimdi sorayım. Çift anlam, kendi bünyesinde barındırdığı her iki anlamın da anlaşılacağı konusunda neden bu kadar kendinden emindir?

 

Şimdi fotoğrafa tekrar bakalım ve durumu daha şeffaf biçimde ortaya koyalım:

1.       Naylon örtü odunları yağmurda ıslanmasın diye koruyor.

2.      Naylon örtü ve odunların istifli hali sahipli olduğunu gösteriyor… Burada bir anımı araya sıkıştırayım. Bir zamanlar öğretmenlik yaptığım köyde özellikle kış aylarında fırtına ve yağmurla azan dalgaların kıyıya getirdiği odun parçalarını toplamaya sahile inerdim. Benim için hem yürüyüş hem de kısa günün kârıydı. Çocukluğumun geçtiği sahil kasabasından kalma bir alışkanlık. Kütüklere ağaç köklerine dokunmazdım. Onlar Mahmut’undu. Sessiz Mahmut. Mahmut onları bir yerlerine çaput bağlayarak sahilde biriktirirdi… Çaput olmasa bile eğer iki odun üst üste konmuşsa bilirdim ki bu odunlar Mahmut’un. Ben Mahmut’un rakibi değildim ama sanıyorum o beni rakibi olarak görüyordu. Mahmut’a selam verirdim Mahmut merhaba yerine “Errabba!” derdi. Vantrolog gibi, dudağını kıpırdatmazdı. Dudağını kıpırdattığında da sesi çıkmazdı, muhtemelen küfrederdi. Kime olacak, bana.

3.      Odun bulunduğu yeri işgal ediyor. Mahmut’un odunlarından uzak dururdum. Uzak durmayı düz anlamıyla anlayın lütfen. Odunların bulundukları yer Mahmut’un yeriydi. Mahmut’un odunlarının iki metre uzağından yürürdüm. Sonra Mahmut bir gün gelir odunlarını parça parça traktörüne yüklerdi, sahil yeniden anonimleşirdi.

           

Çift anlamın içinde bize iletilen asli bir anlam var. İlk anlamların uzantısı olmadan ve dile gelmeden bizi kendine çekiyor. Üstelik aklımızla oynayarak yapıyor bunu. Çift anlam nasıl anlarsan öyle anla gibi çoklu anlamın bizi özgür bıraktığı bir durum değil. Diğer anlamlar çift anlamın kurgusal unsurları. Dolayısıyla çift anlamın “çift” sözcüğüyle yarattığı çoğul karakter bizi yanıltmasın, gerçekte diğer anlamların içinde kamufle olan tek anlam var.

 

 Herhalde anlatabildim. Başka bir örnek vereceğim.

 

Bu örnekle karşılaşmam da bir tesadüf. Biraz üzerine gittim biraz da spekülasyon yaptım.

 

Almancada  ‘Halz und Beinbruch’ motomot çeviride boynun ve bacağın kırılsın anlamına gelirken (bizde ‘boyu devrilesice’) deyim anlamı ‘iyi şanslar’ demektir. İbranice konuşan Yahudilerin ‘Harzlacha we berache’ deyişiyle ses benzerliği vardır. Ama İbranice ‘Harzlacha we berache’ hem motomot hem de deyim anlamıyla başarı ve bereket dilemektir. Bir Yahudi diğer Yahudi’yi yolcu ederken  başarı ve bereket diler, gayet makûl. Peki bir Alman neden boynun ve bacağın kırılsın derken bunun iyi şanslar dileme olarak anlaşılmasını ister? Şimdi burada önce kendi spekülasyon kotamı kullanıyorum: Soykırım öncesi Yahudilerle bir arada yaşayan Almanlar Yahudilerin iyi dilek sözünü ses benzerliğiyle kendi dillerinde iğnelemeye, düşmanlığa çeviriyorlar. Yahudilerin de olduğu bir ortamda bir Alman diğer Alman’a ya da bir Yahudi’ye ‘Harzlacha we berache’ ses benzerliğiyle ‘Halz und Beinbruch’ diyor. Almanca  söz deyimleşirken kendi geçmişini unutuyor. Bugünün Alman etimologları ise dilin taşıdığı bu lekeden kurtulmak için başka bir argüman üretiyorlar: İnsanlar kadim çağlardan beri olumlu bir şey meydana gelmesi için olumsuz bir şey dileyerek kötü ruhları kandırmaya çalışır. Aksi takdirde dileklerinin tersine döneceğinden korkarlar, denizcilikte başarı dilemenin direk ve sac kırılması şeklinde söylenmesi gibi (Mast und Schotbruch). Antisemitizm sırasında üretilen çift anlam ve daha eskiye giden etimolojik çift anlam.

 

Bu yazı bitmedi.

 

İnsanların mekânla ilişkileri çift anlam yüklü. Nerede olurlarsa olsunlar. Mukim olmak muhkem olmak…




18 Nisan 2023 Salı

Mami Dede

 


Bir gün köyüne döndü tek başına yaşamaya başladı.

 

Ev diye kaldığı bir damdı aslında. Kapısı açıktı, kafamı uzattım, girişte piknik tüpün başına çömelmiş çay demliyordu. Belki ellerinden vücuduna yayılan sıcaklık işini uzatıyordu. Selam verdim. “Merhaba Hocam.” dedi. İçeriye doğru karanlıktı. Karanlık, küçücük kerpiç evine bir derinlik vermişti. Penceresi yok muydu? Sormadım. “Otur” dedi, yerdeki tabureyi duvar dibine itti.

 

Mami dede diyorlardı. Hayattan yorulmuş, yaşı unvanını ele geçirmiş bir Alevi dedesi. Sürekli üşüyormuş gibi bir hali vardı, bir de insanı tersleyen acısı. Güldüğünü hiç görmedim, nezaketen bile olsa gülmezdi. İnsanlar iki tarafın da beklentisi olduğu için gülerler. Mami dede beni gülmemeye alıştırdı.

 

“Demek burada yaşıyorsun,” dedim. “Ne yaparsın Hocam.” dedi. Kendini anlatmaya hiç hevesli değildi, derisi incelmiş kahverengi ellerinden gözümü alamıyordum, bileğine doğru mor cılız damarlarından... Akşamları komşulardan birine yemeğe gidiyor, ısınıyor gece evine dönüyordu. Gördüğüm kadarıyla sobası yoktu. Gözlerim karanlığa alışınca fark ettim holün dibinde bir yatak yığını. Sanki ölmeye gelmişti buraya.

 

Başkasından duydum, hanımı geçen yıl ölmüş. İstanbul’da çocukları varmış ama onların yanında fazla kalamamış.

 

Üç yıl sonra sömestr tatilinde Haydarpaşa’dan Kars trenine atladım tekrar geldim köye. Kar yağıyordu. Sormasam kimse sözünü etmeyecek gibiydi, Mami dede ölmüş.

Bazı ölümlerin yaygarası yoktur.

Bazen soru katildir.





15 Nisan 2023 Cumartesi

'SAYIN...'


 


 

 

Fransa’da kurtuluş kutlamalarında Cumhurbaşkanı E. Macron kendisine “Ne haber Manu?” diye hitap eden gence “Bana Sayın Cumhurbaşkanı diye hitap edeceksin.” demiş. Türkiye’de ise sözcük direkt muhatabının dışında dolayımla korunabiliyor. Bir sokak röportajında izlemiştim, konuşmacı “Erdoğan” deyince dışarıdan biri “Terbiyesizlik yapma, Sayın Cumhurbaşkanım diyeceksin,” diye araya girdi. Bir tür isim bekçisi olarak.

 

Özel isim çağrıdır. Hepimiz çağrılırız. Öte yandan hepimiz hakkında konuşulan kişileriz. Özel isim bizi imler. Şöhretli insanlarla sıradan insanların birbirini tanıması eşit olmadığı için özel isim birinde aleniyetin diğerinde sen kimsin sorusunun karşılığıdır. Şöhretli kişilere isimleri onu tanıyanlar tarafından verilir.  Tekrar, bir tür armağandır.

 

Popüler kişilerle şöhretli kişiler arasında bir ayrım yapmak gerekir. Özel ismin iki değişik kullanımı beni buna zorluyor.

 

Tarkan’ın soyadını çoğu insan bilmez, Tarkan deyince herkes tanır. Onun özel ismi sanki bir dönem başlayan akımla özel ismi de temsil eden marka isim olmuştur. Solo şarkıcıya uygun solo isim, ya da solo isimlerden oluşmuş grup; Mazhar Fuat Özkan gibi. Tekli isim aklımızda senli benlilik çağrıştırıyor ama tanıma tanınma ilişkilerinden ötürü hitap eşit gelişmiyor. Özel ismin bir tanınma tarafı var bir de hitap tarafı.

 

  Diyelim bir hayranıyla Tarkan  ayaküstü  konuşuyor:

 

Hayran: Tişörtümü imzalayabilir misiniz? Bakın kalemim de yanımda.

Tarkan: İsminiz ne?

Hayran: Muazzez.

 

Tarkan tişörtün omuz kısmına Muazzez’e sevgilerimle yazar ve imzalar. Burada popüler tanıma-tanınma ilişkisinin eşitsiz halini görüyoruz. Yüz yüze karşılaşmada popüler olan diğerinin ismini yeni öğreniyor, diğeri popüler olanın ismini zaten bildiği için ona ismi yerine ‘Siz’ diyor.‘Tarkan’ dese kaba olacak. Senlibenlilikte birine izin var diğerine yok. Özel ismin ancak söylenmemesiyle özel olduğu garip bir durum. Daha garibi Muazzez tişörtünü göstererek ancak arkadaşları arasında ‘Tarkan’ diyebilirken Tarkan Muazzez’i unutacak.

 

Futbolcular ta baştan beri tek isimlidir. Onlarda şöhret ve popülarite ayırt edilemez. Tanju, Rıdvan, Lefter vb. Neden? Soruyu soruyor ve bırakıyorum.

 

Anaokulun ya da ilkokulun birinci gününü hatırlayalım, tanışma faslı gözümüzün önüne gelsin. Öğretmen ismini soy ismini söyler, sonra öğrenciler tek tek isimlerini soy isimlerini söylerler. Bazı uygulamalarda öğrencilerin isimleri öğretmen aklında tutabilsin diye  yaka kartlarına yazılıdır. Öğretmen kendiliğinden bir tasarrufa gider, soy isimleri kırpar öğrencilere hitap ederken sadece isimlerini kullanır (Batı’da kırpma işlemi isimler üzerinden yapılır, bu da ayrı bir yazı konusu); aynı isimde olanları belki soy isimleriyle beraber. Öğretmen ise özel isminden sıyrılır ‘Öğretmenim’ olur. Özel ismin sıradanlaştığı genel ismin ise yüceltildiği bu durumu nasıl açıklayacağız? Ters bir durum gibi görünüyor. Bir çözüm buldum galiba. Anne, baba da genel isim ama çocuk sadece bir kişiye anne veya baba diyerek (başka kişilere anne baba dendiğinde sözcük otomatikman lâkap haline geliyor, Süleyman Demirel’e ‘Baba’ denmesinde olduğu gibi) genel ismi özelleştirir. ‘Öğretmenim’ sözcüğünde im sahiplenme eki kelimenin gerçek anlamıyla kısmen böyle bir özelleştirme halidir. Dil bu tuhaf kullanımlarıyla bize nezaket dersi de vermiş olur.

 

Politikacılarda şöhret ismi ve popüler ismi bir arada görüyoruz. Şöhret ismi Recep Tayyip Erdoğan, popüler ismi Reis; şöhret ismi Kemal Kılıçdaroğlu, popüler ismi Bay Kemal vb. (Şöhretli olup da popüler ismi olmayan politikacıların yapıntı ciddiyetleri sorgulanabilir.)

 

Politikacılarda ve yüksek bürokratlarda özel isimleri bütün haliyle söylenir. Ne isim tek başına ne de soy isim tek başına. Öyle ki özel isim bir terkip haline geldiği için tek tek ismi yutar ve tanınmaz hale getirir. Recep Tayyip Erdoğan bir türlü ‘Recep’ olamaz. Düşünsenize ‘Recep’ sadece ‘Recep.’ Böyle yalın haliyle söylerseniz küçümseme kastı oluşuyor. Bir başka garip durum değil mi: İnsanın kendi özel ismiyle küçümsemeye maruz kalması?.. Neyse savcıları uyandırmayalım yeni bir hakaret davamız olmasın. Ama Derrida’nın kulaklarını çınlat, onun özel isim hakkında yazdıklarını hatırla; o zaman soralım küçümsenmeye tepki mi eşitlenmeye yasak mı?

 

Amaç her türlü senlibenlilik eğilimini bertaraf etmek. Özel ismin kurucu olduğu informal mesafeyi (soğukluğu da diyebilirim) inşa etmek. Bu yüzden özel isme takviye geliyor: ‘Sayın.’

 

İlk Atatürk kullanmış. 1 Kasım 1934’te Meclis’i açarken milletvekillerine “Sayın TBMM üyeleri” diye seslenmiş. Ama “Sayın” hitabını yaygınlaştıran B. Ecevit.

 

Sözcüğün etimolojisine hiç girmeyeyim. Bu konuda naçizane kendi görüşüm olsa da şimdilik bende kalsın .

 

Bir sözcük yaygın olarak kullanılmaya başlanmışsa orada sözcüğün önceki anlamından kopan bir değişim de başlamış demektir.

 

Önce taklit. Taklit zamanlamayla ilgilidir ve içinde hep bir geç kalmışlık taşır. Şunu da söyleyeyim, taklit edilen ilgili davranışını sonradan terk etse bile taklit sahibi taklit davranışını sürdürerek de geç kalır.

 

Batı’nın soyluluk unvanları ya da cinsiyetçi bay bayan sıfatlarının ikamesi olarak ‘Sayın.’

 

Sayın sözcüğü sıfat olarak kullanılıyor. Ama özel isimden özerk bir kullanımı yok. Sıfat, önünde nitelediği ismi kaldırırsanız otomatikman isim olur. Mesela uzun adam yerine sadece uzun derken. Aynı işlevi‘Sayın’dan da beklerdik ama olmuyor.  Bu anlamda edata benziyor. Özel isimle bir terkip haline gelmesi ilginç. Nüfuzlu kişilerde özel ismin vazgeçilmez ekipmanı. Tıpkı özel isim gibi ilk harfi büyük yazılıyor. Yazım kurallarına girdiği için kurumsal bir söylenişi var. O zaman sözcüğün bürokrasiden kaynaklı kendi bürokrasisini yarattığını söyleyebiliriz.

 

Batı taklitçisi gibi görünmek istemeyen İslamcılar özünde yine taklit olan başka bir sözcük seçiyorlar: ‘Muhterem.’ Taklidin nazire üzerinden yapıldığı bir başka gariplik. Muhterem Erbakan Hocamız yerine Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. O kadar tedrici ve sinsi olarak gerçekleşiyor ki bu değişim, değişim olduğunu bile fark etmiyoruz. Çünkü devleti yönetmeye başlayan muhteremler devletin dili olan ‘Sayın’ı hemen benimseyiveriyorlar.

 

Artık televizyonlarda bol bol ‘Sayın’ duyuyoruz. Konuşmacı Cumhurbaşkanı Erdoğan diyor, ardından Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan diye düzeltiyor. Bunu bir hata düzeltmesi olarak düşünürsek yanılırız. Kasten ‘Sayın’ı ikinciye saklayarak sözcüğü bir vurgu haline getiriyor. Facebook’tan arkadaşım Nilgün Aras bunun özellikle eleştirilerde yapıldığına dikkatimi çekti. Diğerinin şerrinden korunma bariyeri olarak ‘Sayın.’

 

‘Sayın’ın demokratize eden bir tarafı da var. Birincisi sizin ‘Sayın’ olmanız benim söylememe bağlı, ikincisi sizden çok daha düşük profilli birilerine de ‘Sayın’ diyebiliyorum. Kavramın bu vasatlığı kendi gülünçlüğünü de hapsediyor içine. Bence kavrama anlamını veren bunu söylemek zorunda kalma durumu. İroni de tam burada zaten, söylemek zorunda olmanın nezaket gibi görünmesi…

 

Yukarıdaki fotoğrafta Erdoğan’ın sağında 10 kişi (arkada sırtı dönük kişiyi saymazsak) solunda 9 kişi var. Erdoğan aritmetik olarak ortada değil ama geometrik olarak tam ortada. Bir de ellere bakın. Kendilerine verilen biblo formunda ödülü tutan eller aynı zamanda itaat formunda.  Yalnız, kadının yanındaki kişi işi bozuyor, o kişi aritmetik fazlalık olabilir. Bence 'sayı'nın 'Sayın'la ilişkisini bu fotoğraf çok iyi anlatıyor.