26 Aralık 2020 Cumartesi

Sokaklarda...

ÇALGICILAR



                                           


Ekmek almaya diye çıktık. Yol boş.

 

Ç. klarnet sesi mi bu dedi. Evet klarnet, Marmaray’ın karşı tarafından geliyor. Yürüdükçe ezgi belirginleşiyor, klarnetin bir sonraki hamlesini kestirebiliyorum. Galiba Mustafa Kandıralı’dan. Darbuka eşlik ediyor, klarnetin bir pes altında.

 

Taksi durağının aradan klarnetçiyi görüyoruz, yanında iki kişi. Dokuz on katlı bir apartmanın altında çalıyorlar, kafalarını yukarı kaldırmışlar. Birkaç pencere açık ama görünürde kimse yok. Garip bir şey diyorum Ç.’ye, bir apartmanın altına teklifsizce gidiyorsun ve müzik çalıp onlardan para bekliyorsun. Bu muhakkak gerçekleşiyor. Daha da garip olan diğerlerinin buna hazır olması… İstersen bakalım diyor Ç. Tamam diyorum. 

Marmaray İstasyonu’ndan karşıya geçiyoruz. Klarnetçi ezgiyi değiştirmiş, biri de söylüyor ‘Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler…’

 

Nerede bunlar? Yankı yanılsama yaratıyor. O kadar sıkış tıkış ki binalar. Neyse gördüm, sağımda iki binanın arasında. Açık dış kapıdan onları izliyorum. Beni gördüler. Gülümsedim, maskeden belli olmamıştır. Yanlarına gittim, Ç. gelmedi. Klarnetçi çalıyor, darbukacının biri söylüyor, diğeri boşta. Niyetimi hemen belli etmek için güzel dedim. Telâşlı ve çabucak bir güzel. Boşta olana sordum, böyle gezilere daha önce de çıkıyor muydunuz, yoksa pandemiden ötürü mü? Pandemiden dedi, harçlığımızı çıkarıyoruz. İkinci katta şişmanca bir kadın sigarasını tüttürüyordu. Arada bir apartman daha varmış, bir çocuk yukarıdan bir adamın buruşturarak attığı parayı yakaladı. Çocuk da sizden mi dedim. Evet, dedi. Peki çalacağınız parça için istek geliyor mu? Hayır kafamıza göre biz çalıyoruz. Elimi cebime soktum 10 lira çıkarıp verdim. Hoşuma gitti dedim.

 

Kendiliğinden oldu bu (hayatımda ilk kez). Soru şu: Bu para neyin karşılığıydı?

Sokak arasında birden peydahlanan müzik. Diğerinin kulağını ele geçirme. Bunda zoraki bir işgal yok, kulak duymaya teşne (aslında farklı ve yeni olanı ayırt etmeye), biri ayağına gelmiş ve senin için bir şey çalıyor. Sen kendini iyi hisset diye. Gerçekte kendini iyi hissetmesen de mesaj bu. Diğeri de buna uygun davranıyor, ücretini ödüyor. Bir tür değiş tokuş. Ama metalar arasında değiş tokuş değil, iyi niyetler arasında değiş tokuş. İki elimi havaya kaldırarak vedalaştım onlarla, keşke maskemi de hafif indirip gülümseseydim, yolda aklıma geldi…

 

Tam tahıllı ekmek aldık…

 

Önümüzdeki yıllarda tuhaf meslekler çağı başlayacak, ara meslekler… icat gibi, proje gibi, ama madun meslekleri… diğerinin ruhuna sızma meslekleri... Wilhelm Genazino romanlarında birkaçını yazmıştı.


                                           

                                            DAYI



Hastane durağında otobüsten iner inmez yirmi yaşlarında esmer biri “Ya dayı Sancaktepe’ye buradan otobüs kalkıyor mu?” dedi.

 

Soğuk havaya göre ince giyinmiş, üzerinde mont ve bisiklet yaka tişört. Üşümek hareketlerini çabuklaştırmış olabilir, iki ayağı üzerinde yaylanıyor. Dikkatim ‘dayı’ sözcüğünde Sancaktepe’yi duymadım bile, birazcık yanaştım gözlerimi gözlerine diktim, ama kalenderliği elden bırakmadım. “Ne o durduk yerde akraba mı çıktın benimle, dayı mayı lafları.” Güldü. Gülünce maskesi burnundan kaydı. Devam ettim, ben de maskemi hafifçe ağzıma kadar indirdim “Dayına benziyor muyum?.. Dayını mı özledin?” dedim. Gülüştük, güzel gülüştük.

 

“Neresi demiştin?”

 

“Sancaktepe.”

 

“Bilmiyorum… bilmiyorum,” dedim. İkinci bilmiyorum opsiyonel, sanki hatırlamaya çalışmakla, yardımcı olamamanın mahcup karışımı bir es. Aslında ona fazla yüklendiğimi düşünmemin bedeli olarak iyi olma oyunu…

 

Gelelim “dayı” lafına. Birkaç kere oldu böyle. Yüzüme çarpan ilk etki maraz.

 

Sözün pervasız bir tarafı var, küçümseyici ve belli belirsiz bir kaçamakla saygı gibi  çift anlama da bürünmüş (dayı=yaşa hürmet). Hız ve anlam tam kaynaşamamış yine de. Sözün meşruiyeti başkalarında defalarca denenmesinden kaynaklanıyor, direkt hitap, emrivaki biçimde seni diğerine baktırıyor, zaten gayri ihtiyari bakarak (belki de işin en rencide yeri burası), birden onun hitabını kendin olarak teyit ediyorsun…

 

Aksini düşünelim, mesela ‘Bakar mısınız?’ ya da ‘Af edersiniz?’ giriş sözüyle kıyaslayalım bunu: ‘dayı’ hitabı ortak mekânı kendi tarafına çekiyor, elinden alıyor; senden önce orada bulunmayı mekân sahipliği hakkına dönüştürerek. Sana bir ‘dayı’lık payesi veriyor ama bunu önce yabancılayarak yapıyor.

 

Dayı: Bir kuşak şovenizmi. Hem lâkap hem de genelleme...

 

Tabi burada bir seçim de var. İlgili gencin bu dayı lâfını herkes için kullanmayacağını biliyorum. Mesela polise, atletik vücutlu iyi giyimli üstten bakan birine söyleyemez. Seni belli kategoride insanlardan imtina ettiği bir hitaba lâyık görüyor…

 

Peki ‘dayı’ derken tanımladığı sadece ben miyim? Hayır, öncelikle kendisi… kendi cüretini mimliyor. Bunu yapabiliyor… söz ağzından hapşırır gibi çıkıyor…


Aslında sözün naif tarafından söz etmedim. Nihayetinde bir taşra dili bu, özellikle kasabalının köyden gelene söylediği, yerele avantaj tanıyan bir hitap. Ama genellikle diğeri bu hitaba aşina, kabul ediyor ve ilişkinin ara protokolü atlanıyor. Hızla ilgili yani… Bağışladım gitti.



                                           POŞET TAŞIMAK

                                           




Okula uğrayayım dedim. Ne zamandır gitmemiştim. İçinde eczaneden aldığım suda eriyen D vitamini kalsiyum tableti olan küçük ilaç poşeti taşıyorum. Yolda tuhaf bir şey yaptım. Buradaki ‘tuhaf’ sözcüğünün zamanlamayla ilgili olduğunu baştan söyleyeyim: daha önce tuhaf olmayıp şimdi tuhaf… iki aşamalı tuhaf. Küçük poşetin kulpundan tutmuşken, parmaklarımı aradan çekiyorum ve poşeti yarı belinden kavrıyorum. Bu beni rahatlatıyor. Ama buradaki rahatlama fiziksel bir rahatlama değil, erkeksi bir rahatlama. Bu birinci tuhaflık. İkinci tuhaflık gecikme hissi, bunu daha önce de yapmıştım ama ancak şimdi fark ediyorum. Maskenin arkasında kendi kendime konuşuyorum: Poşet taşımanın böyle erkeksi bir kodu mu var? Aslında hem var hem yok. Dile dökülmüş değil. Öyleyse ben bunu başka hemcinslerimden taklit ediyor olmalıyım. Belki. Yine de sormam gerek, poşetin bu taşıma biçimi erkeksiliği nasıl vurguluyor olabilir? Ya da poşetin kulpundan taşınması kadınsılığı nasıl üretiyor?

 

 

Poşet taşımayı sevmem, galiba kimse sevmez. Poşet taşımak bedensel bütünlüğü bozuyor. Heinz Kohut’un sözcükleriyle söylesem daha mı iyi, poşet ‘kendilik halini’ berhava ediyor. Biraz gözlemledim, erkekte ve kadında farklı halleri var:

 

Erkekler poşet taşırken bakışlarını daha çok kaçırıyor. Hedefe kitlenmiş oluyorlar, ağırlığın hızlandırıcı etkisi ek külfet mesela. Aksine kadınlar daha yavaş, evine rızık götürmenin rahatlığıyla yürüyorlar.

 

 

Erkekler poşet taşırken yüzlerinde fazladan bir öfke. Baş aşağıda, göz kapakları daha da aşağıda; bu hem diğeriyle göz temasını önlüyor hem de yarattıkları bu loş ortama yüzlerini gizleyerek sığınmış oluyorlar.

 

 

Erkekler poşeti vücutlarından ayrıksı tutuyorlar. Poşetle zoraki bir ilişkilerinin olduğunu belli ediyor bu. Poşet kadınların vücuduna daha yakın, yürürken poşete sürtünüyorlar.

Biraz daha dikkatli baksam başka şeyler de çıkar.

 

 

Bir zamanlar erkekler için üretilen butik mi desem saplı küçük el çantaları vardı. Hâlâ tek tük de olsa rastlıyorum. Erkeklerin bu çantayı taşırken adımları kısalır ve sıklaşırdı, vücutları olduğundan daha dik bir şekle bürünürdü. Ya da boşta kalan elleri ceplerinde hafifçe boyunlarını eğerlerdi. Bütün bu değişikliği çanta yapardı, çanta efemine bir görünüm verirdi onlara. Aklıma Ankara’da öğrencilik yıllarımda kapıcıların dairelere erzak taşıdığı sepetler geldi. Kapıcılar iki türlü taşıyorlardı bu sepetleri, boşken, yani bakkala giderlerken kulplarından tutarak; bir de sepet dolunca kulpu dirseklerini bükerek kollarına geçirerek. Sepetin bu şekilde hafif bel kenarı desteğiyle hafifletilmesi ve bedenin bir yana kaykılması onlara kadınsı bir hava veriyordu. Sanıyorum Gül Özyeğin’in(1) kitabında okumuştum, kapıcıların en çok utandıkları şeymiş bu. Kapıcıların eşleriyle yaptıkları iş bölümünde kadın ev işleri ve apartman temizliğini yaparken erkeğe dış işler kalıyordu. İşte bu dış işlerin sepet kısmı cinsiyetçi rolü her seferinde dumura uğratıyordu. (Şimdi ilgili kitaba tekrar baktım, altını çizdiğim satırlarda sözünü ettiğim bu konuyu bulamadım. Belki başka bir yerde okudum, bilmiyorum. Ama kendi gördüklerim sahihtir.)

 

 

Bir erkeğin gerçekte homoseksüel olmadığı halde efemine görünme eğilimi bir modernizm yanılsaması aslında. Efemine cinsel bir form değil burada, bir davranış formu. Kadınlara daha yakın olmak için onlara benzeme çabası, erkeksi budakların törpülenmesi... Taşra-kent karmaşasıyla yeniden düşünülebilir. Bu tür erkeklerde sözcüklerin kabasını alarak fonetik bir nezaket elde etmek gibi özel bir kibarlık çabası da eşlenerek gözlenebilir.

 

 

Eczane poşetini insiyaki bir kararla belinden kavramam belki de bu çantanın çağrışımı. Aradığım itici kod bu olabilir. Poşeti kulpundan taşıdığınız kol sabitleniyor. Oysa poşeti kavradığımda iki kolum da hareket halinde. Şimdi denedim bile. Ne yani kolum özgürlüğüne mi kavuştu? Özgürlük demeyeyim de daha hakim bir yürüyüş sağlıyor bu tutuş, poşeti eğretileştiriyor. Ona bağımlı değilim, emrivaki bir ilişkim var onunla...


(1)Gül Özyeğin, Başkalarının Kiri, İletişim Yayınları, 2005, İst.



 


19 Ağustos 2020 Çarşamba

Küçük Şeyler

KÜÇÜK BUZDOLABI

Yaşlı adam kendisi için aldığı ve buzdolabına koyduğu yiyecekleri ev ahalisinin bitirdiğinden yakınıyordu. Evin küçük odası ona aitti, hayatında bir değişiklik yaptı küçük bir buzdolabı satın aldı. Artık kimse yiyeceklerine dokunamıyordu. Bana bu hikâye anlatıldığı zaman yaşlı adamın küçük buzdolabının çalışma sesi eşliğinde huzurla uykuya dalışını hayal ettim. Çünkü daha önce onu hastane odasında tek başına yatarken ziyaret etmiştim. Buzdolabından bana su ikram edişi, peçeteyle buzdolabının içindeki su lekesini silişi gözümün önüne geldi. O sırada bir an gördüklerim: ilaç kutuları, meyve suları, rengarenk ambalajlarıyla bisküvi türü yiyecekler, hatta kolonya şişesi; her şeyi düzenli biçimde yerleştirmişti. Yani yeni bir buzdolabı almasının ona ait yiyeceklerin ev ahalisi tarafından tüketilmesi gerekçesi tam doğru değildi. Evinin odasını hastaneye çevirmişti. Ancak böyle iyileşeceğini sanıyordu.



KÜÇÜK HİLE

Et reyonunda bekliyoruz, tezgahtar adam sol başta eleman bir kızla konuşuyor, elleri bir şeyle meşgul. İşini bırakıp (ya da kızla konuşmasını bırakıp) bizimle ilgilenmesini bekliyoruz. Ve bekliyoruz. Adam tezgâhtan çıkıyor etrafımızdan dolanıyor ‘Buyrun’ diyor. Galiba ben tam ‘Bakar mısınız?’ dediğim sırada. ‘İki yüz elli gram kıyma’ diyorum. ‘Hangisinden?’ diye soruyor. ‘Az yağlı olsun.’ Tezgâhtarın kastettiği belki de kuzu mu dana mı olsun sorusu. Ç.’ye bakıyorum,  dolaptaki eti işaret ediyor. Adam kıymayı tartıyor, ‘Üç yüz on iki gram’ diyor. ‘Tamam’ diyorum. Bu tür gramaj fazlalıklarını onaylamanın sınıfsal bir anlamı var. Hep aynı tongaya düşüyorum. Kıyma her zamankinden daha kırmızı. Adam ‘Yağlı yağsız, keçi, koyun, inek peynirlerimizden ister misiniz efendim?’ diyor. Adamın hürmetinden biraz şaşkınım, sesi duyabileceğimden daha yüksek.

Migros’tan dışarı çıkıyoruz, Ç. anlatıyor: ‘Adamın kıymayı  ilk çekişinde kıymanın rengi bir tuhaftı, onunla göz göze gelince kıymayı kabından aldı tekrar çekti, sonra da bize şu bu peyniri ister misiniz diye şirinlik yaptı.’ Ç.’nin kıyma hilesini fark edişine karşılık adamın telafi hamlesi. Hileli eti bize verseydi kendine hiçbir maddi kazanç sağlamayacaktı. Ama müdürü nezdinde başı sıvazlanacak bir işçi olacaktı. Ama böyle bir hileyi yapabilmeye ehil olması daha fazla tatmin edici galiba. Şirinlik bir tarafta telâfi, bir tarafta ödül. Şirinlik her halükârda onun varoluşu. Adam Şafak Sezer’e benziyordu.



KÜÇÜK TEKRAR

‘Güzelliğin yanlışlanabilirliği.’ Aşk söndükten sonra herkesin başına geliyor. Ya da bir sanat eserinin ilk etkisini hatırlamanın o sanat eserinin varlığından bağımsız huşû hali. Hatırlamak sanki bu huşû halin muhafazası. Sonra yeniden o sanat eseriyle karşılaşınca insan hayal kırıklığına uğruyor ve o ilk etkiyi (içimizde kök salmış) ne yapacağını, nereye koyacağını bilemiyor. Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını yeniden okurken başıma geldi bu. Bir korku filmini yıllar sonra ikinci kez izlerken artık korkmamak gibi.



KÜÇÜK AŞK

Yıllar önce oldu. Bahçe kapısının kapanış sesini duyunca pencereye gittim. Siyah ıslak saçlı kızı bir an profilden gördüm, yüzünün ciddiyeti çekti beni. Saçı boynunu kapatıyordu ancak. Açık alana geçti, sonra ağaçların arasına. Bir görünüp bir kayboldu. Dizlerinin üstüne gelen kırmızı bir etek giymişti ve beyaz bir atlet, yürüyüşü çok güzeldi. Bir yürüyüş nasıl tarif edilir ki? Sola kıvrılan yola saptı ve yitti. Ama geri dönecekti, herhalde burada bir yerde oturuyordu. Dikkatim başka şeylere mi kaydı yoksa onu bahçe kapısının sesiyle özdeşleştirdim de bir daha kapı mı açılıp kapanmadı bilmiyorum. Sonraki günlerde bahçenin demir kapısının her sesini duyduğumda pencereye koştum. Kızın arkadan gördüğüm yürüyüşü (hafıza yürüyüşün özgünlüğünü arkadan algılar) ve giydikleri o kadar bütünleşmişti ki zihnimde, bu kızı sonra cepheden görmüşsem bile tanıyamamışımdır.




KÜÇÜK ENTELEKTÜEL

TRT2’de Kelimeler ve Şeyler programında üç yazar... Aklımda sadece o sırada o konuştuğu ve altyazı geçtiği için Aykut Ertuğrul’un adı kaldı.  Programın adı Foucault’nun malûm kitabının adını taşıyor. Herman Melville’in Katip Bertleby romanı üzerine konuşuyorlardı. Belli ki hazırlıklı gelmişler, kitap hakkında daha önce yazılmış belli başlı eleştirileri okumuşlar. Harcıalem değerlendirmeler, Bartleby’nin ‘Yapmamayı tercih ediyorum’ sözünün pasif direnişin sloganı haline gelmesi falan. Bir şeyi unutuyorlar, bu kitabın anlatıcısı Kâtip Bartleby değil, onun patronu. Bir kâtip parçasının ‘Yapmamayı tercih ediyorum’ sözünün patron üzerindeki paralize edici etkisi. Yapmamak bir eylem olmadığı halde sözün söylenmesi bir eylem hüviyeti elde ediyor ve söyleyenin bunu hangi saikle yaptığını (yapmadığını) nedensizleştiriyor, kaale alınmayan sıradan birinin göz göre göre kendini sır olarak lanse eden bir iç dünyası oluşuyor… Patron çalışanının sıradan gibi görünen kişiliğini merak ediyor. 19. Yüzyılda yeni bir şey bu… İleride söylediklerime kulak verecek ve arada bıraktığım boşluklardan sıkılmayacak birine daha ayrıntılı anlatabilirim belki.

Kendime şaştım, programa katılan bu üç yazarın İslamcı olduklarını anlayamadım. Aslında buna öncelikle kendilerinin şaşması gerekiyor. Şaşırma duygusunu kaybedenden entelektüel olmaz.



KÜÇÜK SAPTAMALAR

Junichiro Tanizaki’nin Nazlı Kar’ı:

Yarı anaerkil bir toplum. Yarı dememin nedeni eniştelerin gelinin tabiiyetine geçmeleri; ama bunu soy olarak değil de ailenin sorumluluğunu üstlenme babında göstermeleri ilginç. Yine de anaerkil yanıltıcı bir sözcük. Enişteler erkek otoritelerini koruyorlar. Baldızların gelin gitmelerinde birinci derecede söz sahibiler.

Çöpçatanlık çok önemli bir kurum. Çöpçatanlar kadın. Bunu bir görev, bir iş olarak yapıyorlar; çiftleri birbirlerinden haberdar etmek, tanıştırmadan önce birbirlerine uygunluklarını belirlemek gibi bir uzmanlıkları var. Bundan maddi bir kazanç elde etmiyorlar. Muhtemelen çiftlerin aileleri nezdinde saygınlıkları artıyor. Nasıl? Biraz daha araştırmam gerekir. Belki de saygınlıktan çok mahremiyete sızmak gibi bir ayrıcalık onları çeken. Çöpçatanlık dolayısıyla bu bilgileri biriktirmek (emanet almak) asıl diğer aileler nezdinde onlara gizemli bir saygınlık veriyor olabilir. Çiftler ayrıca karşı aile hakkında kendi özel araştırmalarını da yapıyorlar. Bu araştırma karşısında defosu olmamak (ailenin herhangi bir ferdi dahil) herkesin titizlendiği bir husus. Mesela gelin-damat araştırmalarında okul devamsızlığı bile kayda değer bir veri. Bu diğerinin ıcığını cıcığını çıkarma halinin Japon toplumunun kendi kendini dizayn etmesinde çok önemli bir rolü olmalı.

Genç kızlar ablasından önce evlenemiyor. Hiç değilse romanın anlattığı 1936-41 arasına kadar böyle.

"Lehçe" acaba doğru bir çeviri mi? Tokyo “lehçe”sinin standart bir dil haline gelmesi. Acaba bu ne zaman başladı? Başka bir şehirden biriyle konuşurlarken adeta motor bir davranışla Tokyo “lehçe”si konuşan insanlar.

Japonların ben zamirini kullanmamaları, tam tersine Batılıların her cümlesinin başına “ben” eklemeden edememelerini küçümsüyorlar.

Batı’yı küçümsüyorlar ama Batı’ya gidip gelmek statü sayılıyor.

Kiraz çiçeklerini izlemenin başlı başına bir gezi konusu olması. İki duygu bir arada yaşanıyor böylelikle: Kiraz çiçeklerinin dökülüşünün verdiği hüzün, belki de çiçeklerin birden gümrah biçimde açmasının verdiği sevinçle ardışıksız birbirine karışıyor.

Kiguro dansı (üç yüz elli yıllık gelenek), erkeklerin zenne rolüne çıkmaları kadınların seyir halini yumuşatıyor. Bizdeki köçeklerle karşılaştırılabilir.

Ukai denilen karabatakla balık avlamak…



KÜÇÜK VAROLUŞ

Tiktok videolarında influencer (etkileyen) denilen kişilere hediye gönderilmesi. Hediye “para” anlamına geliyor ve hediye gönderen izlediği ‘influencer’in sayfasında görünüyor. Bu aslında görünmenin satın alınması. Bir de izleyen fanı olduğu kişiye skor kazandırıyor. İzlenme gücünden izleyen de nasipleniyor.



KÜÇÜK SIR

Kızımın anlatımından: kendi yaşıtları birçok youtuber izliyor ama bunu herkes birbirinden gizliyor. Dolayısıyla en çok vakit harcadıkları şeyi aralarında konu edinemiyorlar. Bir youtuber izleyen onun izini telefonundan hemen siliyor. Es kaza arkadaşına telefonunu verdiğinde ne izlediği belli olmasın diye. Hepsi sıradan olmaktan korkuyor. Bu yüzden küçük bir yaş farkını kuşak çatışmasına dönüştürmüşler.








21 Haziran 2020 Pazar

Gönderilmeyen Mektuplar



                                         Kafka ve Babası


Kafka’nın BABAYA MEKTUP’u sahibine hiç ulaşmamış mektup diye nitelenir. Kafka belki de bu mektubu sahibine göndermemek üzere kaleme almıştı. 

Yazmak yerine kaleme almak tabirini kullanmamın teknik bir nedeni var. Mektubu kaleme almak derken mektubun içinde yargılamanın, tanımlamanın, bağışlamanın, anlamanın, kendini anlatmanın vb topyekun yatıştırıcı bir uğraş olmasını kastediyorum. Başlı başına bir uğraş. Mektubun iletilmesinden bağımsız, yuvasını yapan ve orada pinekleyen bir ruh halinin varoluşu. Diğerine vaat edilmediği için insanın kendine fazladan tanıdığı cayma hakkı. Kafka’nın mektubunu güzelleştiren baştan yaptığı bu hesap: Gönderilmemek üzere kaleme alınan mektup. Yine de bir ayrım yapmak gerekir, uzakta olan birine yazılan bir mektup değil bu, yüz yüze konuşabilecekken, sen dediğimde ancak mektupta karşıma alabildiğim ve sözümü kesmeyen, evirip çevirip oynayabildiğim sen; olmayan sen. Yazış anı tam da olmayan senin fiili hali değil mi? Olmayan sen: beni kuzu kuzu dinleyen sen... nasıl da suskunsun şimdi, nasıl da idrak gücüyle donattım seni...

Kafka’nın mektubu ben aslında buyum, sen aslında şusun diye özetlenebilecek somut olaylardan yola çıkan bir uzlaşı çağrısı. Ama bundan önce mektubun diğerine nüfuz edecek gücüne inanmış olmalı Kafka; sonrasında kendini değiştirmeye evrilecek biçimde... Bu inanç nereden geliyor? Bunun için mektubun bizi yani hem göndericiyi hem de alıcıyı dolayımlayarak yörüngesine aldığı kesin. Mektup bir dil imkânı... Ne?

Hayır anlatamadım. Zaten ben bu yazıyı ileride ayrıntılamak üzere bu iş için kullandığım defterime not düşmüştüm. Talihsiz yazı, yine ortada kaldı. Ömrüm uzun olsun… Ama şunu söylemesem olmaz -arada bağlantı kuracağım nasılsa: H. Melville Katip Bartleby'nin önceki işini kitabın sonunda açıklar, onun Ölü Mektupları Dairesi'nde çalıştığını söyler.  Ve "Ölü mektupları! Ölü insanlar gibi gelmiyor mu kulağa?" diyerek öykünün bütün gizemini  hem sarsıcı hem de kafa karıştırıcı biçimde okuyucunun üzerine yıkar. Oysa ölü mektupları mesleki bir jargon olabilir; adrese ulaşmadığı için ölmüş mektuplar. "Her sene araba yüküyle yakılırlar."

Gelsin nihavent...




16 Haziran 2020 Salı

Ayakkabı Boyacısı




Ayakkabı boyacılarının modernleşmeye katkısı…

Ayakkabı boyacılığı en düşkün işlerden biri, buna rağmen onu koruyan şey -özellikle çocuklarda- hür teşebbüsün ilk adımı sayılması. Patronu olmamak, kendi başına ayakta durmak gibi. Her ayakkabı boyacısının trajik, ama taklide de dayanan bir öyküsü vardır. Bazen sonradan zengin olan biri aynı trajediyi bu kez biyografisine çeşni katmak için kullanır. 20. yüzyılın başlarında Türkiye modernleşmesinin insanlara verdiği çok küçük bir ihtimalden çok güçlü bir öykü yaratma imkanıdır bu.


Öte yandan ayakkabı boyacılığının modernleşmeye hiç hesapta olmayan başka bir katkısı daha vardır: Kadının sokağa çıkması ve erkeklerle birlikte görünmesi... modernleşmenin başlangıçta çok agresif bir hamlesidir bu.  Ayakkabı boyacısı bu agresif hamleyi yumuşatıyor, oryante ediyor. Nasıl?



Bir ayakkabı boyacısı aşağıda olandır. Topoğrafik olarak aşağıda, insanların ayaklarıyla uğraşır. Boyun eğmenin mesleki şekli, terzi kendi söküğünü dikemez atasözünün tecessüm halidir. Fotoğrafta ayakkabı boyacımız yalınayak. Kimse kadınların ayakkabısını boyayan yalınayak birini kıskanmaz.

Böyle bir ayakkabı boyacısı modern bir kadın karşısında hadımdır.

Fotoğraf bu topraklarda geç kalmış modernleşmenin kadınlar arasında kurduğu hiyerarşiyi de gösteriyor bize. Ortada olan kadın ayaklarını bankın altına sokmuş elleri kız oğlan kız, bizden tarafta olan kadın sanki fotoğrafın çekildiğine son anda uyanmış gazeteyi yüzüne siper etmiş. Sağ baştaki kadın lider, ayağını uzatırken rahat, ama bu rahatlığı ona tanıyan kendi cüreti değil, ayakkabı boyacısınının erkekliğini iptali; cinsellikten arınmış gamsızlığını boyacıdan elde ediyor. Kadının erkekle temasının meşru anı. Arkadaki yaşlı kadının ağır tesettürü öndeki kadınlarla kontrastı artırıyor. Modernleşmeyi vurgulayan bir şey bu.

Kadın iskarpin giyince kendi mahallesinden öte mahalleye gidebilir. İskarpin harici giysinin temel ekipmanıdır.

Tek bir banka sığabilecekken ayrı banklarda oturan iki adam henüz ortada koronavirüs yokken sosyal mesafeye dikkat ediyorlarsa bu onların birbirine yabancı olduklarını gösterir ki tam da modernizm budur işte; ama yadırgayıcı bakışları onları ister istemez yakınlaştırmış, gözlerini göremesek de bakış tüm bedeni ele geçiriyor; beden başka bir bedene karşı tümüyle kem bakış oluyor. Modernleşme burada biraz tökezler.

Bir başka resim yine aynı yıllarda lostra salonunda yan yana oturmuş kadınları gösteriyor. Aralarında erkek yok ama erkeklerin olduğu bir ortamdalar. Başları açık, giyimleri ve rahat tavırları daha üst sınıftan olduklarını gösteriyor. Boyacı erkeklerle bir arada olmalarını sağlayan da bu sınıfsal zıtlık. Karşı cins olmak karşı sınıf olmanın gölgesinde önemsizleşmiş. Boyacıların başları öne eğik, hem yaptıkları işin gereği hem de işe sadakatlerinin. Terbiyeli olmak nötr olmak anlamına geliyor. 




İşte bu topraklarda modernist sürecin 1930'lardan donmuş iki hali.


(Fotoğraf Atilla Bülbül'den https://www.facebook.com/groups/eskiistanbulfotograflari/?fref=mentions)



3 Haziran 2020 Çarşamba

Deportivo Seyircisi





Ulusların adlarının nereden geldiğine dair bir düşüncem var eskiden beri, biraz utangaç bir düşünce. Tarihsel ya da etimolojik araştırmaya dayanmıyor, daha çok sezgisel.

Ekşi Sözlük’te gördüm, La Liga takımlarından Deportivo taraftarları maçlarda Türk bayrağı açıyormuş. Passenger28 nickli biri bu durumu açıklamış, (bkz.https://seyler.eksisozluk.com/la-liga-ekibi-deportivo-de-la…)

Olayın süreci kafamdaki işleyişe uyuyor. Olay sanki sosyal deney gibi gerçekleşmiş. Celta Vigo taraftarı ezeli rakipleri Deportivo taraftarları için söylermiş bu lâkabı: Los Turcos! Türkler anlamına geliyor. Tabi bunu rakibiniz için söylüyorsanız sözcüğün ‘Türk gibi güçlü’ anlamı olmaz. Doğrudan hakaret sözüdür bu. Biraz daha ileri götürünce gördüm ki, meğer Los Turcos’un argoda sürgün anlamı da varmış. Bu iki türlü de olabilir, sadece varsayım olarak söylüyorum; ya Osmanlılar tarafından esir alınıp sonradan yurda dönenler için (Cervantes gibi), ya da İspanyolların esir alıp sürgüne gönderdiği Osmanlılar için.  Avrupalılar Osmanlılara Türk diyorlardı. Peki ama neden Osmanlı değil de Türk? 

Askerde vekaleten bölük komutanı olan asteğmen nizama uymayan askerine ‘Rus musun ulan!’ diye hakaret ederdi. Tabi bunu bitişikteki bölükte sakıncalı piyade olarak bana da uzanan biçimde, alınacağımı hesaplayarak yapardı. O zamanlar Sovyetler Birliği daha dağılmamıştı. Aynı soruyu burada da sorabiliriz, neden Sovyet değil de Rus?

İşin bu tarafı kronolojik olarak daha sonraki bir süreç. Bir bütünde ayrıcalıklı olanı mimliyorsun, sözcüğün tecrit gücü var. Politik anlamda ‘bölücü’ diyelim. Soruyu daha radikal biçimde sormamız gerekir o halde: Ulusların adı nereden geliyor?

Uluslar henüz oluşmadan; kabile, klan vb halinde yaşarlarken üstün bir topluluk civarda yaşayan küçük zayıf topluluklara ad da veriyordu. Bu adlandırma otomatikman aşağıyı, altı, astı belirtir. Zamanla ya sıfat ada dönüşür, ya da ad (aşağılama anlamında) sıfata.

Adlandırma üstün topluluğun imtiyazı olarak işler.

Peki adıyla aşağılanan topluluklar sonradan bu adı neden alırlar? Soruyu neden benimserler diye sormak daha doğru belki. Çünkü ad kimliği inşa eden kurucu bir unsur; diğerinin sana taktığı bu adı yok edememek sana ait olanın tapusu anlamına da geliyor. Sözcüğün içini dolduruyorsun ve sözcük sıfat anlamını def ederek hafızayı da siliyor ve gurura dönüşüyor. Eğer zenciler ve Çingeneler ayrı ulus olarak örgütlenebilselerdi aynısı olacaktı muhtemelen. Şimdiyse iki sözcüğe de yasak var. Ya da tersine bir uygarlık kalkınca adı baki kalmıyor; Babil, Asur, Maya gibi; bu kez de zayıf olan, yıkılmakta olan adıyla aşağılanıyor.

Deportivo seyircisinin başına gelenler çok daha önce İttihat Terakkicilerin başına gelmişti. Aslında bugünkü Türk adını alışımızı o sürece borçluyuz (Doğan Avcıoğlu gibi araştırmacıların yaptığı çalışmaların hakkını teslim etmekle beraber sözcüğün etimolojik kökenine ilişkin saptamalar bir yerde tıkanır ve nostaljik tarafı ağır basar. Bugünkü duygularla tarihi kökler de duygudan başka bir şey üretmez. Buldum, bir yazı buldum! Doğru, sadece bir yazı buldun… Hayır yöntem antropolojik olmak zorunda.) Avrupalıların sürgünde (bunların arasına eğitim ve diplomasi amaçlı bulunmaları da katabiliriz) olan Osmanlı aydınlarına taktığı addır Jöntürk, sözcüğün eski aşağılayıcı tınısı bir genelleme anlamı taşıyordur artık: Genellerken mimleme. Bu adlandırma tecrit ederken diğerinin de tecrit olmasına yol açar. Osmanlı aydını Avrupa’nın göbeğinde yaşarken Batı kültürüyle ilişkisini bu tecrit yüzünden (tecridin gönüllü tarafını göz ardı etmeyelim) ancak dolayımlı kurabiliyor; 100 yıl geriden. Aynı dönemde yaşadıkları halde hiçbir İttihatçı; anarşist, Marksist olmuyor. Hiçbir İttihatçının Batılı ünlü entelektüel arkadaşı yok. Garip biçimde etnik olarak İttihatçılar Türk olmadıkları halde Batılıların Türk yaftasıyla kendi Türklüklerini inşa ettiler, ilk Türkçüler Türk olmayan İttihatçılar içinden çıktı.

Dövünülecek bir şey anlatmıyorum. Bütün uluslar benzer süreçlerden geçmişlerdir.
Deportivo seyircisi Los Turcos'un aşağılayıcı sürgün anlamını lağvediyor, 'Türk gibi güçlü' anlamını sahipleniyor.

Türklüğü, taşra milliyetçilerinin (İlber Ortaylı’nın tabiriyle) elinden almak gerekir.

Ne mutlu Türküm diyene, ne mutlu Kürdüm diyene, ne mutlu Çingeneyim diyene, ne mutlu Zenciyim diyene vb. İmla kuralı gereği zencinin baş harfi küçük, bir istisna yaptım…









20 Mayıs 2020 Çarşamba

Mayıs 7'si



Bir sabah köylülerin kasabayı istila etmesi...

O gün aklımdan çıkmış olurdu ve hep gafil avlanırdım. Her yerde rengârenk yerel giysileriyle hiç tanımadığım köylüler, sokakta aşina olduğum kimse yok, kayboldum duygusu... herkes nerede? Sonra dank ederdi kasaba bir günlüğüne el değiştirmişti.

Yolunuz  Bulancak’a düşmüş ve orada birkaç gün konakladıktan sonra 20 Mayıs sabahı erkenden uyanıp sokağa çıksaydınız ve bu şenlikten de habersiz olsaydınız aynısı sizin de başınıza gelirdi, afallayıp kalırdınız. Yıllar öncesinden söz ediyorum, belki 40, 50 yıl öncesinden. Her yer rengârenk yerel giysileriyle köylülerle doludur. Hareket halinde, kadınlar, genç kızlar, çocuklar, gülen yüzler, bağırarak konuşanlar, yayla taraflarından gelmiş alyuvarları yüksek, yanakları pembe insanlar. Aynı köyden olanlar klan halinde geziyorlar ve hiç yabancı gibi davranmıyorlar, hoyratlar.

Mayıs helvası, bir geçiş toplumu tatlısı...

Sadece o güne has olması yüzünden sanki bir yıl boyunca şekeri düşmüş insanlar o anı beklemişlercesine hep beraber tatlı histerisine kapılıyorlardı. 

Beni en çok giysileri çekerdi. İlle peştamal olurdu, genç kızlarınki altta, yaşlıca olanlarınki başlarının üzerinde. Kasabanın yaz başlangıcı sıcak havasına göre biraz kalınca giysiler. Yüksek köylerin serin havasının aldatıcı seçimi diyebilirsiniz ama tam olarak bu değil, soğuk hava giysilerinin Karadeniz dağlarından aşağıya taşınması tesettür eğilimini de karşılıyordu. Bir de giysinin insanı zengin göstermesi, ne kadar çeşit olursa o kadar iyi mantığı. Ben en çok dizlere kadar çekili beyaz yün çorapları hatırlıyorum. Bir de renklerin cırtlaklığını. Bir de çamura bulanmış topuklu ayakkabıları. Bir günlük çiçek açan ağaçlar gibiydiler. İskele ve deniz kenarı onların hedefiydi.  Kayığa binmek, onlar için uçağa binmek gibiydi herhalde. Bir değişimi tam da değişirken gözlemlemek... bu fırsatı ta o zamandan teptiğimi anlıyorum şimdi. O zamanlar galiba küçümsüyordum, sınıfsal bir küçümseme değil de daha çok geri kalmış bir davranışın heyecanını yadırgamak diyeyim. İçlerinde ilk kez denizi görenler vardı eminim. Köylerine döndüklerinde hiç denizi görmemiş akrabalarına coşkuyla denizi anlatacaklardı. Senede bir kez de olsa kasabaya inmek sanıyorum meşru bir flört ortamı da yaratıyordu. Hem de kasabalıların sokakta hiç yaşamadıkları cinsten. Kol kola girmiş, el ele tutuşmuş kızların mahcup gülüşleri. Kol kola, el ele diye söylüyorum ama galiba klişe yanılgısı bu, bedenleri düğüne giden kasabalı kızları çağrıştıran bu dilden uzaktı henüz. Belki de bir liderin etrafında birbirlerinin dirseklerini tutmuş halleri... böyle resim daha iyi oturuyor. Eller; kaba, iri iş yapmış eller. Şimdi düşünüyorum da severmişim onları. Onların acemi şehirleşme çabalarını. Ne olursa olsun dünyalarını genişletme arzularını. Kasabaya inmek bir kariyerdi onlar için.

Keşke o zamanlar aralarında daha çok dolaşsaymışım, iskelede peşlerine takılıp ne konuştuklarına kulak verseymişim, dalgalara yedi çift bir tek taş atsaymışım... sanki yokmuşum gibi dikkat çekmeden…




9 Mayıs 2020 Cumartesi

Hapşırmanın Kısa Tarihi




Hapşırma hazzı diye bir şey var. Hele üst üste iki üç kez hapşırınca değme keyfime. Galiba alerjik; bahar hapşırık mevsimi. Bir önceki alt kat komşumuzun hapşırığı gecenin bir yerinde silah gibi patlardı, biz de ailecek gülerdik. Onun için hapşırma muhtemelen içindeki sıkıntıyı dünyaya gaseyan etmenin bir yoluydu da. Ondan etkilenmiş olabilirim hapşırığım bir yıldır sesli çıkıyor.

Gel gör ki şu korona günlerinde dışarıda yürürken bu hazdan mahrum kaldım. Hatta hapşırma eziyete dönüştü bile diyebilirim. Bilirsiniz, hapşırığın hemen öncesinde hapşıracağınızı hissedersiniz ve nefesiniz daralır, içinize hava çekmek istersiniz, ama o an ancak kesik kesik solumaya izin vardır; gözleriniz kısılır, burun delikleriniz açılır. Bu kritik süreyi müdahale edeceğim seviyedeyken sezmek gibi bir yetenek geliştirdim, hapşıracağımı anlıyorum ve yolun ortasında biraz durarak derin derin nefes alıp veriyorum. İşin püf noktası burundan nefes almak, burun deliklerinden birini kapatırsam daha etkili, 'Tamam geçti...' İnsanları ürkütmenin dikkati üzerime çekmenin lüzumu yok. Ama bir iki kez kazaya uğramadım değil, o anlarda hemen bir kolumu kaldırıp  kafamı montumun içine soktum öyle hapşırdım. Hapşırığımın sesi bile değişti, ‘Hapşu!’ yerine ‘hppşşş…’

Hapşırma eyleminde bir paradigma değişimi bu.

Hapşırma önceden hapşıranın şifa kaptığının belirtisiyken, şimdi hastalığı diğerine bulaştırma ihtimali. Önceden diğerinde nezaket uyandırırken (‘Çok yaşa’) şimdi utanılacak bir şey, ayıp (‘Geber!’). Geçenlerde kaldırımda yürürken güzel bir kadın geliyordu karşımdan. Eski alışkanlıkla kaldırımı ilk terk eden olmak isterken o benden önce davrandı. Doğru ya dedim içimden, centilmenliğin yeni  kuralına göre kaçan tarafta ben olmamalıyım, koronalı olma ihtimalini benim üstlenmem gerekiyor.

Konuyu açmışken enfiyenin ve hapşırmanın tarihi hakkında birkaç not var kafamda, onları da aktarayım yazı tamama ersin. 

Sağırlarda ses 'Hapşu!' diye çıkmazmış. Mahreç noktam burası olsun.

Sağırların hapşırırken ‘hapşu’ sesi çıkarmadığını öğrenince aklıma Youtube’da izlediğim bir intihar videosu geldi. Tüfeğinin namlusunu göğsüne dayamış kendini filme çeken genç bir adamdı. Tüfek henüz ateş almamışken senkron kayması gibi bir şey oldu, genç adam ‘Ahh!’ dedi tüfek ondan sonra patladı. Adamın çıkardığı sesin patlamayla eşleşmediğini o ana iyice kulak verince anlıyordunuz. ‘Ahh!’ acının nidası değildi. Ses, acı daha başlamamışken çıkmıştı, sanki acıyı taklit eden bir ön haberci. Kurşun göğse saplanınca ikinci bir ‘Ahh!’ sesi çıkmadı. Dilde yansıma sözcükler diye kullandığımız sözcüklerden bazıları yansımayı terse çevirirler.  Bu sesleri sosyal ilişkiler içinde terbiye ettiğimizin farkına varmayız. Sağırların ‘hapşu’ sesi çıkarmamaları sanırım bundan, çünkü nasıl hapşıracaklarını duyarak deneyimleme imkânları yok, içlerindeki sıkışmış havayı olduğu gibi dışarı bırakıyorlar. Tazyikin saf sesi bu. Hapşırmaya efekt vermeyi bilip bilmemekle ilgili. Efekt hapşırmaya kabul edilebilir bir norm kazandırıyor. Sözcükten sese doğru giden bir yansımayla.


Hapşırmanın günümüzden çok daha makbul olduğu bir çağ vardı.

Oraya gelmeden bir not: Altıncı yüzyılda İtalya’da başlayan veba hastalığının ilk belirtisinin kronik hapşırma olduğu anlaşılınca Papa (Gergory 1)  bir yasa yayınlayarak, herkesin hapşıranlara ‘Deus te adjuvet’ (Tanrı seni takdis etsin) demesini mecbur kılmış. Çünkü daha önceki Papa 2. Pelagius hapşırırken ölmüş. Hapşırma grip, soğuk algınlığı gibi yaygın hastalıkların da ön belirtisi olduğu için bu tür sözler zamanla nezakete dönüşmüş, ilgi sözü haline gelmiş. Sağlıklı bir insan da hapşırabilir ama bu tür sözlerin en kötüsü düşünülerek bir önlem yerine geçmesi ilginç. 

Müslümanlarda hapşırmaya karşı tutum esnemeyle zıtlığı içinde ele alınmış. Buhari’ye göre Hz Muhammet şöyle buyurmuş:

“Allah aksırmayı sever, fakat esnemeyi sevmez. Bir kimse aksırıp "elhamdülillâh" derse, bunu işiten Müslümanların, "yerhamükellah" diye karşılık vermesi gerekir. Esneme ise, şeytandandır. Bunun için, esneme ihtiyacı duyan kişi mümkün olduğu kadar buna mani olsun. Çünkü biriniz esnediği zaman şeytan ona güler." (Buhâri, Edeb, 165, 166; Müslim, Zühd, 54; Tirmizî, Edeb, 1, 4; Nesaî, Cenâiz, 52)

Burada çift anlamdan söz etmek mümkün. Esneme hem hiyerarşiyi bozuyor (karşısındaki otoriteyi dinlememe hali) hem de zıtlık içeri almak dışarı atmak ikiliği üzerine kuruluyor. Esneyen, içindeki kötülüğü hapşıran gibi dışarı def etmek yerine içine alıyor. Şeytandan denmesi normal.

Hapşırma bir iletişime de yol açıyordu böylelikle, hatta kişinin rengini belli ediyordu, 'Hapşuuuu!' elhamdülillah (püriten), çok yaşa (seküler).

Hapşırığın hastalığın belirtisi olması önemli ama daha olumlu bir tarafı da var. Hapşırma düz anlamıyla hastalığı vücuttan dışarı atan bir eylem, vücudun bir refleksi. Henüz mikrop keşfedilmemiş, insanlar hapşırmayla hastalığın bulaşması arasında bir ilişki kurmamışlar. Hapşırma hem belirti hem de tedavi. İnsanların hastalıklara bakışı düz anlamlı; Piaget’nin çocuklarda somut işlem dönemi dediği çağları aşamamış daha. İnsanlar o dönemlerde hapşırınca sanki vücuda musallat olan habis ruhu da dışarı attıklarına inanıyorlar.

Hapşırmanın makbul olduğu çağa gelelim şimdi. Makbul burada doğru bir sözcük mü emin değilim. Ama her yaygınlaşma makbul bir durumla başlar.

Hapşırmanın kötüyü dışarı atmak değil, kötüyü belki de daha bulaşmadan önlemenin, sağlığı keyifle birleştiren tarihi Hintlilere ait. Hiç şüphesiz bu enfiyenin icadına dayanıyor. Burun mukozasını ufanmış tütün parçalarıyla provoke et ve hapşırma başlasın. Tütünün bu amaçla kullanımı bütün Asya’ya yayılınca Çin asilzadeleri enfiyeyi yasaklamışlar. Çünkü alt sınıfların bu hovarda keyfi toplum disiplinini zedeliyordu. Sağda solda hapşıran birtakım insanlar. Ama Çinli asilzadeler kendi malikanelerinde enfiyenin keyfini şişelerde muhafaza ederek bunu bir dekorasyona dönüştürmüşler. Enfiye çekmek statü halini almış. Yasağı hem koyan hem de delen statü.

                                               Çinlilerden enfiye şişesi

İngilizler de kutuya sokmuşlar. Enfiye kutusunu mücevher haline getirerek. Daha ilginci değerli kutuyla bu statüye erişemeyen alt sınıf elin anatomisinde enfiye çekilen bölgeye enfiye kutusu (snuffbox)  denmesini sağlamış (belki Türkçeye enfiye çukuru diye çevrilmesi daha doğru olur). Başparmağı yukarı gergin tutunca geride oluşan üçgen derinlik.

                                     İngilizlerden enfiye kutusu

                                       




17. ve 18. Yüzyıl Batı’sında enfiye çekip hapşırma sağlık için teşvik edildi. 19. yüzyılda ise keyfin sağlığın koltuğunu devraldığını söyleyebiliriz. Hatırlayalım, Coca Cola da ilk imalatında şekersizdi ve ilaç niyetine içiliyordu. Burada Hegel’in “aufhebung” kavramını yani eskiyi aşarken muhafaza etme anlamını temsil edebilecek bir örnek var karşımızda. Bir alışkanlığın eski meşru varoluşuna dayanarak başkalaşması. Banliyö trenlerinde bir genç kızın enfiye kutusunu çıkarıp içine tütün çekmesi sıradan bir davranış haline gelmiş. İngiltere publarında enfiye çekmek için tezgahlarda ortak bir kutu dahi bulundurulurmuş. Ama zamanla enfiye çekme hapşırma ilişkisi tersine dönmüş. Usta bir enfiye tiryakisi bu işi hapşırmadan da yapabiliyormuş. Hapşırma acemiyi ele veren bir refleks halini almış. Tiryakinin acemiyi sigaraya alıştırmasında,  aceminin sigarayı tutarken sergilediği sakarlığını ve dumanı ilk çekişinde öksürüklü halini seyretme arzusu vardır. Enfiyeye yeni başlamış birinin hapşırmasında da böyle  naif bir görünüşün ortaya çıkması cazipti muhtemelen.


Klasik romanlarda enfiye çekip hapşıran birtakım insanlarla karşılaşınca şaşırıyor muydunuz bilmem. Ben şaşırıyordum.


Bir son not daha: Hapşırırken kalbin durması gibi bir şey yok.  Zaten matah bir şeymiş gibi bunu kimseye söylemedim. Yalnız biri söyleyince adamına göre yeni duymuş gibi yaptığım. Böyle bilgi kırıntılarını söylemek müdürlere nasip olur genellikle. Cebinde şeker gezdirip yeri gelince ikram etmek gibi bir şey.