26 Aralık 2020 Cumartesi

Sokaklarda...

ÇALGICILAR



                                           


Ekmek almaya diye çıktık. Yol boş.

 

Ç. klarnet sesi mi bu dedi. Evet klarnet, Marmaray’ın karşı tarafından geliyor. Yürüdükçe ezgi belirginleşiyor, klarnetin bir sonraki hamlesini kestirebiliyorum. Galiba Mustafa Kandıralı’dan. Darbuka eşlik ediyor, klarnetin bir pes altında.

 

Taksi durağının aradan klarnetçiyi görüyoruz, yanında iki kişi. Dokuz on katlı bir apartmanın altında çalıyorlar, kafalarını yukarı kaldırmışlar. Birkaç pencere açık ama görünürde kimse yok. Garip bir şey diyorum Ç.’ye, bir apartmanın altına teklifsizce gidiyorsun ve müzik çalıp onlardan para bekliyorsun. Bu muhakkak gerçekleşiyor. Daha da garip olan diğerlerinin buna hazır olması… İstersen bakalım diyor Ç. Tamam diyorum. 

Marmaray İstasyonu’ndan karşıya geçiyoruz. Klarnetçi ezgiyi değiştirmiş, biri de söylüyor ‘Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler…’

 

Nerede bunlar? Yankı yanılsama yaratıyor. O kadar sıkış tıkış ki binalar. Neyse gördüm, sağımda iki binanın arasında. Açık dış kapıdan onları izliyorum. Beni gördüler. Gülümsedim, maskeden belli olmamıştır. Yanlarına gittim, Ç. gelmedi. Klarnetçi çalıyor, darbukacının biri söylüyor, diğeri boşta. Niyetimi hemen belli etmek için güzel dedim. Telâşlı ve çabucak bir güzel. Boşta olana sordum, böyle gezilere daha önce de çıkıyor muydunuz, yoksa pandemiden ötürü mü? Pandemiden dedi, harçlığımızı çıkarıyoruz. İkinci katta şişmanca bir kadın sigarasını tüttürüyordu. Arada bir apartman daha varmış, bir çocuk yukarıdan bir adamın buruşturarak attığı parayı yakaladı. Çocuk da sizden mi dedim. Evet, dedi. Peki çalacağınız parça için istek geliyor mu? Hayır kafamıza göre biz çalıyoruz. Elimi cebime soktum 10 lira çıkarıp verdim. Hoşuma gitti dedim.

 

Kendiliğinden oldu bu (hayatımda ilk kez). Soru şu: Bu para neyin karşılığıydı?

Sokak arasında birden peydahlanan müzik. Diğerinin kulağını ele geçirme. Bunda zoraki bir işgal yok, kulak duymaya teşne (aslında farklı ve yeni olanı ayırt etmeye), biri ayağına gelmiş ve senin için bir şey çalıyor. Sen kendini iyi hisset diye. Gerçekte kendini iyi hissetmesen de mesaj bu. Diğeri de buna uygun davranıyor, ücretini ödüyor. Bir tür değiş tokuş. Ama metalar arasında değiş tokuş değil, iyi niyetler arasında değiş tokuş. İki elimi havaya kaldırarak vedalaştım onlarla, keşke maskemi de hafif indirip gülümseseydim, yolda aklıma geldi…

 

Tam tahıllı ekmek aldık…

 

Önümüzdeki yıllarda tuhaf meslekler çağı başlayacak, ara meslekler… icat gibi, proje gibi, ama madun meslekleri… diğerinin ruhuna sızma meslekleri... Wilhelm Genazino romanlarında birkaçını yazmıştı.


                                           

                                            DAYI



Hastane durağında otobüsten iner inmez yirmi yaşlarında esmer biri “Ya dayı Sancaktepe’ye buradan otobüs kalkıyor mu?” dedi.

 

Soğuk havaya göre ince giyinmiş, üzerinde mont ve bisiklet yaka tişört. Üşümek hareketlerini çabuklaştırmış olabilir, iki ayağı üzerinde yaylanıyor. Dikkatim ‘dayı’ sözcüğünde Sancaktepe’yi duymadım bile, birazcık yanaştım gözlerimi gözlerine diktim, ama kalenderliği elden bırakmadım. “Ne o durduk yerde akraba mı çıktın benimle, dayı mayı lafları.” Güldü. Gülünce maskesi burnundan kaydı. Devam ettim, ben de maskemi hafifçe ağzıma kadar indirdim “Dayına benziyor muyum?.. Dayını mı özledin?” dedim. Gülüştük, güzel gülüştük.

 

“Neresi demiştin?”

 

“Sancaktepe.”

 

“Bilmiyorum… bilmiyorum,” dedim. İkinci bilmiyorum opsiyonel, sanki hatırlamaya çalışmakla, yardımcı olamamanın mahcup karışımı bir es. Aslında ona fazla yüklendiğimi düşünmemin bedeli olarak iyi olma oyunu…

 

Gelelim “dayı” lafına. Birkaç kere oldu böyle. Yüzüme çarpan ilk etki maraz.

 

Sözün pervasız bir tarafı var, küçümseyici ve belli belirsiz bir kaçamakla saygı gibi  çift anlama da bürünmüş (dayı=yaşa hürmet). Hız ve anlam tam kaynaşamamış yine de. Sözün meşruiyeti başkalarında defalarca denenmesinden kaynaklanıyor, direkt hitap, emrivaki biçimde seni diğerine baktırıyor, zaten gayri ihtiyari bakarak (belki de işin en rencide yeri burası), birden onun hitabını kendin olarak teyit ediyorsun…

 

Aksini düşünelim, mesela ‘Bakar mısınız?’ ya da ‘Af edersiniz?’ giriş sözüyle kıyaslayalım bunu: ‘dayı’ hitabı ortak mekânı kendi tarafına çekiyor, elinden alıyor; senden önce orada bulunmayı mekân sahipliği hakkına dönüştürerek. Sana bir ‘dayı’lık payesi veriyor ama bunu önce yabancılayarak yapıyor.

 

Dayı: Bir kuşak şovenizmi. Hem lâkap hem de genelleme...

 

Tabi burada bir seçim de var. İlgili gencin bu dayı lâfını herkes için kullanmayacağını biliyorum. Mesela polise, atletik vücutlu iyi giyimli üstten bakan birine söyleyemez. Seni belli kategoride insanlardan imtina ettiği bir hitaba lâyık görüyor…

 

Peki ‘dayı’ derken tanımladığı sadece ben miyim? Hayır, öncelikle kendisi… kendi cüretini mimliyor. Bunu yapabiliyor… söz ağzından hapşırır gibi çıkıyor…


Aslında sözün naif tarafından söz etmedim. Nihayetinde bir taşra dili bu, özellikle kasabalının köyden gelene söylediği, yerele avantaj tanıyan bir hitap. Ama genellikle diğeri bu hitaba aşina, kabul ediyor ve ilişkinin ara protokolü atlanıyor. Hızla ilgili yani… Bağışladım gitti.



                                           POŞET TAŞIMAK

                                           




Okula uğrayayım dedim. Ne zamandır gitmemiştim. İçinde eczaneden aldığım suda eriyen D vitamini kalsiyum tableti olan küçük ilaç poşeti taşıyorum. Yolda tuhaf bir şey yaptım. Buradaki ‘tuhaf’ sözcüğünün zamanlamayla ilgili olduğunu baştan söyleyeyim: daha önce tuhaf olmayıp şimdi tuhaf… iki aşamalı tuhaf. Küçük poşetin kulpundan tutmuşken, parmaklarımı aradan çekiyorum ve poşeti yarı belinden kavrıyorum. Bu beni rahatlatıyor. Ama buradaki rahatlama fiziksel bir rahatlama değil, erkeksi bir rahatlama. Bu birinci tuhaflık. İkinci tuhaflık gecikme hissi, bunu daha önce de yapmıştım ama ancak şimdi fark ediyorum. Maskenin arkasında kendi kendime konuşuyorum: Poşet taşımanın böyle erkeksi bir kodu mu var? Aslında hem var hem yok. Dile dökülmüş değil. Öyleyse ben bunu başka hemcinslerimden taklit ediyor olmalıyım. Belki. Yine de sormam gerek, poşetin bu taşıma biçimi erkeksiliği nasıl vurguluyor olabilir? Ya da poşetin kulpundan taşınması kadınsılığı nasıl üretiyor?

 

 

Poşet taşımayı sevmem, galiba kimse sevmez. Poşet taşımak bedensel bütünlüğü bozuyor. Heinz Kohut’un sözcükleriyle söylesem daha mı iyi, poşet ‘kendilik halini’ berhava ediyor. Biraz gözlemledim, erkekte ve kadında farklı halleri var:

 

Erkekler poşet taşırken bakışlarını daha çok kaçırıyor. Hedefe kitlenmiş oluyorlar, ağırlığın hızlandırıcı etkisi ek külfet mesela. Aksine kadınlar daha yavaş, evine rızık götürmenin rahatlığıyla yürüyorlar.

 

 

Erkekler poşet taşırken yüzlerinde fazladan bir öfke. Baş aşağıda, göz kapakları daha da aşağıda; bu hem diğeriyle göz temasını önlüyor hem de yarattıkları bu loş ortama yüzlerini gizleyerek sığınmış oluyorlar.

 

 

Erkekler poşeti vücutlarından ayrıksı tutuyorlar. Poşetle zoraki bir ilişkilerinin olduğunu belli ediyor bu. Poşet kadınların vücuduna daha yakın, yürürken poşete sürtünüyorlar.

Biraz daha dikkatli baksam başka şeyler de çıkar.

 

 

Bir zamanlar erkekler için üretilen butik mi desem saplı küçük el çantaları vardı. Hâlâ tek tük de olsa rastlıyorum. Erkeklerin bu çantayı taşırken adımları kısalır ve sıklaşırdı, vücutları olduğundan daha dik bir şekle bürünürdü. Ya da boşta kalan elleri ceplerinde hafifçe boyunlarını eğerlerdi. Bütün bu değişikliği çanta yapardı, çanta efemine bir görünüm verirdi onlara. Aklıma Ankara’da öğrencilik yıllarımda kapıcıların dairelere erzak taşıdığı sepetler geldi. Kapıcılar iki türlü taşıyorlardı bu sepetleri, boşken, yani bakkala giderlerken kulplarından tutarak; bir de sepet dolunca kulpu dirseklerini bükerek kollarına geçirerek. Sepetin bu şekilde hafif bel kenarı desteğiyle hafifletilmesi ve bedenin bir yana kaykılması onlara kadınsı bir hava veriyordu. Sanıyorum Gül Özyeğin’in(1) kitabında okumuştum, kapıcıların en çok utandıkları şeymiş bu. Kapıcıların eşleriyle yaptıkları iş bölümünde kadın ev işleri ve apartman temizliğini yaparken erkeğe dış işler kalıyordu. İşte bu dış işlerin sepet kısmı cinsiyetçi rolü her seferinde dumura uğratıyordu. (Şimdi ilgili kitaba tekrar baktım, altını çizdiğim satırlarda sözünü ettiğim bu konuyu bulamadım. Belki başka bir yerde okudum, bilmiyorum. Ama kendi gördüklerim sahihtir.)

 

 

Bir erkeğin gerçekte homoseksüel olmadığı halde efemine görünme eğilimi bir modernizm yanılsaması aslında. Efemine cinsel bir form değil burada, bir davranış formu. Kadınlara daha yakın olmak için onlara benzeme çabası, erkeksi budakların törpülenmesi... Taşra-kent karmaşasıyla yeniden düşünülebilir. Bu tür erkeklerde sözcüklerin kabasını alarak fonetik bir nezaket elde etmek gibi özel bir kibarlık çabası da eşlenerek gözlenebilir.

 

 

Eczane poşetini insiyaki bir kararla belinden kavramam belki de bu çantanın çağrışımı. Aradığım itici kod bu olabilir. Poşeti kulpundan taşıdığınız kol sabitleniyor. Oysa poşeti kavradığımda iki kolum da hareket halinde. Şimdi denedim bile. Ne yani kolum özgürlüğüne mi kavuştu? Özgürlük demeyeyim de daha hakim bir yürüyüş sağlıyor bu tutuş, poşeti eğretileştiriyor. Ona bağımlı değilim, emrivaki bir ilişkim var onunla...


(1)Gül Özyeğin, Başkalarının Kiri, İletişim Yayınları, 2005, İst.



 


1 yorum: