Ekmek
almaya diye çıktık. Yol boş.
Ç.
klarnet sesi mi bu dedi. Evet klarnet, Marmaray’ın karşı tarafından geliyor.
Yürüdükçe ezgi belirginleşiyor, klarnetin bir sonraki hamlesini
kestirebiliyorum. Galiba Mustafa Kandıralı’dan. Darbuka eşlik ediyor, klarnetin
bir pes altında.
Taksi durağının
aradan klarnetçiyi görüyoruz, yanında iki kişi. Dokuz on katlı bir apartmanın
altında çalıyorlar, kafalarını yukarı kaldırmışlar. Birkaç pencere açık ama
görünürde kimse yok. Garip bir şey diyorum Ç.’ye, bir apartmanın altına
teklifsizce gidiyorsun ve müzik çalıp onlardan para bekliyorsun. Bu muhakkak
gerçekleşiyor. Daha da garip olan diğerlerinin buna hazır olması… İstersen
bakalım diyor Ç. Tamam diyorum.
Marmaray
İstasyonu’ndan karşıya geçiyoruz. Klarnetçi ezgiyi değiştirmiş, biri de
söylüyor ‘Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler…’
Nerede
bunlar? Yankı yanılsama yaratıyor. O kadar sıkış tıkış ki binalar. Neyse
gördüm, sağımda iki binanın arasında. Açık dış kapıdan onları izliyorum.
Beni gördüler. Gülümsedim, maskeden belli olmamıştır. Yanlarına gittim, Ç.
gelmedi. Klarnetçi çalıyor, darbukacının biri söylüyor, diğeri boşta. Niyetimi
hemen belli etmek için güzel dedim. Telâşlı ve çabucak bir güzel. Boşta olana
sordum, böyle gezilere daha önce de çıkıyor muydunuz, yoksa pandemiden ötürü
mü? Pandemiden dedi, harçlığımızı çıkarıyoruz. İkinci katta şişmanca bir kadın
sigarasını tüttürüyordu. Arada bir apartman daha varmış, bir çocuk yukarıdan
bir adamın buruşturarak attığı parayı yakaladı. Çocuk da sizden mi dedim. Evet,
dedi. Peki çalacağınız parça için istek geliyor mu? Hayır kafamıza göre biz
çalıyoruz. Elimi cebime soktum 10 lira çıkarıp verdim. Hoşuma gitti dedim.
Kendiliğinden oldu bu (hayatımda ilk kez). Soru şu: Bu para neyin karşılığıydı?
Sokak
arasında birden peydahlanan müzik. Diğerinin kulağını ele geçirme. Bunda zoraki
bir işgal yok, kulak duymaya teşne (aslında farklı ve yeni olanı ayırt etmeye),
biri ayağına gelmiş ve senin için bir şey çalıyor. Sen kendini iyi hisset diye.
Gerçekte kendini iyi hissetmesen de mesaj bu. Diğeri de buna uygun davranıyor,
ücretini ödüyor. Bir tür değiş tokuş. Ama metalar arasında değiş tokuş değil,
iyi niyetler arasında değiş tokuş. İki elimi havaya kaldırarak vedalaştım
onlarla, keşke maskemi de hafif indirip gülümseseydim, yolda aklıma geldi…
Tam
tahıllı ekmek aldık…
Önümüzdeki
yıllarda tuhaf meslekler çağı başlayacak, ara meslekler… icat gibi, proje gibi,
ama madun meslekleri… diğerinin ruhuna sızma meslekleri... Wilhelm Genazino
romanlarında birkaçını yazmıştı.
DAYI
Hastane
durağında otobüsten iner inmez yirmi yaşlarında esmer biri “Ya dayı
Sancaktepe’ye buradan otobüs kalkıyor mu?” dedi.
Soğuk
havaya göre ince giyinmiş, üzerinde mont ve bisiklet yaka tişört. Üşümek
hareketlerini çabuklaştırmış olabilir, iki ayağı üzerinde yaylanıyor. Dikkatim
‘dayı’ sözcüğünde Sancaktepe’yi duymadım bile, birazcık yanaştım gözlerimi
gözlerine diktim, ama kalenderliği elden bırakmadım. “Ne o durduk yerde akraba
mı çıktın benimle, dayı mayı lafları.” Güldü. Gülünce maskesi burnundan kaydı.
Devam ettim, ben de maskemi hafifçe ağzıma kadar indirdim “Dayına benziyor
muyum?.. Dayını mı özledin?” dedim. Gülüştük, güzel gülüştük.
“Neresi
demiştin?”
“Sancaktepe.”
“Bilmiyorum…
bilmiyorum,” dedim. İkinci bilmiyorum opsiyonel, sanki hatırlamaya çalışmakla,
yardımcı olamamanın mahcup karışımı bir es. Aslında ona fazla yüklendiğimi
düşünmemin bedeli olarak iyi olma oyunu…
Gelelim
“dayı” lafına. Birkaç kere oldu böyle. Yüzüme çarpan ilk etki maraz.
Sözün pervasız bir tarafı var, küçümseyici ve belli belirsiz bir kaçamakla saygı gibi çift anlama da bürünmüş (dayı=yaşa hürmet). Hız ve anlam tam kaynaşamamış yine de. Sözün meşruiyeti başkalarında defalarca denenmesinden kaynaklanıyor, direkt hitap, emrivaki biçimde seni diğerine baktırıyor, zaten gayri ihtiyari bakarak (belki de işin en rencide yeri burası), birden onun hitabını kendin olarak teyit ediyorsun…
Aksini
düşünelim, mesela ‘Bakar mısınız?’ ya da ‘Af edersiniz?’ giriş sözüyle
kıyaslayalım bunu: ‘dayı’ hitabı ortak mekânı kendi tarafına çekiyor, elinden
alıyor; senden önce orada bulunmayı mekân sahipliği hakkına dönüştürerek. Sana
bir ‘dayı’lık payesi veriyor ama bunu önce yabancılayarak yapıyor.
Dayı:
Bir kuşak şovenizmi. Hem lâkap hem de genelleme...
Tabi
burada bir seçim de var. İlgili gencin bu dayı lâfını herkes için
kullanmayacağını biliyorum. Mesela polise, atletik vücutlu iyi giyimli üstten
bakan birine söyleyemez. Seni belli kategoride insanlardan imtina ettiği bir
hitaba lâyık görüyor…
Peki
‘dayı’ derken tanımladığı sadece ben miyim? Hayır, öncelikle kendisi… kendi
cüretini mimliyor. Bunu yapabiliyor… söz ağzından hapşırır gibi çıkıyor…
Aslında sözün naif tarafından söz
etmedim. Nihayetinde bir taşra dili bu, özellikle kasabalının köyden gelene
söylediği, yerele avantaj tanıyan bir hitap. Ama genellikle diğeri bu hitaba
aşina, kabul ediyor ve ilişkinin ara protokolü atlanıyor. Hızla ilgili yani… Bağışladım gitti.
POŞET TAŞIMAK
Okula uğrayayım dedim. Ne zamandır gitmemiştim. İçinde
eczaneden aldığım suda eriyen D vitamini kalsiyum tableti olan küçük ilaç
poşeti taşıyorum. Yolda tuhaf bir şey yaptım. Buradaki ‘tuhaf’ sözcüğünün
zamanlamayla ilgili olduğunu baştan söyleyeyim: daha önce tuhaf olmayıp şimdi
tuhaf… iki aşamalı tuhaf. Küçük poşetin kulpundan tutmuşken, parmaklarımı
aradan çekiyorum ve poşeti yarı belinden kavrıyorum. Bu beni rahatlatıyor. Ama
buradaki rahatlama fiziksel bir rahatlama değil, erkeksi bir rahatlama. Bu
birinci tuhaflık. İkinci tuhaflık gecikme hissi, bunu daha önce de yapmıştım
ama ancak şimdi fark ediyorum. Maskenin arkasında kendi kendime konuşuyorum:
Poşet taşımanın böyle erkeksi bir kodu mu var? Aslında hem var hem yok. Dile
dökülmüş değil. Öyleyse ben bunu başka hemcinslerimden taklit ediyor olmalıyım.
Belki. Yine de sormam gerek, poşetin bu taşıma biçimi erkeksiliği nasıl
vurguluyor olabilir? Ya da poşetin kulpundan taşınması kadınsılığı nasıl
üretiyor?
Poşet taşımayı sevmem, galiba kimse sevmez. Poşet
taşımak bedensel bütünlüğü bozuyor. Heinz Kohut’un sözcükleriyle söylesem daha
mı iyi, poşet ‘kendilik halini’ berhava ediyor. Biraz gözlemledim, erkekte ve
kadında farklı halleri var:
Erkekler poşet taşırken bakışlarını daha çok
kaçırıyor. Hedefe kitlenmiş oluyorlar, ağırlığın hızlandırıcı etkisi ek külfet mesela.
Aksine kadınlar daha yavaş, evine rızık götürmenin rahatlığıyla yürüyorlar.
Erkekler poşet taşırken yüzlerinde fazladan bir öfke.
Baş aşağıda, göz kapakları daha da aşağıda; bu hem diğeriyle göz temasını önlüyor hem de yarattıkları bu loş ortama yüzlerini gizleyerek sığınmış oluyorlar.
Erkekler poşeti vücutlarından ayrıksı tutuyorlar.
Poşetle zoraki bir ilişkilerinin olduğunu belli ediyor bu. Poşet kadınların
vücuduna daha yakın, yürürken poşete sürtünüyorlar.
Biraz daha dikkatli baksam başka şeyler de çıkar.
Bir zamanlar erkekler için üretilen butik mi desem
saplı küçük el çantaları vardı. Hâlâ tek tük de olsa rastlıyorum. Erkeklerin bu
çantayı taşırken adımları kısalır ve sıklaşırdı, vücutları olduğundan daha dik
bir şekle bürünürdü. Ya da boşta kalan elleri ceplerinde hafifçe boyunlarını
eğerlerdi. Bütün bu değişikliği çanta yapardı, çanta efemine bir görünüm
verirdi onlara.
Bir erkeğin gerçekte homoseksüel olmadığı halde
efemine görünme eğilimi bir modernizm yanılsaması aslında. Efemine cinsel bir
form değil burada, bir davranış formu. Kadınlara daha yakın olmak için onlara
benzeme çabası, erkeksi budakların törpülenmesi... Taşra-kent karmaşasıyla
yeniden düşünülebilir. Bu tür erkeklerde sözcüklerin kabasını alarak fonetik bir nezaket elde etmek gibi özel
bir kibarlık çabası da eşlenerek gözlenebilir.
Eczane poşetini insiyaki bir kararla belinden kavramam
belki de bu çantanın çağrışımı. Aradığım itici kod bu olabilir. Poşeti
kulpundan taşıdığınız kol sabitleniyor. Oysa poşeti kavradığımda iki kolum da
hareket halinde. Şimdi denedim bile. Ne yani kolum özgürlüğüne mi kavuştu?
Özgürlük demeyeyim de daha hakim bir yürüyüş sağlıyor bu tutuş, poşeti
eğretileştiriyor. Ona bağımlı değilim, emrivaki bir ilişkim var onunla...
(1)Gül Özyeğin, Başkalarının Kiri, İletişim Yayınları, 2005, İst.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil