20 Aralık 2015 Pazar

Resim ve Fotoğraf

                                                        Fotoğraf: Tevfik İleri


Bu fotoğrafın kurgu olduğunu düşünelim. Bu “uygunsuz” an fotoğrafçı tarafından yaratılmış olsun. Zayıf bir ihtimal ama belki. Bilmiyorum. Yine de fotoğrafçı bize bunun bir kurgu olduğunu belli etmek istemiyor, bizim eğilimimizin tesadüften yana olduğunun farkında. Demek istediğim fotoğraf kurgu olsa bile bu kurguyu fantastik olmaktan kurtarıp gerçeğe yaklaştıran şey bunun zamanın ruhuna öğretici bir şekilde göndermede bulunması. Burada sözünü ettiğim zayıf ihtimalin muhtemel olanı ıskartaya çıkaran bir zıpçıktılığı yok. Diyelim ki bu bir resim sergisi değil fotoğraf sergisi olsun, adı geçen fotoğrafçının açtığı  sergide bu fotoğraf da yer alsın ve bambaşka üç tesettürlü kadın bu fotoğraf sergisini izliyor olsun (hiç de zayıf bir ihtimal değil). 

Yazıya böyle bir giriş yaparken fotoğrafta kurgusal yaratıcılıkla tesadüf arasındaki ilişkiyi hafife aldığım sanılmasın. Eğer fotoğrafta tesadüfi çakışmayı (olumsallık; başka kanallarda birikmiş sosyal eğilimlerin çakışması) görecek fotoğrafçı bakışı yoksa ne tesadüfler heba olur. Bu fotoğrafta resimdeki çıplak kadının vücudunun sağa doğru eğimi ve tesettürlü kadınların boy sırasına dizilmişler gibi uzundan kısaya sağa doğru eğimi dışarıdan bakışı o malûm noktaya bir ahenkle yönlendiriyor. Bakış latin harflerin okuma adabına uygun biçimde soldan sağa gözlemliyor...   Picasso’nun ressam (kendisi) için söylediği fotoğrafçı için de geçerlidir: İyi bir fotoğrafçı ‘aramaz, bulur.’

Fotoğrafçı Tevfik İleri bulmuş. Onun bulduğunda ne var, biz de onu bulalım.

Bu üç kadında fotoğrafın sağladığı atmosfer gereği iç içe geçmiş farklı içerikte birkaç tesettür birden var. Birincisi kadınların giysilerinin karakteri olarak tesettür, buna doğal tesettür diyelim. İkincisi fotoğrafçının onları arkadan çekerek yüzlerinin görünmemesini sağlayan tesettür, buna sansürel tesettür diyelim. Üçüncüsü her üç kadının giysilerinin birbirinden farklı olmalarının getirdiği bizzat şerî referansı itlaf eden tesettür. Buna tesettüre karşı tesettür diyelim. Dördüncüsü nü’nün kazandırdığı tesettür (nü ile nü’yü izleyen kadınların kontrastından ötürü), buna ne diyelim?

Burada iki ayrı bakış kontrastı farklı içerikte kuruyor. Resmi seyreden kadınlar ve resmi seyreden kadınları seyreden fotoğraf. Resimle fotoğrafı bağdaştıran bakış (fotoğrafın ilginç olduğunu gören bakış… daha öncesinde fotoğrafın verdiği saf mesaj: bu ilginç çünkü fotoğrafını çektim). Ama bu bakış beri zamanı (geçmiş zamandan farklı) içeriğe davet edemiyorsa eksiktir. Nedir bu beri zaman?

Bu üç tesettürlü kadını resim sergisine getiren zaman; bu üç kadın, evleriyle resim sergi salonu arasındaki mesafeyi aşıp buraya gelmişler, buluşmuşlar, vasıtaya binmişler, yürümüşler. Burada olmayı kendileri seçmişler. Mesela 100 yıl önce bu olmazdı, 100 yıl önce resim sergisi olabilirdi ama Osmanlı topraklarında nü’lerin sergilenmemesi bir yana bu sergilerde kadınlar zaten olmazdı… Bu üç kadın pişti olmamaya özen göstermişler; giysilerinin tesettür içeriğinden renklerinin, kumaşlarının, desenlerinin, modellerinin farklı farklı olmaları sayesinde başka bir içerik daha yaratmışlar. Yaratmışlar deyişim sözün gelişi, aslında partiye katılan, davete icabet eden, yaya caddesinde afili yürüyen çağ kadınını taklit etmişler.

Bakış bir kişinin kendi üzerindeki giysi parçalarının uyumundan yanındaki arkadaşlarının giysileriyle uyumuna nasıl sıçrar? Bu iki ayrı içeriği nasıl bağdaştırır? Yani bir tek kişiyi görmekle grup halinde görmenin görülen açısından birbiriyle uzlaşan iki ayrı talebe karşılık gelmesi. Bir taraftan apayrı görülmek, diğer taraftan da bu apayrılığın tecride yol açabilecek aşırılığını (sivriliğini) grup halinde görülerek dengelemek. Grup halinde olmak o kadar baskın ki, bedenleri birbirine yapışık… onları bu kadar yanaşık düzene getiren dürtü çıplaklık karşısında (çıplaklığın kadın bedeninin bir olanağı olarak yüze vurması dolayısıyla) duydukları tedirginlik. Eşarpları ayrı ayrı renkte ve hepsi parlıyor, ama ayrı ayrı görünmek için giydikleri bu eşarplar, tesettür olarak onları aynı kılıyor ve çıplaklık karşısında daha da aynı kılıyor. Andersen’in sözlerini şöyle okuyalım kadınların ağzından: ‘Aaa kadın çıplak!’ Kadınların çıplak kadınlara bakmaları kendi çıplaklıklarının itirafı olduğu için... dikkat edin söz ünlemini yadırgama olduğu için değil, itiraf olduğu için hak ediyor. Ve ben bu resme baktığımda, ve biraz daha baktığımda kendimi şu çıplak resmi izleyen kadınları gizlice izlermiş gibi hissediyorum, bu haliyle onların tesettüre girmiş bedenlerini çıplaklığın bir ikrarı olarak görüyorum.

Resmin fotoğrafa göre çıplaklık karşısında daha “eski” olmasından kaynaklanmayan bir ısınma turu sağladığı açık. Resim “sanat” olmasından ötürü (fotoğrafa göre daha sanat) elde etmiyor bunu, resim insan bedenini çarpıttığı için (ya da çarpıtma dolayısıyla daha az gerçek olduğu için) veriyor bu duyguyu. Fotoğrafa bakınca hemen çıplaklık gören göz, resme bakınca ressam önbilgisiyle resmi görüyor. Ama bu eğitilmiş ve görgülü bir bakış için geçerli. Sonradan görme bakış için bu durum bir kamuflaj sağlıyor. Bu da üstü örtülü biçimde bakışın tarihini sunuyor.

Şu tesettürlüler biz görmezden gelsek daha çabuk değişecekler.




13 Aralık 2015 Pazar

Poyraz Yürüyüşü



Bugün Gümüşdere’den Kısırkaya’ya yürüdüm, yokuş yukarı hızlı hızlı. Sanıyorum yokuşun belindeki son binaya kadar neredeyse koşar adım, benim için hedef orası, binaları geride bırakmak. Ondan sonra yavaşladım, üstelik yokuş giderek azalırken. Bunu şimdi fark ediyorum...


Yolun en sevdiğim kısmı son binayı geçtikten sonra, imardan kurtulmuş ferah alan...  yarım kilometre kadar. Yanımdan hafriyat taşıyan bir kamyon geçer ve uzaklaştıkça sesi azalırken bakışlarım rahatlar, çünkü dışarıdan ses mekân algımı daraltıyor.

Terledim de. Poyrazı yedikçe tenimde serin kurşuni dokunuşlar hissettim. 

Tepeyi aştım, uzun çok uzun yoldan gelmiş gibi uzakta gemileri gördüm, evlerin kiremitlerini. 

İki adam kazılmış toprakta yayılan tavukların kümesini tamir ediyorlardı, biri tanıdık. Yanlarından geçerken selam vereyim dedim, o tarafa baktım, iyice işe dalmışlar, 'Tam olarak ne yapıyorlar bu adamlar?' kümesin etrafına tel çekiyorlardı. 

Araba yolunun paralelindeki kestirme sokağa saptım, doğrusu buydu… bir yerlerden yola su sızmıştı, ıslak kısımlara basmamak için dikkatimi yola verdim, uzun adım, kısa adım, duraksama ve sıçrama... bunun meskun bir mahalde yürürken beni zararsızlaştırdığını düşündüm, boş konuşmuyorum, bakışlarımı başına buyruk halden kurtardı.  Sokağın sonu... evinin bahçesinde ( alçak duvarıyla bir geminin kıç tarafına benzeyen evinin bahçesinde) çamaşır asan Y.’ye selâm verdim,   beni duymadı. Karısına sesleniyordu: “Bu akşam 'İlişki Durumu Karışık'ı izleyecek misin?” Ve beni gördü: “Ne yaparsın Hocam,” dedi elindeki çorapları göstererek “bekârlık...” Güldüm, biraz da sesli güldüm, abarttım yani. Esprisini taltif ettiğimi gösterdim. Sanıyorum bir ilişki biçimi bu. Eve kadar başka da kimseyi görmedim. Bazen ıssız olur buralar, kimseyi göremezsiniz. Dünden beri bir kedi dadandı kapıya, ona peynir verdim… Bunları yazmasam bugün hiçbir şey olmamış gibiydi ve aslında hiçbir şey olmadı. Yazı, 'Ne yaptın?' veya 'Ne oldu?' sorusunu bertaraf ediyor.


8 Aralık 2015 Salı

Gülmek mi Zor Ağlamak mı?




 

Bu plak yenı çıkmış henüz.
Henüz ortada Ferdi yok, Necla Nazır da boşta. 
Sene 72 veya 73 yazı, bıçkın solcuyuz ama Orhan'la nerede ayrıldığımızı bilmiyoruz, benim favorim Âşık Mahzunİ, teyzeoğlu ısrarla Orhan Gencebay güzellemesi yapıyor , bak diyor bana adam devrimci ‘Hor Görme Garibi’ diyor.

Samsun’da teyzeoğlunun gittiği berberdeyiz, berber de devrimci ve Orhan hastası, malûm Orhan Samsunlu, mahallenın çocuğu. Berber Mithat eğilmiş enseye çalışıyor makasla, ince iş yapıyor, makas şakırtısı ve pikapta Orhan, parçanın ikinci yarısında Orhan abi ‘Gülmek mi Zor Ağlamak mı?’ derken, işte tam onu derken bakışlarımız sanki dikkatimizi bir şey çekmiş gibi usulca dışarıya kayıyor, hayat yavaş çekimde plak 45’lık devridaimde akıyor… 

O zamanlar berberler plak dinleme yeriydi, yeni plaklar sinemada ve berberlerde çalınırdı, işin raconu buydu... düşün şimdi plak çalıyor, biri şöyle bir uğramış, koltukta oturan müşterinin kıyısından aynada kendine bakıyor, saçını düzeltiyor ve bu erkek dünyasında nasıl beceriyorsa beceriyor yüzüne aşk mayası çalmış halde dışarı adımını atıyor, hülyalı bakışlarla bir süre başka biri oluyor... Kafam bir yerlere gidip geliyor bazen…

6 Aralık 2015 Pazar

Hayatın Son Numarası



Ankara'daki Barış Mitingi’nde 102 kişinin katledildiği eylemde canlı bombacıların bindiği taksi şoförünün ifadesinden ilginç bir ayrıntı:
“Taksi ücreti 28 lira tuttu, yanımda oturan kişi 50 lira uzattı. 20 lira para üstü verdim ancak 2 lirayı almak için beklediğini görünce 2 lirayı da bozuk para kutusundan çıkartarak verdim” dedi. Canlı bombalar, 13 dakika sonra kendilerini patlatmışlar.
Daha önce Brecht'in bir film sahnesi üzerine yazdıklarını okumuştum; filmi görmedim ama sahne gözümde canlanmıştı, yüksek bir binanın üst katından atlayarak intihar eden genç bir adamın atlamadan önce saatini kolundan çıkarışı... Ankara intihar bombacısı para üstünü beklerken belki de sadaka ile bahşiş arasındaki farkı bilen titiz bir Müslüman gibi davrandı. Ama izin verin cesediyle etrafa saçılan cebindeki paranın sebil olduğunu düşünecek kadar da ahmak olsun. Oysa intihara giden birinin para üstünü beklemesinin çiş yaptıktan sonra fermuarını çekmesinden farklı bir özelliği yok. Bunun anlamı şu: hayat o kadar baskın ki, onu yaşamaktan vazgeçene bile son numarasını yapıyor. İntihar bombacısının bunu fark edecek ironisi olsa son anda kafası aydınlanacaktı…