26 Aralık 2011 Pazartesi

Tahrik Olunca Katliam Yapan Halk




‘Tahrik olan halk…’ Bir halk türü, Ortadoğu toplumlarında bol miktarda var bunlardan.. pornografik bir halk, azıcık ucunu gösterince tahrik oluyor.

Bu halkı en çok provokatörler tahrik ediyor. Denen o. Sanki halk uslu uslu otururken bir veya birkaç provokatör geliyor onların cinlerini tepelerine çıkarıyor; yoksa kalender insanlar, baksanıza şunlara hepsi masum, hepsi melaike, gözünü sevdiklerim…

Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta malûm zamanlarda ortaya çıktılar, katliamlarını yaptılar, sonra âdettendir; tarihçi, politikacı, hukukçu, gazeteci vb hep beraber suçlu diye esrarengiz provokatörleri gösterince, onlar da hayatlarına bıraktıkları yerden devam ettiler. Hâlâ devam ediyorlar, hiçbir şey olmamış gibi… ‘Maraş mı?.. Onu provokatörler yaptı, içlerinde Amerikalı da vardı.’

Bu coğrafyada provokatörün Amerikalı olması masumiyet belgesi yerine geçiyor.

Yüzlerce insan öldürmüşler ve öldürdüklerinin yarısı 13 yaşın altında, insanların evlerini yağmalamışlar, yurdundan etmişler; bu olaylar hatırlatılınca yine tahrik oluyorlar. Psikopat bir halk!

Bir insan diğerini katletmek için niye tahrik olur?

Aklı başında hiçbir halk haklı olduğu için tahrik olmaz, ayrıca tahrik olmaya ihtiyacı yoktur; zaten haklıdır, her şey ortadadır. Tahrik olmak, öncesinde bu ruh haline uygun hasetkâr duygular gerektirir. Bu duygular yüzyıllardır zaten var. Provokatörün yaptığı bu katil sürüsüne cezalandırılmayacağının, arkasının sağlamda olduğunun güvencesini vermektir. Cereyan eden budur, aşağılık olan da budur…

'Tahrik olan halk…' o kadar çok var ki bunlardan, sokağa çıkınca tek tek yüzlerce görüyorum, istesem kafamın içinde bir kütle haline geliyorlar.. aslında istemesem de geliyorlar…  

18 Aralık 2011 Pazar

Sahilde

                                                                     Kısırkaya

Pencerenin üst camından bakmama gerek kalmadı, kayaların ilersinde tünemiş martılardan belliydi, sahilde kimseler yoktu. Birisi yürürken kaçışan martılar tekrar aynı yere konmazlar; bir gün onları dikkatle izledim, kesin bir bilgi gibi geldi bana. Demek sabah beri kimse geçmemiş sahilden. 

Sert bir poyraz, montumun yakalarını kaldırdım, tepeden aşağı sahile indim. Kayığının başında Salim; bir selâm çaktım ondan kurtuldum. Issız, insansız haliyle sahil beni çağırıyordu işte.

Su berraktı, poyrazdan birkaç kere derin nefes çektim bıraktım, kendi kendime ‘Çok şükür’ dedim. Bunu yapmak kendime yettiğimi hissettirir. Yalnız yürüyüşlerimde bir Tanrı beni takip eder, dindar bir Tanrı değildir bu; bana eşlik eden, kamerası olan bir Tanrı’dır, peşime takılır gelir, işime karışmaz, beni mazur görür (hoşgörüden ve bağışlamaktan farkını anlatmayayım şimdi)… Verdiğin nimete, boka püsüre çok şükür değil de, ağır bir hastalıktan kalkmış gibi çok şükür… Poyrazın nefes açıcı, burun sızlatıcı hazzı… kulaklarımda yankıyan sesi… poyraz sayesinde ben ruhumdan çok bedenim olurum…

Kayaların arkasında eğilip doğrulan bir kafa gördüm, beyaz saçlı, iki saniyede bir kaybolup ortaya çıkan bir adam kafası. Spor mu yapıyordu? Ama dalgalara bu kadar yakın?.. Kayaların arkasından dolandım, adam elinde çubuk kuma yazı yazıyordu, bir çırpıda okudum: ‘Seni seviyorum R…’ Aslında benim adamı fark edişimle buraya varışım arasında adam yazıyı çoktan bitirmiş olmalıydı. Anlaşılan dalga yazıyı siliyor, adam yeniden yazıyordu. “Merhaba” dedim. Yetmiş yaşlarında gözleri kısık, yüzünde bir haftalık sakal ve muzip bir ifade, bana bakmadan, bir şey demeden sadece kafasını sallayarak karşılık verdi. Bir dalga geldi ‘R…’yi sildi. Ardından bir dalga daha geldi ‘…um’u sildi. Sonra bir dalga daha geldi ‘seviyor’ u sildi. Üç sözcük alt alta yazılmıştı. ‘Seni’ dalgaların erişemediği tümsekte kalıyordu. Adam kendi kendine ‘Seni sikeyim?’ dedi.   

Yürümeye devam ediyordum ki adam peşimden seslendi:
"Martıları kaçıracaksın."
Durdum.
“Sigaran var mı?” dedi.
“Kullanmıyorum,” dedim.
“Yok da diyebilirdin.”
“Ama aynı anlama geliyor.”
“Aynı anlama geliyor ama, sorumu bir fırsat olarak görüp kendi lehine çevirdin, sanki sigara kullanmadığın için benden övgü bekler gibisin.” dedi.
“Kötümser bir yorum,” dedim. “Şöyle düşünün.. eğer ‘sigaram yok ‘ deseydim, bu var da vermek istemiyorum gibi bir kuşkuya da yol açabilirdi sizde. ‘Kullanmıyorum’ daha kökten bir cevap.”
“Hımmm…” dedi, bir taraftan yazısını tamamlıyordu. “Böyle olmadığını ikimiz de biliyoruz. Konuşunca dil kendi seçeneklerini nasıl da yaratıyor değil mi? Amaç altta kalmamak…” Beyaz saçları yanlardan kabarmıştı, onları bir güzel kaşıdı; uykusuz, yorgun bakıyordu. “Arabamda bırakmışım sigarayı,” eliyle tepeyi işaret etti. “Neyse,” dedi, derin bir nefes alıp bıraktı. “Canım konuşmak istiyor, lütfen bekleyin.” dedi, “Siz konuşulacak birine benziyorsunuz… Buralı mısınız?..”
“Değilim ama burada oturuyorum,” dedim.

Bir dalga geldi, kendimi geri çektim, su adamın botlarından aşıp kayaların arasından aktı, geride bir gölet oluşturdu, ama hemen suyu çekildi. Ortada yazı mazı kalmadı. Adam güldü.

 Bu kez sözcüklerin yerini değiştirerek yeniden yazdı: ‘Seviyorum seni R…’
‘Seviyorum’u tümseğe, ‘seni’ biraz altına, en altına da ‘R…’yi. Bir dalga vurdu adı sildi, adam yeniden yazdı. Böyle devam etti, bazen dalgalar ‘seni’yi de siliyordu, adam yeniden yazıyordu… Sonunda adam oyundan çıkar gibi alttaki sözcükleri yazmayı bıraktı, tümsekte ‘Seviyorum’u tek başına bıraktı, çubukla harflerin çizgilerini derinleştirdi, kalınlaştırdı.

“ ‘Seviyorum’”u yalnız bıraktınız,” dedim.

Değneğini el değiştirerek montunun ceplerini yokladı, dalgalar ayaklarını yalıyordu, ama o aldırış etmiyordu.

“Sigaran var mı?” diye sordu yeniden. Adamın yüzüne baktım, hiç de latife yapmışa benzemiyordu, bir taraftan da ceplerini yoklamaya devam ediyordu.

“Yok” dedim.

“Neyse,” dedi, “Belki de ben sigarayı bıraktım.” Birkaç kere ağzını şapırdattı. “Ağzımda tütün tadı yok, bırakmış olmalıyım.”

Bekledim ki adamın yüzünde beni tartan muzip bir gülümseme olsun, ama yoktu. Bana bakmadan sanki ben yokmuşum gibi kendi kendisiyle konuşmaya başladı:

“İnsanlar gelirler sahile, kuma yazı yazarlar. Bu sözü söylemekten korktukları için.” Değneğiyle ‘Seviyorum’u gösterdi. “İlginç olan yazmaları değildir, kuma yazmalarıdır… Sözlerini dalgalara emanet ederler, dalga iyi bir sansürdür… Hem kuma güvenirler hem de dalganın silici gücüne. Hem bir şey söylemiş olurlar hem de söylememiş. Kendilerinden çıkmak isterler, aslolan budur, burada sözlerinin provasını yaparlar… ben biraz insanları taklit ediyorum, biraz da kendimi.”

Tuhaf bir durumdu, adama ne diyeceğimi bilmiyordum. Adamdaki hafıza sorununa güvenerek tekrar ettim:

“ ‘Seviyorum’u neden başa aldınız ve tek bıraktınız?” diye sordum.

Adam iki eliyle birlikte değneğine tutundu, geride bacaklarını açıp hafif öne eğilerek; sanki diyeceklerini bedensel olarak sağlamlaştırmak için böyle bir vaziyet almıştı:

“ ‘Seviyorum’ insanın bir halidir delikanlı… Sana delikanlı dememe gücenmiyorsun değil mi?”
“Hayır,” dedim, “Ama gördüğünüz gibi delikanlı sayılmam.”

 “Sevmek… Biliyor musun ‘Ne yapıyorsun?’ ya da ‘Kimsin?’ sorusuna ‘Seviyorum’ diye cevap verilebilir. Ama insanlar sevmeyi geçişli bir fiil olarak kullanıyorlar, kimi seviyorsun diye soruyorlar. İnsan sevmez, özler. İnsan seviyorum diyorsa bu gerçekte sevemiyorum, dokunamıyorum, okşayamıyorum anlamına gelir. Seviyorum sözü aynı zamanda mutsuzum anlamına nasıl gelebilir ki? Ama böyle. Saçma. ‘Seviyorum.’ Ama insanlar bunu bir meziyet sahibiymiş gibi kullanıyorlar. Saçma!”

“Saçma mı?” diye tekrarladım.

“ Saçma tabi! Seviyorum ama yok!.. Bedel gibi… Sanki gerçek sevmenin bedeliymiş gibi...”
“R… yok mu?”
Başı iyice öne düşmüştü, “Vardı… Şimdi yok.”
“ ‘Seni seviyorum R…’ yazdınız.”
“Siz nereden tanıyorsunuz R…’ yi?” diye sordu.
“Sizi yazarken gördüm.”
“Hımmm… Güzel bir şey yazdığımı sanıyorum ama değil, acı veriyor… Seviyorum güzel bir sözcük, yani sözcüğün kendisi güzel, bu sadece bir mutabakat. İnsanlar kadim zamanlarda sözcüğü aralarında dolaştırmışlar, oylamışlar, kabul edenler, kabul edilmiştir. O zamandan bu zamana sanki hiç kimse bir şey sormamış. Saçma… Sigaran var mı?”

“Yanımda yok,” dedim.
“Yukarıda arabam var orada unutmuşum.”

Adam tepedeki arabaya baktı, “Tamam,” dedi.

Birlikte tepeyi çıktık, adamın  ıslak botlarının tabanlarında killi toprağa bastıkça kalın bir çamur tabakası oluştu. Ama adam buna aldırmadı . Arabanın yanına vardığımızda ceplerimi yoklar gibi yaptım. Adam çoktan arabasının anahtarlarını elinde tutuyordu. Bu konuşmada hiç değilse adamın bir arabası olduğu doğruydu. Adam torpido gözünden sigarasını çakmağını aldı, “Açık havada sigara içmek hoşuma gidiyor,” dedi. Bir sigara da bana uzattı, sigarayı bırakalı yıllar olmuştu. “Dur bir dakika,” dedi ve teybi açtı, deniz ayaklarımızın altındaydı, sigaramın dumanı poyrazla ciğerlerime doldu. Mendelssohn çalıyordu...


25 Kasım 2011 Cuma

Katliam Diyebilmek...







Dersim Katliamını yapanlardan hayatta kalan olmadığı için pratikte kimseye suç isnat edilemez gibi görünüyor. Ama şu anda yaşayanlara edilebilir?..

İlk akla gelen şu: Bu yargılamayı tarih yapabilir ama hukuk yapamaz. Öyle mi acaba?

Geçmişten bu tür olaylar ne zaman gündeme gelse ‘Bırakalım bu konuyu tarihçiler kendi aralarında halletsin,’ deniyor.

Bu mesele sadece tarihçilerin aralarında halledecekleri bir uzmanlık, bir tez konusu mu?  Darp edilmiş birinin yakınlarını yatıştırmak için bırakalım bu işi doktorlar aralarında halletsin diyemiyoruz, ama olmuş bitmiş bir katliamın sorumlularını bırakalım  tarihçiler kendi bildikleri gibi halletsin diyebiliyoruz. Tarih sadece bir bilme işi değildir, kimliğin en önemli kurucu ögelerinden birisidir. Ulusal kimlik için "iyi" ölüler gerekir. Bilinen "iyi" bir ölünün tarihçinin sunduğu yeni bilgiyle kötü ölü haline gelmesi öyle birden olmaz. Çünkü yaşayanlar tarihteki "iyi" ölünün öldüğüne inanmazlar. Yaşayan insanlar "Büyük" ölünün ölümsüzlüğünü kendi dirimleriyle sağladıklarından habersizmiş gibi davranırlar. Aslında bunu yaparken ölüme karşı naif bir savunma içindedirler: "Büyük" ölünün ölümsüzlüğüne kendi faniliklerini unutmanın garantisi olarak inanırlar; sürekli "büyük" ölüden söz edildiği için sanki tarih de kaldığı yerden devam ediyormuş gibi algılanır.. ölüyü yâd etme bir tür ölümsüzlük gibidir.

Tarih bir yargılama işidir. Ama bunu hukuk eliyle yapar. Geçmişten bir hükümdara ‘zalim’ diyorsak kullandığımız dil hukuk dilidir. Adı geçen hükümdarın zalimliği tarihçilerce ortaya çıkarılmışsa sadece geçmiş yargılanmış olmaz, şimdiki zaman da yargılanmış olur! Burada tarihin yargılamasıyla hukukun yargılaması işbirliği içindedir. Çünkü tarihin nesnesi insanın kendisidir. Ve insan mutlak olarak yaşayan insandır. Mezardaki cesetler değil…

Tarih yargılarken şimdiki zamanı yargılar!


Şimdiki zaman geçmişin mirası üzerinde kendini doğruladığı için geçmişin yargılanması hayatta olanların mirasını iptal edebilir. Sorun hayatta olanların yargılanan bu kirli mirasa ne derece sahip çıkıp çıkmadıklarıyla ilgilidir. Çünkü mirası kabul etmekle (hatta yüceltmekle), ya da reddetmekle insanlar kendi kimliklerini (geleceklerini) elde ederler.  



AKP Dersim Katliamının sorumlusu diye CHP’yi gösteriyor. Doğrudur. O dönemin yöneticileri birinci dereceden sorumludur. Tarihin yargılaması şimdiki varlığını geçmişin mirası üzerine kuran herkesi bağlar. Tarih, açığa çıkardıklarıyla kendini o dönemin güzide, elit zadegânlarıyla olumlayan herkesi tahkir eder, itibarsızlaştırır. Bir katili seviyorsan senin de katilden kalır bir yanın yoktur...Bunun bedelini değersizleşerek, baba figürünün çökmesiyle ödersin.. âdeta yetim kalırsın.

Peki AKP katliamın sorumlusu diye CHP’yi gösterirken kendisi masum mu kalıyor? Hiç de bile!

Malûm o zaman CHP tek parti, bugünkü AKP’lilerin dedelerinin babası, dedelerinin dedesi, falanı ya CHP destekçisi, ya Sünni hacı, ya sus pus hacı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti laik devletinin üç kurucu ayağı var: Devlet kontrolünde Müslümanlık,  Sünnilik, Türklük… Bu katliamı engellemek için bir şeyler yapıp da yargılanmış Sünni Müslüman var mı? Ey AKP’liler aynaya bakın, vaktiyle Alevi öldüren cennete gider diyenlerle soyunuz bir olabilir. Bak ben buradan içinizde bir Sivas Katliamı avukatı görüyorum.


Sahte tarih insanlara patolojik narsisizm bahşeder. Ama beyin yıkamanın sorumlusu sadece tarihin kendisi değildir, insanlar da ister bu sahte tarihi.. birbirlerini sahte tarih üzerinden severler.. yeşilliğini, ormanını katleder, çirkin çirkin binalarla doldurur; ama kendisine vatan millet adapazarı diye metafizik bir vatan uydurur onu sever.. böylelikle kendi uyduruk varlığını da emniyete almış olur.

Tarihin yarattığı patolojik narsisizmi tarihçiler ortadan kaldıramaz. Aklıma 2. Dünya Savaşı sonrası Japon İmparatoru Hirohito’nun asla suçlanamaması geliyor.. Nürnberg Mahkemelerinde yargılanan Naziler dolayısıyla Almanların kendi geçmişlerinden kopup ancak böylelikle yeniden ulus olabilmeleri… 

Aslında ne güzel olurdu tüm bir tarihi yargılamak. 'Katliamcı Atatürk...' Peki 2. Abdülhamit.. 2. Mahmut.. Kanuni.. Yavuz Sultan.. Fatih Sultan?.. Ulusun baba figürleri... yani patolojik narsisizmin... Ama AKP'nin niyeti kendi atalarını bulmak, onları baş tacı etmek...

(Bu yazı istediğim gibi olmadı, aklıma estikçe değiştireceğim...)











21 Kasım 2011 Pazartesi

Bıyık...


Kendini bıyıkla ifade eden başka bir toplum var mı bilmiyorum.

Hitler’in badem bıyığı vardı ama Nazilerin badem bıyıkları yoktu. Bizde ise Nazi iktidarı döneminde mebzul miktarda Hitler bıyıklı adamlar türedi.

Badem bıyığın bu toplumla bağdaşık antropolojik bir gerekçesi olmalı.. tabi faşist bıyığın ve solcu Stalin bıyığının da…


Aidiyet!.. Kendini olumlama, özenme falan değil..

Söylemek istediğim bıyığın Türkiye toplumuna özgü bir davranış normuna dönüşmesi, bir aidiyet hüviyeti taşıması. Batı’da böyle değil. Mesela aynı çağda yaşayan ve birbirine hasım olan Şarlo’nun ve Hitler’in bıyık biçimleri aynı. Almanlar buna ‘Zweifingerbart’ diyor. Türkçe’ye motomot 'iki parmak bıyığı' diye çevrilebilir (dincilerin badem bıyığıyla karışmasın diye). Ama bu bıyık Türkiye’ye Şarlo hayranlığıyla değil, Hitler hayranlığıyla yansıyor. Yani Almanya’da Hitler’in yüzünün tanıdık bir işareti olan bu bıyık Türkiye’ye ithalinde politik bir aidiyet göstergesi oluyor.


Badem bıyık sanıyorum Diyanet’in icat ettiği bir tipoloji. Köyden kente göç etmiş, ama bir kuşaktır kentte yaşayan imamları ve müftüleri aşina kılan bir bıyık çeşidi. Kılık Kıyafet  Yönetmeliğine uyma zorunluluğu ve bürokratik din adamlarının protokol sevdaları böyle bir tipolojiyi zorlamış olabilir: Ne Batılı gibi bıyıksızlık ne de erkeksiliği vurgulayan cinsel çağrışım.. terbiye edilmiş, yontulmuş itaatkâr bir bıyık.

Kılık kıyafet yönetmeliğine uygun Müslüman tipolojisi sanıyorum Necmettin Erbakan’la meşrulaştı ve yaygınlaştı. Tıknaz, etli bir beden, varlığını belki de büzülmeyle doğruladığı için omza gömülü kısa, kalın bir boyun, ince dudaklarının çeperinden aşmasına ve uzamasına izin verilmeyen badem bıyık, ablak surat…

Bu tipolojide semirmiş ve haline şükreden garip bir itaat telkini var. Kendini riske etmeyen, kelimenin düz anlamıyla koşturmayan, bütün estetik sporları bedenine haram sayan, telâşa kapılmayan, kendini ancak kalabalıkla adam yerine koyan, kocaman poposunu yerleştirecek bir koltuk kenarı bulduğunda dikte edilen her şeyi makûl karşılayan bir beden.

Bedenin sıradanlığı yerellik içinde şekillenir. Göze batmayan bedendir bu. Ama bir bedenin göze batmaması için diğerleriyle benzer olması gerekir. Benzerlik taklit edeceği bir emsal üzerinden kurulur. Ve dahası aykırı olana karşı hassasiyet üzerinden. Diyanet tipolojisi köyden kente göçün yarattığı uzlaşmacı bir bedendir. Köy- kent sentezi olduğu gibi Türk-İslâm sentezidir de: kazma sallayan, eğilip doğrulan, yük taşıyan ama yanlara dönüş yaparken belini esnetmeyen; çalışan köy bedeninin kalıbını miras alarak; belki çok çok mevsimlik, ya da hayatının gençlik döneminde çalışmış, ondan sonra hantallaşmış bir beden. Köyden kopuşun göstergesi olarak aynaya bakmaya ve tıraş olmaya bol vakit ayıran bir tipoloji.

Bu tipolojinin göç göstergesi olarak iki önemli tezahüründen söz edilebilir. Köyden kente göç, kasabadan kente göç. Bu yeni tip geride bırakılanlarla, elde edilenler arasında bir yerde kuruluyor.

Bıyık bedenin erkeksi bir çıkıntısıysa, tamam bıyığın bedenin erkeksiliğini abartmak gibi bir işlevi var; ama uzayınca asiliği çağrıştıran bir çıkıntı da.. badem bıyıkta sanki hem erkeklik törpülenmiş, hem asilik ıslah edilmiş gibi. Badem bıyık, bıyıkla oynamanın cinsel mesajlarını da ortadan kaldırıyor (tüyler parmak ucuna gelecek uzunlukta değildir).



Bir toplum iletişimini simgesel anlamlarla, nesneye yüklenen çiftanlamlarla yürütüyorsa, orada sözün gerçek anlamlarının pek geçerli olmadığını söyleyebiliriz.



İnsanın sakallı oluşuyla sakal bırakması arasında kırılma noktası oluşturacak bir dönem varsayabiliriz. Mübarek sakal sen bir şey yapmasan da uzayıveriyor. İlkel çağda erkek-insanı sakallı gösteren resimleri ve filmleri hemen benimsememiz ne kadar da normaldir: Elinde taştan bir alet, eğreti giydiği bir hayvan postu ve ille de uzun sakalı. Ama kesici madeni aletlerin yapılmasıyla sakal da kesilebilir hale geldiği için, sakallı ve sakalsız olmak da yüzün göstergeleri haline gelir. Oysa göstergebilimin bir disiplin olmasına; yani yirminci yüzyıla daha binlerce yıl vardır…

İlgilendiğim şey sakalın, bıyığın göstergelerini çözümlemek değil; Türkçede olmasa da eminim Batı’da konuyla ilgili birçok çalışma vardır. Benim ilgilendiğim Türkiye’de ya da Ortadoğu’nun Müslüman toplumlarında bıyığın-sakalın nasıl olup da bir aidiyet göstergesine dönüştüğü. Mesela Hz İsa’nın çarmıhtaki bilinen zayıf, sakallı, uzun saçlı sembolik resmi Batılı Hıristiyanlar için bir emsal olmamıştır. Rahipler, papazlar vb son derece besili, giysileri farklı, sakalsız insanlardır. Hitler’in badem bıyığı da Naziler için bir prototip haline gelmemiştir. Belki de o tekliği, o emsalsizliği korumak için kimse buna yeltenememiştir. Giysilerin, renklerin değil ama yüzün bir aidiyet göstergesi haline gelmesi için tuhaf bir süreç işlemiş olmalı. Yüzündeki kılları bir işaret haline getiriyorsun ve bu senin nereye ait olduğunu gösteriyor. Saçma!.. Ama bu saçmalığın fark edilmemesi için insanların rasyonel bir nedeni çok önceden sahiplenmiş olmalarını kabul etmemiz gerekir. Bir Müslüman sakal bırakmasını sünnetle açıklayabilir. Ama sünnetin bir takım ellerde emanet haline gelmesi peygamberin ölümünden nerdeyse 200 yıl sonrasına dayanır. Yani peygamberin sözlerinin ve görüntüsünün aktarılageldiği gibi orijinal olmasının hiçbir garantisi yok. Burada tarih kendisini; geleceği geçmiş üzerinde bularak kurar. Çünkü Doğulu toplumlar için tipoloji kütleselliğin en temel göstergesidir. Müslümanlar bunu en masrafsız yolla yaparlar: Sakalla… Müslüman, sakal bırakmasının antropolojik nedenini unutur ama döngüsel nedenini sürekli aklında tutar. Oysa sakal heybetli olmanın, zaman bulamamanın, düzene, disipline gelmemenin, bakımsızlığın vb ayrı ayrı ifadesi olabilir. Ama Müslüman sakalı denilen şey bir kütleselliğin ifadesidir. Zamanla bakımsız görünümden ayırt edilmesi için çember sakal haline geldi. Ama muhalefete geçince ( Aczmendiler gibi) Allah ne verdiyse uzatıyorlar. Çünkü sakalın el değmemiş hali evrensel protestonun kadim bir aracıdır. Ama yine de Müslüman Çeçen gerillasının çirkin sakalı ile Che Guevara’nın sakalı arasında DNA farkı vardır: Müslümanın sakalı içindeki sürü güdüsünü gizler, sakalı yüzünün kütlesel tesettürüdür (yüzün maskesi olarak sakal); Che Guevara’da sakal yüzün kendisidir.

Marx’ta da sakal yüzünün kendisidir. Kimse Marx’ın sakalsız gençlik fotoğrafını duvarına asmaz. Filozof dediğin sakallı olur. Yaşayan bizlerin Marx’ı bu görünümüyle idol yapmamızla, Marx’ın kendi tipini sakalla belirlemesi iki ayrı niyettir (veya dürtüdür). Marx 1882 yılında  Cezayir’e gider
(ölümünden bir yıl  önce; acaba köklerini bulmak için mi?) ve orada Cezayirli bir berbere tıraş olmadan önce,  sakallı haliyle son bir fotoğraf çektirir. Bu fotoğraf bize ulaşan son görünümüdür. Engels’e yazdığı mektupta şöyle diyor: “Peygamber sakalımdan ve taçlandıran şânımdan kurtulmaya karar verdim.” Ya saçını sakalını kestirdikten sonra da bir fotoğraf çektirseydi, bu fotoğrafını duvarımıza asar mıydık?..

Türkiye solcularının ‘Stalin bıyığı’ sanıyorum sağcıların yakıştırması. Ama solcular da bunu benimsedi. Bıyık hatırına Stalin hâlâ, Türk/Kürt solcularının gözdesidir.. ortada en ılımlı haliyle bizim kötümüz durumu vardır… Bıyık üst dudağı kapatır, kılık kıyafet yönetmeliğine uymayan, berber görmemiş bıyıktır bu. Yani çıkış noktası protestoya dayanıyor. Ama bir aidiyet göstergesi olunca ilk nedenini unutuyor, solculuğun işareti haline geliyor. çaba sarfetmeden bıyıkla  bir olgu haline geliyorsun. Mesela Mahir Çayan’ın bıyıksız fotoğrafları da vardır ama simgesel fotoğrafı bıyıklıdır…

Dinci badem bıyık ise iktidarla kültürlenmiş iktidardan pay alan bir evrime sahiptir. İktidarın bıyığı. Dinciliğin Diyanet aracılığıyla kontrolü artık toplumun bıyık aracılığıyla kontrolü gibi kestirme bir sürece girdi. Bıyık  işte…



Sonsöz: Aslında sonsöz değil de başka bir yazıya başlangıç olabilir. Kasabalarda, köylerde ‘pala’ lâkaplı birilerini bulursunuz. İlle olur. Bıyıklılar arasından sıyrılan bıyığın dominant hali (pala aynı zamanda kısa bir kılıç çeşididir). Benzerlerine fark atan, öne çıkan.  Bu aşırı erkeksilik orta yaş civarında başlar, ihtiyarlığa kadar devam eder. 'Pala' sanki bir şeyleri gizler. Toplum 'pala'yı  hafif alaysılıkla kabul eder. Adlandırma sağlar bunu…





30 Ekim 2011 Pazar

Messi'nin Penaltı Anındaki Endişesi


                                                      Messi... Barcelona-Sevilla



                                               Messi... Barcelona-Mallorca



Uzmanlar bilimsel veriler ışığında; kalenin genişliği, topun kaleye uzaklığı, kalecinin topa uzanma hızı ile üzerine gelen topun hızı gibi etmenleri göz önüne alarak, kurtarılan penaltı yerine kaçırılan penaltı tabirini daha doğru buluyorlar. Bu bilgi kesin kabul edildikçe kalecinin penaltı anındaki endişesi hafifledi, penaltı atıcısının endişesi ağırlaştı. Kalecinin topu kurtarınca kahraman olma ihtimali penaltı atıcısının gol atınca kahraman olma ihtimalinden daha güçlü. Özellikle maç sonucunu belirleyecek atışlarda…

Geçen hafta Sevilla maçının uzatma dakikasında penaltı kaçıran Messi'nin dün oynanan Mallorca maçında penaltıyı atmaya hazırlanırken yaşadığı duygu endişeden daha ağırdı.

Bir müsabakada sadece rakiplerin mücadelesini izlemeyiz, onların mimiklerini, jestlerini, coşkularını, hırslarını, hayal kırıklıklarını, öfkelerini, sevinçlerini, kıskançlıklarını, madara duruma düşmelerini (bu durumda hep tükürürler), utançlarını vb de izleriz. Hatta izlediğimiz daha çok bu duygudurumlarıdır. Açık ve savunmasızdırlar. İşinde profesyonel kameramanlar zum yapar bize o anları gösterirler. Messi gol atar sevinir; ama kamera, takım arkadaşı kaleci Victor Valdes’e de yönlenir çünkü o bir başka sevinir. Peter Handke Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi romanının kahramanı Bloch’a “İnsanın gözünü forvetlerden ve toptan çevirip kaleciyi izlemesi çok zordur, kendini toptan söküp alması gerekir, doğal olmayan bir şeydir bu” dedirtir. Ama artık hemen yapılan kurgular sayesinde topun uzağındaki kalecileri de izleyebiliyoruz. Çünkü maçlar futbolcuların özel hayatlarının devamı gibi izleniyor, hayatlarının bir çeşit aleniyete dönüşmesi gibi… O kadar çok spor yayını var ki, hayatlar ve sözler o kadar göz önündeymiş gibi kurgulanıyor ki.. maçlar dizi film gibi.

Meselâ Youtube’da ‘Messi Miss Penalty and MourinhoWatch on TV’ adında bir video…

Ama benim  Messi’ye özel bir sempatim var. Onu gelmiş geçmiş diğer bütün futbolculardan ayırıyorum. Ronaldo mu Messi mi tartışmasını dizi film gibi maç izleyenlere bırakıyorum... Söylemek istediğimi sona sakladım:

Penaltı atışı belki de Messi'ye göre değil. Gol kralı olmak için repertuvarlarına ille penaltı atışlarını da katan Ronaldo gibi forvet oyuncularına göre.

Messi irticalen futbol oynayan birisi. Çok hızlı düşünüyor. Sadece rakip takımın oyuncularını değil maalesef kendisine “ayak” uyduramayan takım arkadaşlarını da bitiriyor (Ronaldinho, İbrahimoviç bu yüzden gittiler). Top ayağına geldiği anda seyirciyle irtibatını koparıyor, kamerayı, kendi imgesini unutuyor; kendisinin tabiriyle güdüsel oynuyor. Top Messi’nin ayağına adeta yapışık, topun şut haline ne zaman geleceği belli değil, bedeni bu belirtiyi hiçbir zaman ele vermiyor. Bu yüzden Messi’nin gollerinde kaleciler sadece üzülmezler, gülünç duruma da düşerler (mesela dünyanın en iyi kalecilerinden Iker Casillas’ın ağzı Messi’den her gol yiyişinde yamulur).

Ama top penaltı noktasındayken Messi’nin karakterine uymayan bir terslik  oluyor. Top ayağındayken çok hızlı düşünen, çok hızlı karar verip değiştiren Messi; top, kaleci ve diğer futbolcular stabilken yeteneklerinin sadece birini kullanabileceği atıl bir boyuta geçiyor. İrticalen oynamaya alışık Messi, normalde seyirci ve kamera baskısını hiç hissetmezken, penaltı atışı sırasında ceza sahasıyla agorafobik bir ilişki yaşıyor. Sundance Kid gibi. Yerdeki meteliği nişan alıp vuramayan Kid,  silahını kılıfından çıkarıp tetiğe basınca bunu bir rakip karşısındaymışçasına kombine bir hareket halinde yapıyor ve hedefi vuruyor. (Butch Cassidy and Sundance Kid filminde) 

Barcelona teknik direktörü Guardiola’nın penaltıyı yine Messi’ye kullandırma ısrarı futbolcunun kendine güvenini kaybetmemesiyle ilgili olabilir. Ama ya bunu da atamasaydı?

Sanıyorum forvet oyuncularını ve teknik direktörleri başka bir niyet yönlendiriyor. Daha objektif bir niyet: Bir forvet oyuncusundan komple bir Büyük Öteki yaratmak…  

28 Ekim 2011 Cuma

Bulancak İskelesi






“Açık havada sigara içmeyi çok seviyorum…”


Galiba lise birinci sınıfa gidiyordum ve yaz başlangıcıydı, o akşamın keskin ılık rüzgârını (yaz sonu rüzgârı daha yumuşak olur) hâlâ yüzümde hissediyorum. Yukarıdaki sözü kim söyledi? Aramızda benden büyükler vardı, evet büyüklerden biri söyledi. Hatırlıyorum, kalabalık halinde iskele turuna çıkmıştık. Kendimizi ciddiye alıyorduk, devrim falan yapıyorduk, lâf yorgunuyduk. Köyünden gelip kasabada ev kiralamış lisede okuyan  arkadaşlardan biriydi. Kısa boylu, hep temiz giyimli. Bak şimdi gözümün önünde, ama yüzü yok... O zamanlar böyle bir lâf etmek kolay değildi; nasıl söylesem, görmüş geçirmiş, büyümüş de adam olmuş, zevk sahibi birinin lâfıydı. Sigarası ağzında, kibriti çaktı, alevi avucunun içine alarak sigarasından bir fırt çekti, okkalı bir fırt; sanıyorum tam o an söyledi: ‘Açık havada sigara içmeyi çok seviyorum…’

Sonraları ne zaman iskele turuna çıksam aklıma bu lâf ve arkadaşımın sigarayla kurduğu o iştahlı görüntü gelir bir sigara yakardım... yoksa sigarayı yakardım da sonra mı bu lâf aklıma gelirdi? Ama lâfın sahibinin kısa boylu, tıknaz görüntüsü kafamda o anla birlikte donmuş, ne adı ne cismi daha ileriye gidiyor,  iskelenin yarı belinde  o yaz akşamına ait görüntü hâlâ orada duruyor, yaşlanmıyor. Yine de bir söze bu kadar rağbet etmek bunca zaman kafada taşımak çok güçlü bir varoluşa delalet değil mi? Şimdi o arkadaşımı aramaya kalksam söylediği bu lâf onu bulmama yardım edecek bir ipucu olur muydu? Hiç sanmıyorum.

Bulancak’ta kaldığım son senenin kışında bazı geceler aklıma eser iskeleye yürüyüşe çıkardım. Beni dışarı çıkaran dürtü bir arkadaşla karşılaşmak, bir iki insan görmek falan değildi; arkadaşımın o lâfıydı. Halbuki sigaradan alacağım günlük haz limitimi çoktan doldurmuş olurdum; yine de bu sözün özel bir kotası vardı, kışkırtırdı beni: ‘Kalk açık havada bir sigara iç…’ İskelede sigara içerken iyi bir taklitçiydim ben.

Bulancak iskelesinin sigaraya başlamamla ilişkisi daha öncesine dayanır. Çocuk denecek yaşta sigara içmek için sadece  zula bir yere değil suç ortağına da ihtiyaç vardır. Suç ortağım vardı.  İskelenin badalları bize kucak açardı; aşağı inmek biraz cambazlık, biraz da kurumuş insan bokundan tiksinmeyecek kaşarlanmış burun gerektirirdi. Her ikisine de sahiptik; özellikle tiksinti eşiğini aşmış burna. Çünkü indiğimiz badaldaki antika bokun bize ait olma ihtimali yüksekti. Gariptir (belki de değildir) sigara bizde defi hacet dürtüsünü de harekete geçiriyordu. Babalarımızın tuvalette sigara içmelerinin nedeni kokuyu bastırmak içindi. Bizimse sigara içince tuvalete gidesimiz geliyordu. Herhalde bu yüzden çok sonra sigarayı bıraktığım gün kabız olmuştum. İşte sana bir keşif!  Konudan mı uzaklaşıyorum? Hayır. İskele bedenimin anatomik uzantısı gibiydi.

İskeleyi yürüyüşüme uygun üç bölüme ayırmıştım; denizin başladığı kayaların bitimine kadar olan giriş kısmı birinci bölümdü, iskele yoluna sapmış olurdum ama deniz hizasına gelmediğim için karayla irtibatım devam ederdi. Kara diyorum ama denizle karşıtlığını düşünerek değil, yalnızlığımla karşıtlığını düşünerek; yani kara bir metafordu ve şu anlama geliyordu: iskelenin yanlarındaki parkta oturanların ve otobüs yazıhanesinin önünde bekleşenlerin bakışlarından henüz kurtulamamış olurdum. Sokak aralarından ta buraya kadar sırtımda ve omzumda taşıdığım gerginlik denizin kayalara çarpmasıyla dağılır, ikinci bölüm başlardı.

İkinci bölümde adımlarım yavaşlardı. Karşıdan gelen adamların tipine veya yönüne göre, korkulukların sağ veya sol yanını seçerdim, bir sigara yakar, kendime bir dalgınlık uydurur, ufka doğru bakardım. Hüzünlü olurdum. Hüzün sigara ve ufkun bileşimiyle kendiliğinden gelirdi. Severdim bu halimi. Bu da bir huy işte...

Korkuluklar bitince üçüncü bölüme geçerdim, iskelenin ucuna... çiseli ve ayaz havalarda kimse olmazdı, sanki bir kapıyı açar gibi içeri girerdim, boş bir salona, zaptederdim orayı, adım atar atmaz orası benim olurdu. Ve Sigaram bitmiş olurdu, adımlarım sallapati, yüzümde geç kalmış bir sempati (bu sözcük kafiye olsun diye), bir sigara daha yakardım: ‘Açık havada sigara içmeyi çok seviyorum…’

Ve başka bir şey: İskele kasabayı terk etme olanağı da sağlıyordu. Gözünüzün önüne getirin: Tüm kasabaya sırtınızı dönüyorsunuz, bir tür küskünlük gibi… Hem gidiyorsunuz hem de denize uzanan çıkıntıda tüm bakışların alışkanlıkla yöneldiği biri haline geliyorsunuz. Bu gidiş size temelli bir gidiş vaat etmiyor; çünkü iskele bu, sınırı var, birazdan döneceksiniz. Ama sırtınızı dönmek gidişin bir ikamesi haline geliyor ve bu rolü sonuna kadar oynuyorsunuz. Ta iskelenin ucunda gizemli bir silüete dönüşene kadar…

İskele Bulancak'ın dışarısı idi. o zamanın çocuklarının gurbetin provasını yaptıkları yer. Bulancak'ı büyütmek için iskeleyi küçülttüler, iskele evcilleşti. Bu anlamda pedagojik yeteneğini de kaybetti.

Sigarayı bırakalı çok oldu. Sigarayı değil ama Bulancak İskelesinde sigara içmeyi özledim...





27 Ekim 2011 Perşembe

Akıl Depremi...





Deprem çoktan eğlenceli bile olabilirdi. Nasıl paratönerli, yalıtık bir ortamın verdiği güven duygusuyla uzakta çakan şimşekleri izlemek eğlenceliyse. Dipten gelen dalgayla ayağının altındaki bütün dünya sallanıyor, kendine has korkunç sesiyle dünya kendi tarihiyle ilgili bir şeyler anlatıyor, silkeleniyor, nefes alıyor, kabuk değiştiriyor, bize canlı olduğunu gösteriyor. Gerçeküstü bir an. Eski kuşaklardan miras kalan korkuyla kendine güven arasında yaşanacak ikircikli bir an. Neden olmasın? Raflardan birkaç eşya dökülür, tabak çanak kırılır ve konuşmakta konu sıkıntısı çeken herkesin depremle ilgili anlatacağı bir öyküsü olur.  

 

William James 1906 yılında tanık olduğu California depremiyle ilgili gözlemlerini anlattığı bir mektup yazar kardeşine (yazar Henry James’e). Depremin nasıl heyecan verici olduğunu anlatır. Depremin olduğu sabah saat 05 sıralarında yatağında ve gözü açıktır. Gut hastalığı uykusunu kaçırdığı için 7,8 büyüklüğünde o 48 saniyeye baştan sona tanıklık eder. Stanford Üniversitesinin güvenli duvarları arasında depreme ilk tepkisinin neşe, hayranlık ve zevk olduğunu söylüyor, ve hiç korku hissetmediğini. Hatta ‘Devam et!’ diye neredeyse yüksek sesle haykırmış

 

Dün tv kanallarından birinde AKUT yöneticisi birisi söylüyordu: “Önce bizim afet kavramını yanlış tanımından kurtarmamız gerekiyor; afet bizim hazırlıksız ve donanımsız oluşumuzdur, dışarıdan bize gelen bir olay değildir... deprem afet değildir bir doğa olayıdır.”

 

 

Yani afetin nesnesi deprem değil bizzat insandır. İnsan afete duçar olan değil sebep olandır! Sor bakalım kurda kuşa deprem bir afet mi? Toprağın en derininde olan köstebeğe sor bakalım, toprağı üstten kazan pulluk mu afet, dipten gelen deprem mi? Hayvanlar için afet olmayan insan için nasıl afet oluyor? Sağlam kafa için ille de sağlam vücut gerekmez belki ama, sağlam bina sağlam kafada bulunur. Belki ilerde deprem tahmin istasyonları kurulur, depremin günü saati bir hafta önceden bilinir, fay hatları turistik bölge haline gelir, yeni evli çiftler balaylarını buralarda geçirirler, gerdeğe tam deprem anında girerler (Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanından hatırlıyorum, romanın kahramanı kadın orgazm anını depreme benzetmişti).

Ama depremi afet ilan eden tanımlama depremin trajedisini de meşrulaştırıyor. Her tanımlama bir iktidar olanağını içinde barındırıyor. Dil hokkabazdır; devlet sanki afetin müsebbibi değil kurtarıcısıymış gibi…

 

Şimşek çakarken korkudan ‘Ulu manitu!’ diyen ilkel insanla, deprem olurken ‘Allahuekber!’ diyen çağdaş insan arasında cahillik açısından hiçbir fark yoktur. Ama Doğu Anadolu fay hattını ortaya çıkaran İhsan Ketin’den bihaber olup da Cübbeli Ahmet’e Ömer Çelakıl’a itibar eden “çağdaş” insanla depremi tanrıların afeti olarak gören eski insan arasında çok ciddi ahlaki bir fark vardır! Ve en büyük ahlaksızlık depremde ölen, sakat kalan, beyni yıkanan çocuklara karşı yapılıyor...


23 Ekim 2011 Pazar

İfrat ve Tefrit



Savaşta ifrat ve tefrit biçiminde mübalağa sanatı da yapılır: Önce şu kadar öldürdüler denir, ölenlerin tek tek resimleri gösterilir, hayatlarının kısa kısa hikâyeleri anlatılır,  cenaze törenlerinde galeyana gelmiş kalabalık ve ailelerin perişan hali kameralarla senkronize edilerek (acı ve hazzın biraradaki paradoksu hiç görülmez) ekrana taşınır. Sonra saldırıya geçilir, şu kadar öldürdük denir, yetmedi şu kadar daha öldürdük denir; hem kendi ölülerini gizlerler hem de diğer tarafın ölülerini abartırlar.. bu kez ölenlerin ne hikâyeleri vardır, ne yas tutan aileleri, ne de öfkeli hemşerileri... Böyle devam eder gider.. ekran başında bayrak, vatan, intikam falan vampir kesilen sayın seyirciler Beckett'in dediği gibi  her ölümle yeniden canlanırlar.. zindelik kazanırlar...

21 Ekim 2011 Cuma

İki Boksör ve Seyirciler...





‘Ringte birbirine sarılan iki boksörün yakınlığı…’(*)
Genç, yabancı bir yazarın kısa hikâyesinden aklımda kalmış bir söz...
Bu sözü bir yerde okudum, hâttâ altını çizdim. Bende derin çağrışımlar yarattı; ama aradım taradım ilgili yazıyı bulamadım...

Müthiş şefkatli bir yakınlıktır o; daha önce defalarca izlediğim sahneleri gözümde canlandırmama yetti.. yorgun iki boksör birbirlerinin kollarında dinleniyorlar, sarılıyorlar, biri diğerinin bedeninden destek alıyor, soluğunu duyuyor, kalp atışını dinliyor, belki de rakibinin kalp atışını kendisininki sanıyor. Seyircilerin uğultusu olmasa, hakem araya girip dürtmese daha da uzayacak bu yakınlık yeniden kavgaya dönüyor. Aşağılık seyirci! Her seferinde nifak sokar… Oysa dövüşen iki boksörün bitkinliği bir an bütün bahisçi, milliyetçi, fanatik vb seyircilerin kendi aralarındaki bağdan daha sıkı bir ortaklık yaratmıştı işte. O bir an dünyadaki olası huzurun da eğretilemesi değil miydi?..

Cephede savaşan askerlerin arasında bir an ateşkes olur ve birbirlerine sigara yiyecek falan atarlar… Çok vardır bunun örnekleri... Savaşan askerler arasındaki ilginç bir dayanışma 31 Aralık1942 yılbaşı gecesi Stalingrad Çarpışmasında yaşanmıştı, Rus aktör ve müzisyenler kuşatılmış şehirdeki askerleri eğlendirmeye geldiklerinde, kemancı Mikhail Goldstein (Yahudi) siperlerde askerlere tek kişilik bir konser verdiği zaman:

“Çaldığı melodiler hoparlörlerden Alman siperlerine ulaşınca atışlar birden kesildi. Ürpertici sessizlikte müzik Goldstein’ın yayından dökülüp aktı.

“Bitirdiğinde, dingin sesizlik Rus askerlerinin üzerinde asılı kaldı. Başka bir hoparlörden, Alman bölgesinden bir ses bozdu büyüyü. Bozuk bir Rusça ile yalvardı ses: ‘Biraz daha Bach çal ateş etmeyeceğiz.’

“Goldstein yayını eline alıp Bach’tan hareketli bir gavot çalmaya başladı.” (William   Craig’den aktaran Zizek)

Soğuk gecelerde birbirlerine pusu atan, uykusuz ve aç kalan, üşüyen yoksul Türk ve Kürt gençleri, başlarında komutanları olmadan emirsiz, bayraksız, vatansız bir tampon bölgede karşılaşsalar… Bir kavram nasıl oluyor da bütün olası tampon bölgeleri de işgal edebiliyor: Dünya vatanların işgali altında…vandal "vatanseverler" nasıl da uğulduyorlar...

Gerçek acıyı ölenlerin yakınları yaşar. Öfke ve intikam duygularıyla bir araya gelen çığırtkanların yakınlığını sağlayan duygu acı değil hazdır! Kütle olmanın hazzı, bir şey olmanın hazzı, kendini kalabalıkla olumlamanın hazzı, yastan herkese bulaşmış ciddi mimiklerle kendini önemsemenin hazzı... Bu duygusal adaletsizlik savaşı kışkırtan, sürdüren temel etkendir...


(*) Nihayet yazarı hatırladım, Amerikalı 1970 doğumlu Dave Eggs. Kaza adlı öyküsünün sonu: "Her şeyin belirginleştiği bir anda, boksörlerin birbirlerini incitmeyi çok istedikleri halde neden başlarını rakiplerinin omzunda dinlendirebildiklerini sonunda anlıyorsun, yorgun sevgililer gibi nasıl olup da birbirlerine yaslanabildiklerini, bir anlık huzur için şükrettiklerini." 



20 Ekim 2011 Perşembe

Vatan Kavramı




Bazı isimler kullanıla kullanıla bir varlığı ifade etmekten kurtulur imge olur; kategorize edemezsiniz. Vatan sözcüğü somut isim midir, soyut isim mi? Hem ikisidir de diyebilirsiniz hem de hiçbiri.

Evet, vatanın belirli bir nesnelliği vardır, nihayetinde coğrafi bir toprak parçasıdır; ama uğruna ölünecek bir şeyden de söz ediyorsak nesnel olmayan yüceltilmiş metafizik bir bindirme sözcüğün anlamında hak sahibi demektir.

Hele ki Türkçede "özleşme" Osmanlılıktan kurtulma, ulus projesinin temel bir öğesini oluşturma biçiminde algılandığı için sözcüklerin yeni ve eski versiyonları ideogram olarak kullanılagelmiştir. Meselâ vatan sözcüğünün eşanlamlısı 'yurt' sol kesimin antiemperyalist jargonunda benzer bir kutsiyettedir. 

'Vatansever'e karşı 'Yurtsever.'  İronik bir durum (bir dönem bu iki sözcük köpekle kedi gibiydiler, şimdi malûm çevrelerde flört ediyorlar). Her ironiye gülünmez. 

Yoksa şu vatan/yurt denilen şey ilinek (töz karşıtı) olmasın... Yani vatan, ancak ‘Vatan!’ sözcüğü söylendiği zaman varolmuş olmasın (haykırma payı saklı tutulmalı)? İnsanın vatanla ilişkisi tuhaf. Nihayetinde bir kavramla ilişkisinden söz ediyoruz. 

Hemen şimdi aklıma gelen bir örnek: Rusça'da da tıpkı bizdeki gibi vatan anlamına gelen iki sözcük var (Bu bilgiyi Kagarlitski'ye borçluyum, ama ilgili yazısını şimdi bulamayacağım için hafızadan aktarıyorum): Lenin döneminde feminen artikeliyle 'vatan' sözcüğü kullanılıyormuş. Stalin bir el becerisiyle muhalif solu tasfiye döneminde ve 2. Dünya Savaşı sırasında maskülen artikelli 'vatan' sözcüğünü feminen olanla yer değiştirmiş. Üstelik bu değişiklik muhalif kesimde hiç de yankı uyandırmamış (Bu hiç şüphesiz komple bir arızanın semptomu, başka bir yazı konusu ve yeri burası değil).

Türkçede de vatan kavramı erkektir, bakmayın anavatan dendiğine…

‘Vatan Yahut Silistre’ oyunundaki 'yahut' sözcüğüyle Namık Kemal bizi 'ya, ya da' gibi bir ikilemde bırakmadığı -tersine somut yerle soyut kavram arasında bir özdeşlik kurduğu halde, bugünden baktığımızda vatanın sınırları dışında kalmış Silistre'nin artık 'yahut'u kapsamadığı ortadadır.

Namık Kemal döneminde veya genel olarak Tanzimat sonrası muhalif aydın hareketini birleştiren bir kavramdır 'vatan'. Ama bugünkü gibi 'anavatan' anlamına gelmez. Sanki vatana vatan dışında bir yerde sahip olabilirsiniz:

"Tuna aradan kalkarsa vatan yaşayamaz… bizim vatanımız Tuna demektir, Tuna elden gidince vatan kalmıyor..." (Namık Kemal, a.g.e.)

Vatan kavramı daha çok kaybedilmekte olan topraklar anlamıyla iktidara karşı kullanılan elinden geleni yapanlarla yapmayanların ölçüldüğü militarist bir kavramdır. Biri doğduğu yaşadığı anavatanını terk eder, kendisine ait saydığı ama kendisinin ait olmadığı yeri vatan sayarak çarpışır. Buradaki vatan akıtılan kanlarla biriken tasarruftur ve hiç şüphesiz bu kavram tasarrufu ideolojiyle korunur. 

Vatanın sınırlarının daralması vatan kavramının muhalif şiddetini genişletir. 

Vatan kinayeli bir sözcüktür. İnsanlar 'vatan' diye kendilerini idealize ederlerken diğerine tahkir edildiğini hissettirir. Vatan tam da bu anlamıyla dışarıya değil içeriye karşı sınırdır! 

Özellikle Balkan Savaşlarından sonra yaşanan göç hareketleriyle vatandaşlık kavramı dışarıdan 'anavatan'a gelenlerin meselesi olur (Kimliğin yerelleşmeyle ilgisi olarak...)

Gerçekte sözcüğün hegemonik anlamından azade bir vatan yoktur. Ama bir terkip içinde vücut bulan ve doxaya dönüşen ve nesnelliğini bir tavır içinde gösteren sloganik şiddet vardır. Vatansever denir, vatan haini denir… monarşi döneminde istibdada karşı başka, bugünkü kutuplaşmalarda başka anlamlarda... İnsanın kendini Büyük Öteki (Lacan'a ait bu kavramın bende farklı olan çağrışımını başka bir yazıya saklıyorum) gölgesinde ifade etmesi tuhaftır. Ne yapalım bugünkü insanın elinden başkası gelmiyor.

Vatan Millet Sakarya diye bilinen, hamaseti tiye alan sözümüzden hareketle yedi yıl önce bir mülâkat sırasında yaşadığım bir anımı da araya sokuşturayım. Aslında anı dediğim ilgili mülâkatta anlatamadıklarım. Çektiğim zarftaki sorulardan biri miydi, yoksa komisyondan biri yekten mi sordu hatırlamıyorum.. Sakarya Savaşı'nı anlatmam gerekiyor. Neyse şeytan dürttü kendi belâgatımın şevkine kapıldım, ayrıntılara girdim: Kafkaslarda bekleyen Enver Paşa'ya, Eskişehir'de yenilen İnönü ile Atatürk arasındaki liderlik ilişkisinin yeniden kuruluşuna, Meclisteki muhalefete ve meşhur, "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla sulanmadıkça, terk olunmaz." düsturunun içeriğini açıklamaya girişmiştim ki, Komisyon müdahale etti. Evet, neydi Mustafa Kemal'in 'vatan'ı?.. Yaşadığımız yer, diğerleri ele geçirmek istediği için daha çok bizim olan yer... ve bu tehdit karşısında daha çok "biz" olduğumuz yer. Yani nesne değil ÖZNE olan vatan!

Oysa bugün korkunç bir özelleştirme furyasıyla ‘vatan’ı bizzat “özel” vatandaşların işgal ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Ormanları, suyu, toprağı yok edilen bir vatan, olmayan yer anlamına da gelebilir pekala. Uzaklarda kalmış bir yer, koordinatları aynı ama görünümün bütün farklılığını zamanın üzerine yıkan bir yer. Ya da hayali bir yer, Atlantis gibi… Ya da turizm tanıtımlarında kullanılan kartpostal tadında bir yer: Kartpostalı Platon’un ideası gibi hakikatın referansı yaparsanız bu numarayı yersiniz… Vatan=Olmayan yer… ‘Olmayan yer’i ters yazılışıyla, Marc Auge’nin ‘Yer Olmayan’ıyla (Non-lieux) ilişkilendirebilirsem ortaya hoş bir paradoks bile çıkabilir.  Marc Auge’nin Yer Olmayan’dan kastı insanların ve malların hızlı akışı için düzenlenmiş mekânlardır: ekspres yollar, bankamatikler, hava alanları, alışveriş merkezleri vb. Buralar anı biriktirmeyen, içlerinden hızlıca geçilen, insanın mekânla bütünleşmesine izin vermeyen yerlerdir. ‘Olmayan yer’ ise gerçekte kamuya aitken, birileri tarafından işgal edilmiş yerlerdir. Mesela belediyeye ‘işgaliye parası’ ödeyen esnafın masa sandalye atarak işgal ettiği yaya kaldırımı. Burada iki türlü işgalci vardır aslında: Böyle bir ilişkinin doğurduğu fırsatla yaya kaldırımının sahibi kesilen belediye ve belediyeden bu yeri kiralayan esnaf. Marc Auge’nin ‘Yer Olmayan’ı mekânı bir geçiş noktasına dönüştürürken (kaypak bir alan; burada yürüyen merdiven bir metafor olarak kullanılabilir), ‘Olmayan Yer’ mekânı özel mülkiyetin çıkıntısına dönüştürür (burada cumba metafor olarak kullanılabilir). Marc Auge’nin ‘Yer Olmayan’ında özgürüzdür ama yerli olamayız, ‘Olmayan Yer’de yerliyizdir ama özgür olamayız.

Şimdi başka vatan kavramları var.. Kürtlerin vatanı, Türklerin vatanı; vatan kavramları çarpışıyor. İnsanoğlunun metafiziği kuvvetlidir, bir kavramdan nesiller boyu sürecek bir intikam kaderi çizebilir.

Malûm söze nazire, bağlayalım: Herkesin vatanı kendine… Lacan’ın dediği gibi göstereni gösterilene fazla gelen, hatta gösterileni olmayan bir vatandan payınıza ne kadarı düşüyorsa…



15 Ekim 2011 Cumartesi

Gülme Fetişizmi

                                            Ahmet Davutoğlu... Vesikalık gülme...


Bir yaz günü öğle vakti kızkardeşimin Bartın’ın yeni kurulan bir mahallesindeki evinden bakkala ekmek almaya giderken… sıcaktan mı yoksa yola döşenecek asfaltın henüz gelmeyişinden mi yol işçileri kazmayı, küreği ellerinde tutarak (avare görünmeye karşı tedbir) kaldırımda bir ağacın altında mola vermiş hakır hakır gülüyorlardı. Ortada bir adam belli ki öyküsünün en gülünç kısmını yeni bitirmişti ama arkadaşlarının gülmesini devam ettirebilmek için habire çırpınıyor, anlatısına yeni eklemeler yapıyordu.  Ben yanlarından geçerken başka biri söz aldı, dinleyenlerin önceki öyküden kalan cılız gülüşleri anlatana eşlik etti. Sokağın ucundaki bakkala varmadan işçilerden bir kahkaha daha koptu. Dönüşte sıra bir başkasındaydı..  gülüşlerinden sokak inliyordu, gülme moduna girmişlerdi bir kere…

İnsanlar başlarından geçen olayları anlatırlarken gülünç olacak şekilde kurguluyorlar. Gülünç olanı en sona saklıyorlar, ya da gülünç olan üzerinden dinleyenlerin kahkahası öyküyü sonlandırıyor. Öykünün yaşanmış hali gülünç olmasa bile (insanlar yaşadıklarına eşzamanlı gülmezler) anlatıya diğerini güldürme dürtüsü yön veriyor.  Bu hep böyle miydi?       


Günümüzde gülme fetişizmi... çağdaş bir olgu.. gülme artık spontane değil, bir takım özel molalarda gerçekleşiyor. Yani yaşamın belli bölümleri gülme için tahsis ediliyor.. bir gülme düzeneği var.. insanlar gülmek için komedi filmi, komedi tiyatrosu (adı da böyle) izliyorlar.. karikatür dergisi alıyorlar, içki sofrasında, kahvede, misafirlikte gülmek için bir araya geliyor, gülmek için birilerinden söz ediyorlar. Gülme kurgulanıyor.


Kanonik otoriteler müritlerine, cemaatine (toplanmalar artık dinsel bir figür gibi gerçekleşiyor) konuşurken arada espri patlatmayı alışkanlık haline getirdiler.. gülmeyi merkezkaç bir eğilim olmaktan çıkarıp, topluluğu gülmeyle rahatlatmayı da kontrol eden bir mekanizma. Örneğin tepede bir yönetici kürsüde konuşurken, lâfın bir yerinde espri yapar ve gözleri herkesi tarar; bu sırada sadece esprinin etkisiyle değil otoritenin espriden beklentisiyle herkes güler.. ama kendinden geçercesine değil; efendice. Bu ortaklaşa gülmenin iki işlevi vardır: Birincisi topluluk gülünen durumu kendinden dışarıda varsayarak homojenleşir, ikincisi insanlar toplanmanın yanında aynı davranışı göstererek daha sıkı bir topluluk olurlar.  

Çağımızda gülmek bir emek gücü de.. mesela günümüz emek gücünün ortak mahiyeti; patronuna, amirine saygılı bir şekilde gülmek değil midir? Ve Müşteriye gülme.. bunun için duygularından arınmış bir surat, temiz bir ağız ve temiz bir cilt gerekir, sanki üzerinde ihtisas yapılmış bir gülme… herkes birbirinden bunu bekler, sen gülersin karşılığında bir gülme alırsın… gergin bir gülmedir bu.. hergün defalarca tekrarlanan bu gülme ritüeli için defalarca çaba gerekir… Bu yüzden birinci paragraftaki gülme, ruhun rahatlama ihtiyacı değil, emek gücü olarak gülmenin ihtiyacı haline gelir. Gülmek emek gücünün bir vasfıdır.



Ha deyince aklıma gelen gülme çeşitleri: hasetkâr gülme, kıskanç gülme, veda gülümsemesi, misafire gülümseme, histerik gülme, gülünç duruma düşmemek için peşin gülme, şaşkın gülme, acı ile gülme, sadistçe gülme, alaycı gülme, kendi kendine gülme, kasevetsiz gülme...
İnsanlar gülmeye teşne.. gülme suratın bir eğilimi.. hatta erekselliği, saplantısı… Bunun her zaman böyle olduğunu sanmıyorum… eski resimlerde gülen insan pek yok… ciddiyet gülmeye karşı bir tedbir, bir nefs terbiyesi mi? Değil değil, öyle değil… bunu eski çağı yeni çağa karşı olumlayan bir gösterge olarak düşünmüyorum.. öte yandan ciddiyet tefekkürden değil genellikle itaatten gelir…

İşin tuhafı gülme çağımızda da itaatten geliyor… gülme diğerine olan borcumuz, gülerek karşımızdakiyle ödeşiyoruz… aslında gülmemiz diğerinin gülmesini ardışık olarak takip etmiyor.. eşzamanlı gülüyoruz.. sosyalleşmeye olan bu daimi borcumuzun diyetini gülmeyle ödüyoruz…

‘Gülmenin Tarihi?..’ Neden olmasın? Bu konuda Freud’dan ve Bergson’dan fazla bir sözüm olursa bir yazı döşeneceğim…

Marazi olmayan gülmeler... Bana iyi gelen gülme, varlığımın diğerinde sevinç uyandırdığını hissettiğim ve varlığından sevinç duyduğum insanların yanındaki gülmelerim.. basarım kahkahayı valla.. kasevetsiz kasevetsiz gülerim…


Çağımız Türkiye’sinde ağlama fetişizmi diye de bir şey var. Bunun en nadide örnekleri ağlayan Fethullah Gülen, İbrahim Tatlıses, Recep Tayyip Erdoğan, Emel Sayın falan... Aşağıdaki fotoğraflar biraz dursun, bir başka yazıya ilham versin.

(Meselâ cemaati ağlayan Fethullah Gülen ile cemaati gülen Cübbeli Ahmet Hoca'yı karşılaştırmak...)


                                                         Ağlayan Fethullah Gülen

   6 Ekim 2011'de Çankaya Köşkü'nde yapılan Emekliyiz Gönüllüyüz projesinde bir kız çocuğunun okuduğu Sol Yanım Acıyor Anne şiirini dinlerken hep beraber ağlayan muteber insanlar...


27 Eylül 2011 Salı

Çanta




Çocuklarının çantalarını taşıyan kadın veliler... sanki çocuklarının taşıyamadığı bir yükü taşır gibidirler... ama bu halleri daha çok kendi yürüyüşlerini güvenceye almak, adımlarına amaçlı bir tempo kazandırmak içindir de. Beden taşıdığı yükle meşrulaşır... Ve okulun kapısında diğer velilerle buluşur dedikodu yaparlar; yanlarından geçerim, her seferinde sanki saygıdanmış gibi sükût ederler.
Bak şimdi… o velilerin çocuklarına refakat etmeleri hayata karşı nefes almalarının bir yolu aslında... biraz düşününce yukarıdaki gözlemim ne kadar da üst perdeden. Yazarken neden kibrimiz bize musallat olur? Bence yazının karakterinde böyle bir şey var.
Daha empatik bir üslûp:
Kadınlar çantasız yapamazlar. Çanta kadına sokakta olmanın özgürlüğünü verir. Çantasız kadın acemidir, sakardır, avaredir, “yollu”dur.
Olmadı!.. Yazı benden hep dışarıya kayıyor. Oysa yazı şu ayaltıcı soruyla kendi içinde bir denge kurabilirdi: Gözlemlediklerinin asıl senin üzerindeki etkisi ne?
 
Konu kadının çantaya ne yaptığı değil, çantanın kadına ne yaptığı… Çanta bir zenginlik göstergesi de, ünlü markaların çakmasının piyasalarda bolluğundan belli. Ama çantanın zenginlik göstergesi oluşu daha çok diğer kadınlar nezdindedir. Erkekler çantanın markasına, gösterişine dikkat etmezler; çantayı kadın bedeninin doğal bir eklentisi olarak görürler. Sokaktaki kadın, çantasıyla değil aksine çantasız oluşuyla dikkat çeker. Mesela  bir kadını betimlemeye kalkıştığında 'çantalı' oluşunu kadının özelliklerinden saymak erkeğin aklından geçmez. Çantanın varlığı veya yokluğu  dışarıda lalettayin gezmeye çıkmış kadınla bir yere varmaya çalışan kadın arasındaki ayrımı keskinleştirir.
 
Çantanın kadınla ilişkisinin bir tarihi var elbet, ama nedir ne zamandır bilemiyorum. Şöyle başlanabilir: Kadın çantasının tarihi kadının sokağa çıkmasıyla eş zamanlıdır...

Çanta kadının bir kolunu meşgûl eder.. bedeni kendine dönükleştirir, başka bir deyişle bedeni masumlaştırır. Ama öte yandan kadın çantanın zenginlik imgesiyle diğer bedenlere mesafe koyar hatta bedeni saldırganlaştırır da…

Okula giderken bir bilgisayar çantası taşıyorum, hareketlerimi ağırlaştırıyor, ama bu taşıdığım yükten kaynaklanan bir ağırlaşma değil sadece, çantanın imgesel ağırlığının etkisi daha fazla... bazen kaldırıp atasım geliyor.   
 

21 Eylül 2011 Çarşamba

Araba Sevdası

                                                                          James Dean




Sınıflı bir toplumda trafik kurallarının herkese eşit bir zemin sunması ilginç değil mi?

Sanki sınıfsal mutabakat trafik kuralları üzerinden sağlanmış; geçiş üstünlüğü olanlar (ambulans, itfaiye, polis ve trafik protokoluna tabi üst-yöneticiler) hariç herkes “eşit”.

Altına 200 bin dolarlık araba çekeceksin, trafikte ‘doğan görünümlü şahin’ karşısında bile hiçbir ayrıcalığın olmayacak! Kırmızı ışıkta duracaksın, sağa dönerken yayaya yol vereceksin, hız sınırını aşmayacaksın. Pardon, amacım zenginleri müsriflikleriyle yüzleştirmek, alt sınıflarla kıyaslamak, sonra da onlara insanlık adına bir tür pişmanlık yaşatmak değil, herkes ne yaptığını biliyor. Çünkü zenginimiz tam da trafik zemininin eşitliği sayesinde oluşan kamusal alanın içinde buluyor arzuladığı ayrıcalığı; bunu görsel bir eşitsizlikle elde ediyor: Hayranlık, imrenme, merak… Alt sınıflarsa üst sınıflarla aşık atacakları bir kamusal alana ilk kez kavuşuyorlar. Trafik eşitsizlik dürtüsüyle eşitlik dürtüsüne ev sahipliği yapıyor. Bu her zaman böyle değildi.

Hatırlayalım, troykası olanın arabacısı da olurdu. Soylu-burjuva arabacısına barınacağı yer verecek, maaş bağlayacak... Soylu-burjuva olmak kolay değildi. Arabası olmayan üst sınıftan sayılmazdı. Orta ve ortanın altı sınıflar arabayı ancak kiralayabilirlerdi, ya da arabanın sahibi, arabacının efendisiymiş gibi rol keserlerdi. Araba bir zenginlik göstergesiydi, ama birbirini tanımayan insanların çoğalıp toplandığı yeni tip bir kamusal alana; caddeye denk gelen bir gösterge. Bu gösterge özne olarak tanınmayan ama araba sayesinde tanınan ilginç bir hüviyet doğurdu: Nal seslerinin sağa sola savurduğu insanlardan yükselen ‘Kim o?’ ya da kısaca ‘O’ sesleri...

İnsanların üçüncü tekil şahıs zamiri olma arzularıyla bağdaşan yeni bir tarihsel dönem var. Araba bu dönemin başlatıcısı sayılabilir mi? Geçip gitmek, geride bir toz bulutu bırakmak…

Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanının kahramanı zübbe Bihruz, bir fahişe olduğunu bilmeden Periveş’e âşık olur. Faytonlu Bihruz, Çamlıca Tepesi’nde gördüğü landolu(kabini kapalı fayton) Periveş’i soylu bir hanımefendi sanır. Oysa Periveş landoyu kiralamış bir zengin avcısıdır.  Bihruz’un yanlış algısıyla, kendisinin algılanmak istediği imaj aynı hamurdandır; babadan kalan mirasla aldığı faytonun imgesi, zengin ve soylu görünmek isteyen Bihruz'un landolu Periveş'i de soylu sanmasına yol açar. Bu ülkede romanın tarihi kadının yolculuk etmesinin tarihiyle aynı.. yolculuk birbirini tanımayan iki insanı karşılaştırır.  Bin sekiz yüz doksanlar… Üst sınıftan kadınlar ancak arabalarıyla dışarı çıkabiliyorlar, hem kendileri tesettürlü, hem de arabaları. Ama arabada bulunmalarının yüzü suyu hürmetine yüzleri açık olabilir. Olmasın mı? Bu bir sosyolojik merhale tabi; kadın gıyabında ‘O’ halinden vicahi (yüzyüze) ‘O’ haline terfi etmiş. Aşk için derin bir ‘O…’ 
Araba, Bihruz’la Periveş’in hem karşılaşmalarının (ya da çekiciliklerinin) nedeni, hem de birbirlerini idealize etmelerinden ötürü konuşamamalarının. Ne diyelim, araba sevdasıyla, gerçek sevdanın yanılsamalı birlikteliği… Ama bu Recaizade Ekrem’in sezdirdiği bir birliktelik değil, daha çok çağın öngörüsü...

Çağ dedim ya niyetim bozuk, lâfı bugüne getireceğim:

Duraktaki dolmuşa bindim. ‘Ne güzel!’ şoförün arkasındaki koltuğun cam tarafı boş. Başımı cama dayadım, yorgunluk ve uykusuzluğun gözlerime yüklediği takatsizlikle karşı yola bakıyorum. Trafik ağır aksak ilerliyor. Bir kadın “Kaç dakika sonra kalkacaksınız?” diye sordu şoföre. Şoför ön paneldeki dijital saate bakarak, “Yedi” dedi. Kirpiklerim cama sürtüyor ve cama dayalı başımı hiç oynatmadan otomobil sürücülerine bakmaya devam ediyorum.. yedi dakikada tuhaf şeyler görüyorum… Tuhaflık belki de bende. Ama ne fark eder.  Bir yığın otomobil görüş alanımda gaz/fren geçit yapıyorlar. İzleyen ben izlenen onlar. Ben izleyen olarak kendimi tayin etmemişim, ama bana öyle geliyor ki, onlar izlenen olarak konumlarını seçmişler, izlenmeyi benden veya benim gibilerden talep ediyorlar; izlendiklerinin farkında olmakla izlenme talepleri tam örtüşmese de böyle. Burası bir sahne değil, ama sanki hayatın her alanında böyle bir rol dağılımı kendiliğinden mevcut. Demek istediğim ben izleyici olmasam da otomobil sürücüleri kendilerini izlenen rolüne çoktan alıştırmışlar. Bu alışkanlıklarının tıkalı trafiğe alışmakla eşleşen tuhaf bir gizemi de var. İzlenen rolüne sadakatle bağlılar. İzlediğim insanlar düşük model otomobil sahipleri, alt sınıfın biraz üstü ve orta sınıf civarı. Ama görünmek istedikleri sınıf daha yüksek. Araba beden dillerine yapışık. Hayatın her alanında bir izlenme hiyerarşisi var. Daha düşük model ve ucuz otomobil sahibi daha yüksek model otomobili izliyor, izlenen de izlenmeyi hak etmiş gibi çalımlanıyor. İzleyenlerin ortak paydası ise yayalar. Hemen bir soru: İzlendiğini varsayıp izlenen rolünü oynamakla, bir rolü oynamak arasındaki temel fark nedir?

Bilineceği gibi sürücülerin çoğu erkek, çoğunda güneş gözlüğü var, kadın sürücülerin nerdeyse hepsinde. Göz göze gelmekten kaçınıyorlar. Aslında ben de kaçınıyorum; gözkapaklarımın ağırlığıyla iyice kısılmış gözlerim göz göze gelmeye karşı en az güneş gözlüğü kadar etkili.

Ama onlar yok mu, o sürücüler, nasıl da gururlular! Püf noktası burada: arabalarını satın alırken gururlarını da satın almışlar.

Erkek sürücülerin bir kısmı sol kollarını açık pencereden dışarı sarkıtmış. Pencereden sarkmış kolun işlevi ne ola ki? Tamam, sigarayı dışarıda tutar, duman içeri girmez; sıcak günlerde rüzgârın tenle teması sağlanır; galiba bir de antropolojik işlevi var, asıl sözünü etmeye değer olan bu kısmı: sürücü sol kolunu pencereden sarkıtmakla bedensel bir taşkınlıkta bulunuyor, arabasının trafikte kapladığı yeri artırıyor, ‘ağır vasıta’ oluyor. Rakip gördüğü diğer sürücülerin önüne türlü manevralarla geçerek onlara ‘kol’ gösteriyor. Bazen duruyor, kaldırımda karşıya geçmeyi bekleyen yayalara (özellikle bayan) yol veriyor, ama sarkıttığı koluyla jest yaparak. Onlara yol vermek onların harekete geçmesini elinde bulunduracak gücü de deklare etmek değil midir? Yani teşekkür edilen tarafta bulunmak...


Otomobil müstakil alandır; azıcık bir trafik tecrübesinin sürücüye kazandırdığı veya sürücünün önceden hesap ettiği bir asalet normuyla vücut bulur. Koltukta otururken umursamazlık, elin direksiyonla ilişkisindeki rehavet ve bakışlarda kendine yeterlik hali kamusal alanda özel bir alan yaratır. Otomobil sınıfları ortadan kaldırmaz ama bu özelliğiyle herkesi sınıflarüstü bir yanılsamaya sürükler. Otomobil ideolojik bir metadır. Otomobilin içinde herkes asaleten efendidir, trafik kuralları sayesinde bütün arabalarla “eşit”tir. Eleman hele bir de arabasına alarm taktırdıysa artık ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi’ olduğunu cümle âleme ilân etmekle kalmaz, potansiyel hırsızlığı alt sınıfın bir semptomu olarak lânetlemiş de olur; otomobil alarmı sistemin içinde olduğunu tescilleyen bir aidiyet nidası gibi durduk yerde de çalar.

Bugünkü gazetelerde ‘Ayda 100 TL’ye otomobil’ haberi vardı:
“Hükümetin ‘Türk malı otomobil’ projesine en çok karşı çıkması beklenen ithal markalardan destek geldi. Otomotiv Distribütörleri Derneği (ODD) Başkanı Mustafa Bayraktar, ‘Doğru stratejiyle Türk malı oto hem iç pazarı büyütür hem de otomobil hayali bile olmayan kişileri otomobil sahibi yapabilir. TOKİ modeli yerli otomobil projesinde uygulanabilir’ dedi.”

 “Henry Ford, T-modelini ürettiğinde, aynı zamanda daha önce varolmayan bİr şeyi, ucuz, standartlaşmış ve basit bir otomobil için geniş bir müşteri kitlesini de yaratmış oldu.” (E. J. Hobsbawm)

Ama bu müşteri kitlesinin talebini yeni tür bir antropoloji yarattı… 

28 Ağustos 2011 Pazar

Top ve Çocuk

                                                                     Lionel Messi




Bir çocuğun Topla ilişkisi:

Topuyla bir sahiplik ilişkisi kuruyor. Çok basit bir sahiplik, ‘top benim’ demesi yeterli. Çocuklardaki sahiplik bütün mülk sistemine ilham verir. Yetişkin çocuğa top alır. Çocuk diğer çocuklar nezdinde topun sahibidir, ama yetişkin öfkelenirse evde topun asıl sahibi olduğunu çocuğa gösterebilir… Çocuk oynarken topu kaybeder, zaman sonra diğer bir çocuk topu bulur. Topu bulan çocuğun topun sahibi olmasını sağlayan basit, insanlık tarihi kadar eski bir toplum sözleşmesi vardır: ‘İlk ben gördüm…’ Yanındaki çocuklar topu bulan çocuğun topa malik olmasını sessizce görmesiyle değil, bu şekilde gördüğünü dillendirmesiyle (edimsöz) düstur kabul ederler.

Top çocuğa oyun kurucu vasfını kendiliğinden bağışlıyor…

Topla kendi kendilerine oynayabiliyorlar.. bu meşgale yalnızlığın darasını alıyor.

Top üzerinde yeteneğini icat ediyor.

Topun yuvarlaklığı ve yuvarlanışı, top peşine düşmeyi, dolayısıyla sınırlarını aşmayı, başka mekanlara geçmeyi doğallaştırıyor. Bir fotoğrafçının elindeki fotoğraf makinesi sayesinde mekânla kurduğu senlibenlilikle (mahalleli karşısında “bilinen” yabancı olmak), çocuğun topunun kaçması sayesinde diğerinin mekânını rahatça ihlal etmesi nesnesinin sunduğu aynı güven duygusudur. 





Topla pas vermek, bir ilişki kurma biçimi olarak topu dil düzeyine yükseltiyor; öyle ki pas vermenin metaforik anlamı düz anlamının önüne geçiyor.


Topun sıçrama özelliği; bir yere çarptırılarak atana geri dönüşü.. topun bumerang işlevi, yani oyunsal sadakati…

Top şiddete de teşne.. topa abanıyor.. top duvarda patlıyor.. çocuk intikamını alıyor...