22 Mayıs 2016 Pazar

Doğu Tipi Komplo Teorisi Üzerine Bir Taslak




Komplo teorisi Batı kökenli.

Aydınlanma Çağı düşünürlerinin mukadderatın karşısına koyduğu olayları nesnel sebepleriyle açıklama tarzı, komplo teorisinin sebeplendiği bir mirastır.  Fransız Devrimi Aydınlanma Çağının ulaştığı bir evreyse, komplo teorisi de bu evrenin sonunda bir kısım insanlar için makul bir sebep bulma arayışıdır diyebiliriz. Bu anlamda komplo teorisi geçmişi yeniden kuran bir ideoloji.

Başlangıçta ihtiyaç belli, bir takım kötü olayları, sosyal sarsıntıları bir takım gizemli örgütlere mal ederek ele avuca gelen ama aynı zamanda yatıştırıcı da olan iradi bir sebep oluşturmak. Örgüt ne kadar gizemli olursa sebep de o kadar yol gösterici. Paradoksal bir açıklama tarzıdır bu:  Sebep ve gizem aynı anlama gelir (1) ve gerçek arayışı döngüsel olarak gizemin hipnoz etkisinden çıkamaz. Çıkamaz derken çıkmak istemez, gizem her daim muhafaza edilir. Komplo teorisi bu hileli tavrıyla hipotezden ayrılır. Mesela ayaklanmaların, devrimlerin, savaşların, ihanetlerin müsebbibi diye Yahudiler üzerinden kurgulanan komplo teorileri nihayetinde Yahudi katliamları için bir komplo olur. Bunu tarihte çokça gördük.

Daha yakın tarihli Kennedy cinayeti, 11 Eylül gibi olayları ele alan komplo teorileri doğrudan devleti ya da devletin içinde güçlü bir grubu ima eder. Bunu Batı kökenli komplo teorilerinin dönüşümünde yeni bir basamak kabul etmek gerekir. Çünkü her iki olayda da olayın boyutu ile failleri arasındaki orantısızlık bir sebep kaymasına yol açtı. Nasıl olurdu da basit bir Küba göçmeni (Lee Harvey Oswald) koskoca J. F. Kennedy’i vururdu? Nasıl olurdu da birkaç Afganlı koskoca İkiz Kuleleri yerle bir ederdi? Olayın görünen faillerinin ardında daha güçlü failler keşfetmek, üstelik bu failleri bizzat kendi ulusu içinde görmek gücün yerel karakterini zaafa uğratmamış oluyordu. Komplo teorisyeni içeriden nifak soksa da bu Batı’nın mutlak gücünü doğrulamaya yarıyordu. Batı tipi komplo teorileri faili kendi içlerinde ararken Doğu tipi komplo teorilerinin faili zaten Batı’dır. Ama mekân birliği her iki teorinin aynı karakterde olduğunu göstermez, iddiamız bu. ‘Paranoyak olduğum takip edilmediğim anlamına gelmez.’ sözünü Batılı komplo teorisyeni için söylersek, Doğulu komplo teorisyeni için söylenecek söz şu olurdu: ‘Gerçekte takip edildiğin paranoyak olmadığın anlamına gelmez.’

Komplo teorisiyle paranoya arasında çoğu zaman kurulan koşutluğun işe yaramayacağı bir noktadayız; mantık basit: sıradan insanların yapabileceği büyük eylemler daha büyük kaosa yol açardı, oysa sıradan eylemcilerin ardındaki tanımlanabilir (gerçek güç olduğu için tanımlanabilir) güçler tekinsiz de olsa algıya açık bir düzen sunar. Paranoyada bireyin dış bir kumpasın hedefi olmakla önemsendiğini hissetmesi korkuyla kamufle edilmiş bir dürtüyken, komplo teorisinde bireyin güçlü bir yapıya karşı belâgatle kendini yüceltmesi gerçeğe olan tutkuyla kamufle edilmiş bir irade beyanıdır.   Ama bu kısa yazının konusu Batı tarzı komplo teorilerinin peşinden koşmak değil. Doğu’nun Batı’dan ithal ettiği komplo teorileri nasıl işliyor ona bakmak.

Geçenlerde bir arkadaşımın Nur cemaatinden biriyle Türkiye ve Ortadoğu sorunlarını tartışmasına tanık oldum. İkisi de yorulmuştu ama bırakmıyorlardı ki biri son sözü söylesin. En sonunda cemaatçi şahıs, arkadaşımın basiretini bağlayacak bir lâf etti, “Sen de biliyorsun, her şey ABD emperyalizmi ve Batı’nın başının altından çıkıyor.” dedi. Arkadaşım onaylayıcı bir şekilde başını salladı. Ne alâ, iki taraf da birbirini olumladı. Bu söz güya tartışılan nesnel sorunların asıl müsebbibini göstermiş ve tartışmaya son noktayı koymuştu. Doğu’nun sağ ve sol entelektüellerinin birbirinden bağımsız olarak saldırdıkları ‘ABD emperyalizmi ve Batı’, sorunun kaynağı olmasıyla değil, iki tartışmacının kendi aralarındaki sorunu halletmek için dillendirdikleri harcıalem bir mutabakat formülü olmasıyla ilginçti. Diyelim ABD emperyalizmi ve Batı yaşadığımız sorunların baş müsebbibi gerçekten, yine de bu söz nesnel değeri kastedilerek değil mutabakat değeri dolayısıyla söylenmiş olurdu. Yani sorunların sebebi diye gösterilen olgu, mutabakatın sebebi haline geliyordu(sebeplenmek).

Aklıma burada Bronislaw Malinowski’nin bizzat yerinde yaşayarak araştırdığı Trobriand takımadaları yerlilerinin inanış şekilleri geliyor. Trobriand yerlilerinin inançlarını Doğulu komplo teorileriyle kıyaslamaya değer. Bronislaw Malinowski bizzat yerinde yaşayarak araştırdığı Trobriand takımadaları yerlilerinin ölüm ister doğal yolla, ister cinayetle, ister kazayla gelsin bunun ille de büyü yoluyla gerçekleştiğine inandıklarını anlatır. Mesela bir ayağı çukurda ihtiyar bir yerli son anlarında bile ölümden değil, kendisine büyü yapılmasından korkarmış. Ölümün mukadderatı önkabulüne karşıt devamlı tetikte riskli bir oyun. Ölümü hayatı sonlandıran bir sebep olarak görmektense, ölüme sebep olacak büyüden son raddeye kadar kaçınmak. Yerlileri ölümün sebebini yanlış bilgiye dayandırdıkları için suçlayamayız. Çünkü büyü bütün ilkelliğine rağmen modern insanın bildiği ölüm sebeplerini es geçerken cehaletten başka bir mazerete sahip. Malinowski her etnologda olması gereken bir mütevazılıkla yerlilerin ilkelliğini hoş görüyor ama yerlilerin bu bilmeme halini sürdürmelerinin sosyal yapıyı bir arada tutan ilmeklerine dikkat etmiyor. Oysa büyü, yüzyıllardır bilgiye kapalı mutaassıp bir inançla değil, ölümün sebeplerini dışarıda konumlandıran folklorik kurumsallığıyla ayakta durur; modern insanın görüşü gibi bünye ‘ölüme doğru varlık’ı (Heidegger) temsil etmez. Bünye derken bunu hem yerlinin bedeni hem de kabile ahalisi diye düşünmek gerekir. Ölümün kötücül etkilerine büyü üzerinden karşı koyuş sadece hayatı savunmak anlamına gelmiyor, iyi büyücüler sayesinde kötülük sosyal yapının dışında da tutuluyor. Trobriand yerlilerinin büyü diye inandıkları şey onların iç barışını koruyan şey aynı zamanda, kötü büyü oralarda bir yerde,  yerli büyücüler onların sihrini bozmaya çalışıyor ve hayatın ritmik akışı huzur yerine geçiyor. Bu haliyle huzur büyünün kanıtı zaten…  Trobriand yerlilerinin kıyaslamaya konu olacak ahvali kısaca bu.
Gelelim Doğu komplo teorilerine.

Batı, Doğu entelektüellerinin Büyük Ötekisi’dir.

Büyük Öteki’yi burada hem emsal alınan hem de imtina edilen bir kerteriz noktası olarak düşünmeliyiz. Özellikle dil bilen ve Batı’ya gidip gelen kırgın entelektüellerde görürüz bunu, Batılılar tarafından kaale alınmadıklarını hissederler ve öfkelidirler. Bu kaale alınmama hissinde kendilerini aşağılamanın payı daha fazladır aslında (kendileriyle yüzleşmeye varamayan kronik bir alınganlık). Hayranlık ve hayal kırıklığının karışımı garip bir kompleksle yerli halka sığınırlar. Çoğu zaman yanlış biçimde sıla özlemi diye adlandırılan bu duygunun uzakta kalan yurt acısıyla (bir şeyleri geride bırakma, yitirme acısı) bir ilgisi yok. Batı’dan gelen ilim irfan görmüş, metropolde yaşamış ama umduğunu bulamamış Doğu entelektüellerinin kendi hayran kitlesini yerli halkta arama mecburiyetiyle karışık bir duygudan söz ediyorum. Bunun bir tür milliyetçiliğe dönüşmesi kaçınılmaz elbette. Tarihte milliyetçiliğin öncülerinin bu tip batı kültüründen gelen insanlar arasından çıkması da tesadüf değil. Küskünlüklerle, suçluluk duygularıyla dolu nazlı bir ilişkidir bu. İşte Doğu entelektüelinin komplo teorisine eğiliminin psikolojik alt yapısı. Teorik alt yapısı  Lenin’in emperyalizm öğretisinin 3. Dünyacı yorumlarıyla zaten hazır. Emperyalizm (Batı), tıpkı Trobriand yerlilerinin kara büyüsü gibi kötülüğü temsil eder, sorunlar onun vasıtasıyla hep dışarıdan gelir. Yeniye hazır olmayan her tür modern değişime kuşkuyla bakan yerli halkın Batı’ya karşı kendiliğinden soğuk duruşu hem sol, hem de sağ entelektüelin kendi lehine çevirmek istediği bir zemin sunar. Sağ ve solun birbirlerini tam da Batı işbirlikçiliğiyle suçladıkları noktadır burası. Ama ortada turistler haricinde işgalci diye gösterilebilecek Batılı olmadığı için Batı düşmanlığı sürekli iç politikaya tahvil edilir, uzlaşma ve çatışma zemini olarak. Doğu tipi komplo teorisinin sosyal zemini de budur. Komploculuğuyla aşırı iradileştirilmiş bir Batı, dışarıdaki kötü olarak Büyük Öteki haline gelir. Ama Batıyı Batı yapan değerler kendi içinde bütünlük arz etmeyen, birbiriyle çatışan, tartışan, farklı öğretiler, farklı ekoller olmasına rağmen Doğulu entelektüelin ‘Batı’ sözcüğünü yekpare bir yapının adı olarak kullanması hiç şüphesiz metonimik bir indirgemedir. Doğulu ‘Batı’ sözcüğünü metonimik indirgemeyle kullandı diye Batı yekpare olmaz. Ama böyle bir bakış Doğulu entelektüeli yekpareleştirir. Komplo teorisinin bir tür plasebo etkisidir bu.
  
Komplo teorisi bir yerelleşme aracıdır. Komplocu Batı gizemli bir şekilde orada bir yerdedir. Tabi bu yazıda Batı kaynaklı komploları yok saymak gibi bir çabanın içinde olduğum iddia edilemez, hatta Batı’nın kendilerine isnat edilen komploların çok daha fazlasından sorumlu olduklarını söyleyebilirim. Ama bu durum Doğu tipi komplo teorisinin hem kendini aklamaya hem de “kirli” bir uzlaşmaya yönelik niyetini ortadan kaldırmaz.

Komplo teorisi “doğru” olsa bile ortaya çıkan gerçekliğin sebep sonuç ilişkisini tersinden kurduğu için komplonun malzemesi olmaktan da kurtulamaz.   Komplocunun komplo eyleminin beklentisine bir de olası komplo teorilerini dahil ettiğini düşünelim...  Dahil etmediği ne malûm, değil mi? Çünkü alıcısı çok, komplo teorisi insana bir iktidar duygusu da verdiği için bilgi hızla geometrik olarak saadet zinciri misali yayılmaya müsait. Bu durumda enformasyon akışı kendiliğinden komplonun propagandasına da dönüşürdü.  Çünkü komplonun amacı insanların temayüllerini manipüle edilebilir bir tuzağa çekmektir. Yani zaten insanların bir duruma gebe yatkınlığı komplonun öncelikli argümanıdır da. İnsanların komplo teorisine yatkınlığı karışık kuruşuk işlerden, gizemden hoşlanmalarından kaynaklanmıyor. Komplo teorisi olay karşısında iki arada bir derede kalan entelektüele kaza bela riski olmayan üst bir bakış sağlıyor, al sana Nietzscheci anlamda kestirmeden ‘güç istenci’… Demek istediğim komplo teorisi, yapılan komplonun doğal bir uzantısı değil, ama komplo teorisi komployu gerçekleştiren “Büyük Öteki”yi varsaydığı için bu “güç” onun sayesinde olduğundan daha da güçlü görünüyor. Yani komplo teorisi komplonun kendisi oluyor, buna da “Batı kökenli” komplonun yan getirisi diyelim.



(1) Pierre Bayard, Agatha Christie'nin başyapıtı Roger Ackroyd'u Kim Öldürdü üzerine yazdığı Agatha Chiristie'nin Büyük Yanılgısı (Doğan Kitap, 2003) adlı kitabında 'okuyucunun körleşmesi' diye bir tabir kullanır. Katilin son ana kadar belli olmamasıyla, katilin maktulü öldürme sebebinin son ana kadar açıklığa kavuşmaması birbirine paralel ilerlerken bu körlüğü sağlayan şey yazarın sayfalar boyunca edebiyat yapması, yani duygu üretmesidir. Sonunda, düğüm çözülünce, öldürme sebebinin tam da içinde yer aldığımız gizemin korunması olduğunu anlarız. Komplo teorisi bunun fazlasını vaat eder: Komplo teorisi dilden dile yayılıp anonimleştikçe (telif hakkı yoktur) herkese kendi gizemini üretme inisiyatifi de tanır. Olayın belli bir modelde sunulan gizemi, anlatıcının kendine kattığı gizemden umduğu şeydir: Diğerini cezbetmek.







8 Mayıs 2016 Pazar

Annem



Kadınların bir kısmının Ayhan Işıkçı, bir kısmının Göksel Arsoycu olduğu zamanlardı. Sanıyorum Batılılaşma eğilimini Göksel Arsoy gibi muhacirler karşılıyordu... sarışın ve açık renk gözler, hem tenezzül etmiş hem yolunun üstündeymiş gibi uğramış gelgeç bakışlar… geride kalan hayranlık ve imrenme... gerçek bir duygu değildir bu, bir tortu. Ama insanlar bunu bilmezler. Bu etkiyi hemen yanındakini kıskandırmak gibi başka bir etkiyle yansıttıkları için belki (haddini bildirme... düşün bakalım... batılılaşma macerasında fotoğraf olarak Atatürk’ün  antropolojik rolü?)…

Görele’nin Kumyalı Mahallesi’nin sahiline götürürdü annem beni yaz akşamları, komşu kadınlar da olurdu ve onların çocukları. Filmin görüntüsü karanlığın içinde şavkıyınca biz çocuklar da oyunu bırakır annelerimizin dizleri dibine ilişiverirdik. Uzaktaydı yazlık sinema. Ne kadar uzakta? Sesleri duyamayacağımız kadar uzak ama görüntüyü görebileceğimiz kadar yakın. Belki de sinema sahibinin karışamayacağı kadar uzak, ya da meşakkatin bedavacılığı bastırdığı kadar. Meşakkat diyorum çünkü görüntüyle aramızdaki ses eşiğinin dışında bir engel daha vardı. Sinemanın duvarı beyaz perdeyi ikiye bölüyordu. Dikey mi yatay mı? Dikey galiba, filmin yarısı kafanın içinde tamamlanıyordu, diyaloglar da öyle: Sesler rüzgâra karışırdı, bir cümle içinde iki sözcük ya anlaşılırdı ya anlaşılmazdı. Annem bu yüzden diğer kadınlarla iletişim halindeydi habire, herkes ne anlıyorsa diğerine aktarıyordu, semantik işçisi gibi çalışıyordu mahalle kadınları, biz çocuklar da onlardan ne kaparsak artık. Efekt onlardı… Uykum gelirdi ve üşürdüm. Uyku halinin beni sokulganlaştırdığı ama üşümenin beni ayılttığı gelgit içinde beyaz perdeye bakardım, şimdi hayal edince kendimi görüyorum, yüzümdeki ışık oyunlarını ve yatışmış dalgaların hemen yanı başımda çıkardığı sesleri. Kumyalı sahili çakıldı… çakıl sesleri… annemin saçımı okşayan elleri…

Dün gece Mai ve Siyah’ın son sayfalarını okurken, kitap yavaşça elimden kaydı, Ahmet Cemil aynen şöyle diyordu: “ Anne müsaade eder misin? Senin dizine yatayım… Haniya bir vakitler beni nasıl dizine yatırır da saçlarımı okşardın? İşte öyle yatayım, beni yine öyle, güya sekiz-on yaşında bir çocuk gibi okşa…” (Bütün kitabı Osmanlıca ağdalı deyişlerle dolduran Halit Ziya tam da bu anda neden bu kadar Türkçe yazmıştı acaba? Ana-dil işte...)