12 Nisan 2016 Salı

Tuhaf Bir Sansür






Çok ilginç şeyler oluyor!
RTÜK Fransız şarkıcı İmany’nin tütsü gibi içinize yayılan şuh sesiyle söylediği (abartıyorum çünkü ben de haber üzerine ilk kez dinledim bu şarkıyı, şarkının üzerimdeki etkisi birazdan bahsedeceğim RTÜK yasaklamasına uysun istiyorum) don’t be so shy şarkısında geçen İngilizce ifadeleri “Kıyafetlerini çıkar... Sıcaklığımı hissediyor musun?” diye Türkçeye çevirerek klibi yayınlayan kanallara ceza kesmiş…
Bana kalırsa cezanın söze dökülemeyen başka bir neden var. Sansür kurulu sansürleme gerekçesini açıklarken kendisine de sansür uygulamış: Dile gelemeyenin gerçekliği üzerinden!
Buradaki sansür, adı geçen şarkının sözlerine uygulanan sansür değil sadece, asıl sansür dile gelemeyeni gizlemeye yarıyor… Bunu klibi izlerken fark ettim, bir baktım mekânda peri bacaları var, otomobilin plakası 34 bilmem ne, bu klip Türkiye’de çekilmiş, sarışın hatunu şarkıcı İmany sanmıştım, meğer orijinal İmany zenciymiş. İzlediğim klip şarkının Türkiye versiyonu için çekilmiş ve klipte oynayan sarışın hatun Hayal Köseoğlu’ymuş… Dile gelemeyen şu: İngilizce söylense de Türkiye’de çekilen ve Türk oyuncuların oynadığı klip şarkıyı yerelleştirmiş… Sansürle yeniden icat edilen yerellik tam da böylesi bir yerelleşme korkusu… Şarkı Ağustos 2015'te  çıkmış, ama Türkiye’de çekilen klip versiyonu yeni. Sansür kafasını harekete geçiren saik de bu olsa gerek. Şarkıyı elbette yine İmany söylüyor ama hikâyesi (sözleri) klibin mekânı ve oyuncusu yüzünden yerelleşmiş gibi görünüyor. Sosyoloji tabiriyle ilginç bir kültürlenme modeli. Sansür derken, sansürü harekete geçiren şey bu melezleşmeye tepki… ve bunu tehdit olarak algılayan ama açıklayamayan bir RTÜK. Sansür, dile gelemeyen bu gerçeği sansürlüyor aslında, ama sansürün (ya da cezanın) gerekçesi açıklanırken eski malûm dil kullanılıyor. Yeni olan bu. Yoksa sansür harcıalem bir şey...Bir de şarkıda üçüncü bir şahıs niyetine 'Üzerindekileri çıkar' diyenin kadın olması, ama yerel bir kadın olması, baştan çıkarıcı... erkekleri değil, daha çok kadınları baştan çıkarıcı... Devrimci! :) işin garibi bunu ben de anlatamıyorum şu anda... Şarkıyı dinleyelim.

10 Nisan 2016 Pazar

Yakalamaç Oyununun Mantığı




Sözcükten başlayalım. ‘Yakalamaç’ sözcüğü TDK sözlüğünde yer almıyor, yazım kılavuzlarında da. Hatta 12 ciltlik Tarama Sözlüğü’ne baktım, ‘yakalamaç’ sözcüğü yok. Ama çocuklar kullanıyor, hatırlıyorum çocukluğumda biz de söylerdik. Hem  –(e)ç, -i(ç) yapım ekiyle türemiş bir yığın sözcük var: Güleç, kıraç, kulaç (kol-aç), tıkaç, çekiç (“çeküç” Ebu Hayyan’ın Kitabü-l İdrak 1312), saklambaç, dolambaç, kaldıraç, yırtmaç vb. Neden olmasın? Fazla sözcük göz çıkarmaz. Buradan yetkililere sesleniyoruz diyelim ve geçelim.

Bütün dünyada oynanan evrensel bir oyun yakalamaç. Ta bebeklikten geliyor; çocuk için emeklemek ya da yürümek değil, yakalamak amaçtır da ondan (yürümek yakalamanın yan etkisidir).

Yakalamaç bütün oyunların temelidir diyebilir miyiz?..

Teneffüs zili çalar çalmaz başlıyor, azıcık bir açık alan yetiyor, nesnesiz, yalın bir oyun. Kural çok basit… Ama bu basit oyunu izninizle biraz karmaşık bir hale sokmak istiyorum. Hayır yeni bir kural getirmeyeceğim. Sözcükler üzerinde oynayacağım sadece. Kusura bakmayın ama bu da bir oyun. Şöyle:  Bir an kuralı tersine çevirdiğimizi düşünelim, yani kovalayan değil kaçan ebe olsun! Gözümüzün önüne getirelim. Oluyor mu? Olmuyor. Hadi bir daha deneyelim…  Demek istediğim kaçan oyunun kurbanıyken onu yakalamak isteyenler oyunu yönlendiren, tuzaklar kuran, kıstıran tarafta olsunlar.  Olmuyor değil mi? Hayır oyun böyle yürümüyor, zevki kalmıyor. Diğerini yakalamaya çalışmanın zevkli bir tarafı yok, bu yüzden ebe oyunda en düşük statüye verilen ad. Ebeyi motive eden dürtü bu düşük statü zaten, ebeliği diğerine geçirme olanağı. Yani ebe diğerini yakalamaz sadece, ebelikten de kurtulur.

Oysa hayatın ciddi bölümlerinde hayal gücümüzle bile tersine çeviremediğimiz oyun tam da ebeleri yer değiştirmiş halde elimizin altında.   Mesela avda kaçan hayvan ebe durumuna düşüyor. Köpeklerin kendi aralarında oynadıkları kovalamaca oyunu da insanlarınkinin tersidir, kaçan ebedir. Kölelik dönemlerinde sırf zevk için yapılan sürek avında ormanın derinliklerine kaçması için bırakılan köle “ebe”dir. Neden ebelik bu durumlarda kaçanın üzerine kalıyor? Cevabı basit. Çünkü bu durumlarda oyun tek taraflı oynanıyor. Kaçan “ebe” oynamıyor, paçayı kurtarmaya çalışıyor, işin oyun kısmı ise kovalayanlara ait.

Yakalamaç oyununda kaçanın cazip tarafta olmasının nedenini şimdi söyleyebiliriz: İlgi odağı olma. Diğerinin yöneldiği, peşinden koştuğu kişi olma… bir varoluş biçimi bu. Hayatta gerçekleşmesi kolay olmayan bir şey, oyun yanılsamasıyla bedene istikrar kazandırıyor. Ama ben bu istikrarın da kırılmaya uğradığı bir yapılanmadan söz etmek istiyorum asıl.

Malûm ikili öğretim yapan okullarda teneffüs çok kısa, on dakika kadar. Tuvalete gitme, kantinden bir şeyler alma, öğretmen geciktirmesi, ya da dersin uzaması derken bu süre daha da kısalabiliyor. Bu kısacık sürede bir oyun kurgusu yapmak zor. İçeri giriş zili çalınca oyun bozuluyor haliyle. Kabul edelim ki en büyük oyunbozandır içeri giriş zili. Çocuklarla hemfikirim, Cemal Süreya’nın ‘Her ölüm erken ölümdür’üne nazire her içeri giriş zili erken zildir. Ama bir öğretmen olarak çocukların aleyhine olmayan ilginç bir şey gözlemledim, oyunun bu bozulması garip biçimde oyunun süresi haline de gelmişti. Demek istediğim çocuklar oyunlarını kendiliğinden bu süreye göre yapılanmış biçimde oynuyorlardı. Yakalamaç oyununun versiyonlarından Yerden Yüksek Oyununun sonlarına doğru birden herkesin ebe olmak için yarışması garipti, ‘beni de, beni de!’ diye bağrışıyorlardı. Ve zil çalınca oyun bu kez de içeri kim birinci girecek yarışına dönüyordu.


Bahçede son kalan 4. sınıftan bir çocuk ip atlıyor. Hep aynı çocuk, yalnız takılıyor… İpi elinden aldım, denedim: İpin çerçevelediği boyutta devinmek, bir hareketi tekrar tekrar yapmanın bir maharet olması (öğrenmenin ölçüsü bu)… bu değil sadece, burada ipin belirlediği mekânın hem oyunun kuralı hem de oyuncunun yuvası olması (ipin hareketleriyle oluşan sınır içinde) ilginç. Ayak yere vurduktan sonra yükselme ve aşağı inme arasında geçen süre bir uçuş yanılsaması da yaratıyor; çünkü ipi çeviren kol, kanat gibi hareket ediyor ve bu sırada oluşan rüzgâr kulakta vınlıyor. Ama ipin çizdiği sınır, uçuşu bir kafesin içine alıyor sanki, bu aynı zamanda özgürlük düşüncesine (oyun) karşı bir tedbir… Ne dedim ben şimdi?