Sözcükten
başlayalım. ‘Yakalamaç’ sözcüğü TDK sözlüğünde yer almıyor, yazım
kılavuzlarında da. Hatta 12 ciltlik Tarama Sözlüğü’ne baktım, ‘yakalamaç’
sözcüğü yok. Ama çocuklar kullanıyor, hatırlıyorum çocukluğumda biz de söylerdik.
Hem –(e)ç, -i(ç) yapım ekiyle türemiş
bir yığın sözcük var: Güleç, kıraç, kulaç (kol-aç), tıkaç, çekiç (“çeküç” Ebu
Hayyan’ın Kitabü-l İdrak 1312), saklambaç, dolambaç, kaldıraç, yırtmaç vb. Neden
olmasın? Fazla sözcük göz çıkarmaz. Buradan yetkililere sesleniyoruz diyelim ve
geçelim.
Bütün
dünyada oynanan evrensel bir oyun yakalamaç. Ta bebeklikten geliyor; çocuk için
emeklemek ya da yürümek değil, yakalamak amaçtır da ondan (yürümek yakalamanın
yan etkisidir).
Yakalamaç bütün
oyunların temelidir diyebilir miyiz?..
Teneffüs
zili çalar çalmaz başlıyor, azıcık bir açık alan yetiyor, nesnesiz, yalın bir
oyun. Kural çok basit… Ama bu basit oyunu izninizle biraz karmaşık hale
sokmak istiyorum. Hayır yeni bir kural getirmeyeceğim. Sözcükler üzerinde oynayacağım
sadece. Kusura bakmayın ama bu da bir oyun. Şöyle: Bir an kuralı tersine çevirdiğimizi düşünelim,
yani kovalayan değil kaçan ebe olsun! Hadi gözümüzün önüne getirelim. Oluyor mu?
Olmuyor. Hadi bir daha deneyelim… Demek
istediğim kaçan oyunun kurbanıyken onu yakalamak isteyenler oyunu yönlendiren,
tuzaklar kuran, kıstıran tarafta olsunlar.
Olmuyor değil mi? Hayır oyun böyle yürümüyor, zevki kalmıyor. Diğerini
yakalamaya çalışmanın zevkli bir tarafı yok, bu yüzden ebe bir oyunda en düşük
statüye verilen ad. Ebeyi motive eden dürtü bu düşük statü zaten, ebeliği
diğerine geçirme olanağı. Yani ebe diğerini yakalamaz sadece, ebelikten de
kurtulur.
Oysa
hayatın ciddi bölümlerinde ebeler yer değiştirmiştir, hayal gücümüzle bile tersine çeviremeyiz. Mesela
avda kaçan hayvan ebe durumuna düşüyor. Köpeklerin
kendi aralarında oynadıkları kovalamaca oyunu da insanlarınkinin tersidir,
kaçan ebedir. Kölelik dönemlerinde sırf zevk için yapılan sürek avında ormanın
derinliklerine kaçması için bırakılan köle “ebe”dir. Neden ebelik bu durumlarda
kaçanın üzerine kalıyor? Cevabı basit. Çünkü bu durumlarda oyun tek taraflı
oynanıyor. Kaçan “ebe” oynamıyor, paçayı kurtarmaya çalışıyor, işin oyun kısmı
ise kovalayanlara ait.
Yakalamaç
oyununda kaçanın cazip tarafta olmasının nedenini şimdi söyleyebiliriz: İlgi
odağı olma. Diğerinin yöneldiği, peşinden koştuğu kişi olma… bir varoluş biçimi
bu. Hayatta gerçekleşmesi kolay olmayan bir şey, oyun yanılsamasıyla bedene
istikrar kazandırıyor. Ama ben bu istikrarın da kırılmaya uğradığı bir
yapılanmadan söz etmek istiyorum asıl.
Malûm ikili öğretim yapan okullarda teneffüs çok kısa, on dakika kadar. Tuvalete gitme, kantinden bir şeyler alma, öğretmen geciktirmesi, ya da dersin uzaması derken bu süre daha da kısalabiliyor. Bu kısacık sürede bir oyun kurgusu yapmak zor. İçeri giriş zili çalınca oyun bozuluyor haliyle. Kabul edelim ki en büyük oyunbozandır içeri giriş zili. Çocuklarla hemfikirim, Cemal Süreya’nın ‘Her ölüm erken ölümdür’üne nazire her içeri giriş zili erken zildir. Ama bir öğretmen olarak çocukların aleyhine olmayan ilginç bir şey gözlemledim, oyunun bu bozulması garip biçimde oyunun süresi haline de gelmişti. Demek istediğim çocuklar oyunlarını kendiliğinden bu süreye göre yapılanmış biçimde oynuyorlardı. Yakalamaç oyununun versiyonlarından Yerden Yüksek Oyununun sonlarına doğru birden herkesin ebe olmak için yarışması garipti, ‘beni de, beni de!’ diye bağrışıyorlardı. Ve zil çalınca oyun bu kez de içeri kim birinci girecek yarışına dönüyordu.
Malûm ikili öğretim yapan okullarda teneffüs çok kısa, on dakika kadar. Tuvalete gitme, kantinden bir şeyler alma, öğretmen geciktirmesi, ya da dersin uzaması derken bu süre daha da kısalabiliyor. Bu kısacık sürede bir oyun kurgusu yapmak zor. İçeri giriş zili çalınca oyun bozuluyor haliyle. Kabul edelim ki en büyük oyunbozandır içeri giriş zili. Çocuklarla hemfikirim, Cemal Süreya’nın ‘Her ölüm erken ölümdür’üne nazire her içeri giriş zili erken zildir. Ama bir öğretmen olarak çocukların aleyhine olmayan ilginç bir şey gözlemledim, oyunun bu bozulması garip biçimde oyunun süresi haline de gelmişti. Demek istediğim çocuklar oyunlarını kendiliğinden bu süreye göre yapılanmış biçimde oynuyorlardı. Yakalamaç oyununun versiyonlarından Yerden Yüksek Oyununun sonlarına doğru birden herkesin ebe olmak için yarışması garipti, ‘beni de, beni de!’ diye bağrışıyorlardı. Ve zil çalınca oyun bu kez de içeri kim birinci girecek yarışına dönüyordu.
Bahçede son
kalan 4. sınıftan bir çocuk ip atlıyor. Hep aynı çocuk, yalnız takılıyor… İpi elinden aldım, denedim: İpin
çerçevelediği boyutta devinmek, bir hareketi tekrar tekrar yapmanın bir maharet
olması (öğrenmenin ölçüsü bu)… bu değil sadece, burada ipin belirlediği mekânın
hem oyunun kuralı hem de oyuncunun yuvası olması (ipin hareketleriyle oluşan
sınır içinde) ilginç. Ayak yere vurduktan sonra yükselme ve aşağı inme arasında
geçen süre bir uçuş yanılsaması da yaratıyor; çünkü ipi çeviren kol, kanat gibi
hareket ediyor ve bu sırada oluşan rüzgâr kulakta vınlıyor. Ama ipin çizdiği
sınır, uçuşu bir kafesin içine alıyor sanki, bu aynı zamanda özgürlük
düşüncesine (oyun) karşı bir tedbir… Ne dedim ben şimdi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder