2 Ekim 2021 Cumartesi

Çocuklar İçin Felsefe

 


'Keloğlan iş bulmak için (1) uzak kentlere gitmek istediğini söylediğinde annesi ona yol harçlığı olarak bir kese altın verir. Bir de öğüt:

 -Ne olursa olsun kimseye yalan söylemeyeceksin. Hep doğruyu söyle. Çünkü yalancıyı Allah da kul da sevmez.

 Keloğlan’ın uzun yolculuğunda annesinin öğüdünü tutacağı fırsat bir ağacın altında mola verdiği sırada gelir, azığını heybesinden çıkarmışken ve kırk silahlı adam etrafını çevirmişken. Keloğlan’a kim olduğunu sorarlar. Keloğlan kendisini tanıtır, o da adamlara kim olduklarını sorar. Adamların reisi:

 -Biz Kırk Haramiler’iz, hırsızız, herkes bizden korkar, paran var mı?..

 Keloğlan var der bir kese altınını gösterir.

 Haramilerin reisi şaşırır:

 -Bize neden doğruyu söyledin? Paran yok deseydin de sana inanırdık.

 Keloğlan gülerek,

 -Ben hiçbir zaman yalan söylemem. Üstelik anama da hiçbir zaman yalan söylemeyeceğim diye söz verdim, der.'

Buraya kadar özet geçtiğim ve geri kalanını anlatmaya gerek duymadığım bu masal ilkokul 3. sınıf Türkçe kitabında yer alıyor.

 

Çocuklardan biri masalı sesli okurken onu durdurdum ve bütün öğrencilere sordum:

 -Sizce Keloğlan dürüst mü, saf mı?

 İki öğrenci dışında hepsi dürüst dediler. Çoğunluk iki kavram arasındaki negatif farkı sezmiş ve tercihlerini Keloğlan lehine kullanmışlardı. Ne de olsa Keloğlan bu masalın kahramanıydı ve ona dürüstlük yakışırdı.

 Çocuklarla ortak bir dil bulabilir miyim diye bir an tereddüt ettim. Acaba yalan kavramını bu metin üzerinden çaktırmadan Kant’ın kulaklarını da çınlatarak çözümleyebilir miydim?  Yine de kendi kendime konuşma pahasına sözüme devam ettim:

 -Keloğlan’ın bir kese altınını göstermesi Haramilerin reisinin ‘Paran var mı?’ sorusunun cevabı değil. Dürüstlük olabilmesi için soruyu birebir karşılaması gerekirdi. Buna dikkat edin! Reis ‘Paran var mı?’ derken, bize verecek paran var mı diyor aslında. Keloğlan da bir kese altınını gösteriyor. Bu var demek değil, sizin için var demek. Dolayısıyla Keloğlan yalan söylüyor. Üstelik doğru söylerken yalan söylüyor. Çünkü Keloğlan’ın param var demesi zaten birkaç saniye sonra parasının yok olması demek… Yani param yok deseydi bu param var demesinin zıttı olmayacaktı.


(Burada durdum, monolog başladı.)

 

Bu paradoks nasıl aşılır? Ama bir şey hatırlatırım, paradokslar yanlış kurgulandığı için paradokstur. Harami, Keloğlan’ın param yok cevabına karakteri gereği sevinirdi, soygununa ahlaki bir gerekçe bulmuş olurdu: Neden yalan söylüyorsun bak paran varmış işte!  Bu durumda soygun sanki yalanın cezalandırılması biçimini alır. Tabi Haramilerin reisinin ‘Paran yok deseydin de sana inanırdık’ deyişinin palavra olduğunu biliyoruz. Keloğlan’ın doğru cevabı, size verecek param yok, size paramı vermek istemiyorum olmalıydı. Masalda yalan söylememe (veya doğru söyleme mecburiyeti) zayıf tarafın üzerine kalan bir şey; yalan söyleme potansiyelini gücü elinde bulunduran diğerinin alanı olarak üretiyor. Masal, bildiğimiz saf-kurnaz Keloğlan’ı çarpıtarak devamında haramileri hizaya sokan bir “dürüstlük” timsaline çeviriyor güya. Diğerinin ne demek istediğini anlamadan ve deşifre etmeden doğru cevap vermek mümkünmüş gibi. Türkiye politikasında ‘niyet okumak’ deyiminin haksız biçimde olumsuz anlamda ve yaygın kullanılmasının nedeni de budur. Doğru diğerinin niyeti karşısında aldığınız pozisyonun ta kendisidir. Haraminin dolayımını da ifade eden paran var mı sorusuna, düz anlamıyla karşılık veren Keloğlan bir yanlış anlamanın kurbanı değil, elindeki doğruyla ne yapacağını bilmeyen birinin yalnızlığı aslında. Bu tür kıssaların (veya masalların) çocuklara ahlaki bir ders olarak okutulması ciddi bir sorun: Her ne pahasına olursa olsun yalan söylememe, birinin diğerine vereceği öğüt değil. Burada ahlaki sorun; bu sözün, bu sözü söyleyenin dilinde otomatikman bir düstur haline gelmesi.  Telif hakkı kendisine aitmiş gibi sözden güç devşirmesi… Benim düsturum şu: ne olursa olsun dilindeki yalanı yakala.


(1) Türk Altay mitolojisinin kahramanlarından olan Keloğlan'ın dilden dile anlatıldığı dönemlerde insanlar iş bulmak için başka kente gitmezlerdi, bir yerden bir yere ticari mal götürüp getirmek için giderlerdi. Bu melezleme Arap masalı figürü olan Kırk Haramilerin Keloğlan'la yollarının kesişmesinde de var.

 



25 Ağustos 2021 Çarşamba

İki Olay

 



BİRİNCİ OLAY

 

Dönerciden içeri girince gözüm kararıyor, ortalarda bir masaya oturuyoruz. Güneş başıma geçti diyorum.  Ç. parmağıyla işaret ediyor, siyah tişörtümün koltuk altlarında tuz lekeleri… gülüyorum. Kendi derbederliğime gülüyorum. Ç. tuz lekesinin dünden kalma olduğunu söylüyor. Islak bezle silince geçmişti diyorum,  işleme gibi durmuyorlar mı bak ne güzel kavis yapmış. Ç. yüzünü çeviriyor. Sitem ettiği apaçık ortada. Aldırmıyorum. Yorgunluğun güzel tarafı bu.


Yorgunluğun diğer güzel tarafı gözlemlerken hiç olmak.

 

Sarı bandanalı, zayıf, yaşlıca bir kadın kapıyı aralıyor tezgâhtaki adamla konuşuyor: “Dışarıdan soruyorlar da, çeyrek ekmeğe döner ne kadar?” Kadın bunu söylerken yola da bakıyor. Güya dışarıdan birileri orada cevap bekliyor.  Adam çeyrek ekmekle döner satmıyoruz, dürüm on dört lira diyor. Peki tombik ekmekle döner ne kadar diye soruyor kadın. Tombik ekmek bir döner cinsinin adı mı yoksa kadının o anda yakıştırdığı bir ad mı bilmiyorum. Adam on beş diyor. Kadın kapıyı kapatıyor, bir süre dükkânın önünde oyalanıyor ve gözden kayboluyor. Bir dakika dolmadan tekrar içeri giriyor, sütundaki dezenfektanı eline sıkıyor, bana tombik ekmekle döner verin diyor. Cüzdanını çıkarıyor (Ç. daha sonra bir on bir de yirmi lirası vardı dedi). Yirmi lirayı uzatıyor, paranın üzerini alınca ben dışarıda oturacağım diyor. Kapının sağındaki masaya oturuyor, ince uzun bir sigara yakıyor. Sigarayı tutuşu, dumanı üfleyişi, etrafa bakışı… bundan sonrasını en iyisi maddeler halinde anlatayım:

1.      Kadın döner almaya parasının yetişmeyeceğini sanarak utanıyor. Bu yüzden kendi isteğini dışarıdan birilerinin sorusuna aracılık ediyormuşçasına dolayımlıyor. İkinci kez gelişiyle bağ kurduğumda anlıyorum ki, sahte bir başkasını uydurması stratejisinin küçük bir parçası, asıl döner fiyatlarını öğrenmek istiyor ve sorusuna fiyatı en düşük olabilecek çeyrek ekmekten başlıyor. Çeyrek ekmek yok ama dürümle tombik ekmek arasında sadece 1 lira fark var. Aldığı bilgi utancını ortadan kaldırıyor.

2.      Kadının arızası yine de bu utancı değil. Parasızlığıyla ilgili yaşadığı bu utanca karşı uydurduğu  mizanseninin anlaşılmayacağına dair inancı daha baskın.

3.      Uydurduğu mizansenin kendini gizleme gibi bir işlevi olsa da kadının farkında olmadığı şey döneri alıp almamakta yaşadığı kararsızlığı aşmak için bir başkasının arzusunu ruh ikizi biçiminde yaratması (nihayetinde para harcayacaktır, utancını yenmek için değil sadece, kıt kanaat olan parasını harcayacak cesareti için de yaratıcılık gerekmektedir). Ruh ikizi dürüm ekmekten tombik ekmeğe geçişi müzakere ettiği kişi aslında.

4.      Yoksulluk bir utanç, yoksulluğun belli olması daha da bir utanç. Yoksulluğun belli olmaması için üstlenen rollerin doğurduğu masraf daha da yoksullaştırıcı.

5.      Kadın tombik ekmek arası dönerini beklerken, ince uzun sigarasını yakıyor; sarı bandanası, gri kapri pantolonu ve yere bıraktığı iki üç parça sebze meyve poşetiyle özgüvenini sergiliyor. Onun gerçek ekonomik durumunu anlayan bir dönerciye karşı onu orta sınıftan biri sanacak gelip geçen onlarca kişi. Bu matematiksel hesabın, cüzdanındaki parayı hesap etmesiyle aynı kapıya çıkması ilginç.  

 

 

İKİNCİ OLAY


A 101’de su ve maden suyu indirimdeydi, market arabasını tıka basa doldurduk. Ç. kasadaki kıza market arabasını eve kadar götürüp götüremeyeceğimizi sordu, kimliğimizi bıraksak olur muydu? Kasadaki kız tamam dedi. Suların ve maden suların barkodunu tek tek okutmaktansa birer numune ışınladı ve adetleriyle çarptı. Paranın üstünü geri verdi, yalnız altmış kuruşum çıkışmadı arabayı getirince alırsınız dedi. Tıngır mıngır gittik, tabi arabayı ben sürdüm. Ç. sürseydi kızım gibi görünürdü. Yolda içimden bir hesap yaptım, galiba kız parayı eksik almıştı. Ç. seslisini söyledi, kız bizden parayı eksik aldı dedi. Siktiret dedim, şans bize de gülsün. Eve varınca anladık ki, kız gerçekten de 36 şişe maden suyunu saymamıştı. 24’lük paketleri 6’lık küçük paket diye hesaplamıştı. Oysa ne varsa göstermiştik. Tekrar şans dedik ve kendimizle gurur duyduk. Ama bu sahte gurur fazla sürmedi, yaptığı yanlışlığın bedelini kızın ödeyeceğini düşündük. Nihayetinde kasanın verdiği açık çalışanların maaşından tahsil edilirdi. Ya da müşteriden... mesela indirim kısa sürerdi. Yaklaşık otuz beş lira tutuyordu, parayı ödemeye karar verdik. Markete geri gittiğimizde kız kasada yoktu. Diğer kasadaki kızdan altmış kuruşumuzu geri aldık. Kız hiç tereddütsüz iki 25 ve bir 10’luktan oluşan bozukluğu uzattı. Demek diğer kız kasadan ayrılmadan arkadaşına durumu anlatmıştı. Bizzat kızı görmek istiyorduk, parayı ödemeden eve döndük. Ertesi gün sabah markete yalnız gittim. Kız markette yoktu. Geri kalanı maddeler halinde anlatayım:

1.      Ç. ile markete geri döndüğümüzde parayı ödemeyişimizin sebebi kızın yokluğuydu tabi ama ilk akla gelen sebebin tali kaldığını söylemeliyim. İlk akla gelen sebep: dürüstlüğümüzü direkt muhatabına göstermekti… ama asıl sebep  dürüstlüğümüzü göstererek ona yakın olmaktı… bizi görünce tanıması, müteşekkir biçimde gülümsemesi. Öte yandan asıl amacın kendini gizlemesi pek dürüstçe değil.

2.      Dürüstlük diğerinin zararını telafi etmeyle sınırlı olsa iyi. Şahsen bende kendini yenileme sürecinin devamı. Ben bir toplum düşmanıyım ve dürüstlüğüm topluma yönelttiğim bir ceza. Agresif bir tarafı var.

3.      Ertesi gün kızı göremeyince marketin müdürü diyebileceğim bir adama fişi gösterdim ve şu kasadaki kızın yanlışlıkla parayı eksik aldığını fark ettiğimi ve otuz beş küsür lirayı ödeyeceğimi söyledim. Adam kızın işe yeni girdiğini, acemi olduğunu söyledi, kusura bakmayın dedi. Kusura bakmayın sözü benim için uygun değil dedim. Doğrusu siz kızın kusuruna bakmayın diye durumu size ilettim dedim. Adam biz günde otuz bin lira ciro yapıyoruz, hangi malda ne kadar açık vermişiz anlayamayız dedi. Allah sizden razı olsun diye de ilave etti… Son iki cümlesiyle marketin müdürü olmaktan sahibi olmaya terfi etti.

4.       Güya dürüstlüğümle kıza yardımcı olmak istemiştim. Düpedüz kötülük etmiştim. Kasa açık verirse artık kızdan bileceklerdi. Nasıl olsa acemiydi, bunu daha önce yapmıştı.

5.      Dürüstlüğüm benim kontrolümden çıkıyordu.

 

 

“(…) arkadaşı piyanoya gitti ve ayın suyun üzerine vuran parıltılarının titreşimlerine benzer biçimde başlayan Casta Diva aryasını söylemeye başladı." (Willa Cather, Amansız Düşmanım)

 




22 Temmuz 2021 Perşembe

BAĞLANTI KURMAK

 


PALTO

 

Fazlı Necip’in Menfi adlı romanının kahramanı Ekrem, Mekteb-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) okurken eline geçen yüklü miktarda parayla kendine yeni giysiler alır. Çevresinde görüp özendiği, içinde uhde kalmış şeyler: yüksek yakalı gömlek, iskarpin, plastron, kravat, gümüş saplı bir baston, ipekli çoraplar, inme zinciriyle altın çerçeveli gözlük –gözü bozuk olmadığı halde o zamanlar moda olan kelebek gözlük- ve saat. Ama tüm bu aldıklarının içinde bir giysi vardı ki dikkatimi çekti, işlevinin tamamen dışında fiyakasıyla içi atlaslı pardösü… giymek için değil kolunda taşımak için satın almıştı. Yıl 1890’ların sonu. Batı’dan gelme bir kombin bu. Neden mevsimlik giymek yerine kolunda taşımak? Antropolijide nedenselliği ortaya çıkış saiklerinde değil, alışkanlıkları koşullandırmasında aramak gerekir (Burada söz biraz muğlak, üzerinde durmayın kendime bir not sadece). Bir kere atlas kumaş pahalı, giyince içte kaldığı için görünmüyor, kolda taşınması değerini teşhir ediyor. Sözcüğün Almanca anlamı yardımcı olabilir, giymek (tragen) fiili aynı zamanda taşımak anlamına da geliyor. Gömleği giyersiniz keza çantayı da giyersiniz. Pardösüyü taşıma işleminde “ama”, “keza” olur. Elde bir şey taşımak bir statü davranışıdır, meşguliyet verir, diğeriyle aradaki mesafeyi olağanlaştırır. Başka? Gogol’un Palto’su gibi bir zenginlik işaretidir. Ama elde taşıyarak pardösüyü küçümsediği için, diğerinin imrenmesini de küçümser, dolayısıyla ekstradan zenginlik işareti…

Omza atılan palto. Bu mertebeye nasıl geldik? Bunlar hep toplumsal, tarihsel göstergeler, daha ayrıntılı bakarsan bireysel göstergeler.

 

İsmail Saymaz Veyis Ateş’e 50 bin Euro’luk paltosunu soruyor. Veyis Ateş de nihayet doğruyu söyleyeceği bir şey buluyor ve paltoyu diktirdiği terzinin adını veriyor, 6 bin- 7 bin lira civarı diyor. İsmail Saymaz’ın sormadığı soru şu: Neden 50 bin Euro’luk paltonun aynısı gibi diktirdin?..





İSİM DEĞİŞTİRME


                        



 

Alparslan Türkeş, Oğuzhan Asiltürk… böyle isimler var yakın tarihimizde. Sonradan alınmış isimler; annelerinin, ninelerinin, babalarının, dedelerinin taktığı isimleri artist gibi, şarkıcı gibi değiştirenler. Hem Alparslan hem Türk-eş, hem Oğuzhan hem Asil-türk. Türkzâdeler... Osmanlı'nın son dönemlerinde bürokrasi dışındaki toplumun yüksek tabakasına mensup seçkin kişilerin çocuklarının Paris'e gidip toptan kibarzâde olmaları gibi, değiştir ismini bütün o soyağacı araştırmalarını bir kenara koy kestirmeden Türkzâde ol. Yeni bir seçkinlik arayışı değil mi bu! 


Politik hedefleri isimleri üzerinden kurdukları hayalleri içeriyor. Hadi eski isimlerinden utanmadıklarını varsayalım (etnik kökeni kastetmiyorum, bu aslında en ilkel haliyle aile kökeni utancı -taşra utancı- değil mi?), ama yeni isimleriyle yüceleceklerini hesaplamışlar. Kendi milatlarını kendilerinden başlatacak kadar Napolyon Bonapart, etnik kökenlerini ta ötelere yerleştirecek kadar da Kaşgarlı Mahmut.

 

İsim değiştirme insanı manik biçimde bölüyor: Eski ben, şimdiki ben. Kendini kendine unutturma çabası var burada. Daha önemlisi 'yeni ben'i yutturma arzusu ve peşlerine taktıkları kütlede yarattıkları illüzyon… 


Yakın tarihimizde isim değiştirmeler üzerine bir araştırma?..

            

17 Temmuz 2021 Cumartesi

YURTSAMAK

 


YURTSAMAK

Yurtsamak nedir? 

Kendini ait hissetmediğin bir yeri benimsemek… Yabancısı olduğun o yerin ahalisinin zamanla sana aşina olması biçiminde tersinden de işleyen bir süreç. Haneke’nin Bilinmeyen Kod filminin (2000) son sahnelerinde göçmen kadın caddede kendine oturacak bir yer arar, bir pasajı gözüne kestirir ama hemen dalmaz oraya, önce bir tereddüt yaşar, oradan uzaklaşır ve tekrar döner, tereddüdünü giderecek işareti bulur nihayet (bulur mu?), eşiğe gazete kâğıdı koyarak oturur, sırtını sütuna dayar. Bitişik dükkandan bir kadın çıkar, oturan göçmen kadını inceler ve içeri girer, çalışanlardan biri gibidir. Biraz sonra iki görevli gelir ve göçmen kadını oradan uzaklaştırır. Göçmen kadın oturduğu yeri yurtsamak istemiş ama becerememiştir.

 

Şimdi anlatacaklarım yurtsamayı becermekle ilgili. Herhalde bir yıl oldu, istasyon merdivenlerinin karşısına tezgâh kurdular. Mevsimlik meyve satıyorlar. Yanlarında bir bank var. Bank hem oturdukları yer, hem de tezgâhın uzantısı gibi. Bank sabit olduğu için tezgâh kalksa da onların yokluğunda sanki onları temsil eden kerteriz noktası. İki kişiler, ben onlara baba oğul ilişkisini yakıştırdım. Gündüz saatlerinde oğul tek başına, akşam mesai dönüşünde ortalığın kalabalıklaştığı sıralarda baba da geliyor. İlk başlarda sesleri cılız çıkıyordu, çekingendiler. Banka oturmuyorlardı. Şimdi bakıyorum yayılarak oturuyorlar, bank onların. Elinde poşetle yaşlı bir kadın geliyor, oturabilir miyim diyor. Tabi buyurun teyze diyor oğul. Artık nazik olma hakları var. Nezaket nedir? Güçten feragat etmenin incelikli bir yoludur. Yurtsayınca nazik de oluyorsunuz, yurtsayamayınca kabalığı üzerinize çekiyorsunuz.  

 

 JOUİSSANCE

Bazı şeyleri deli gibi yiyorum, bir tür dalgınlıkla. Kirazı mesela. Ağızda çıtır çıtır, soğuk. Hep en iyilerini seçiyorum. Kalanların en iyisini seç! Oyunun adı bu. Bir bakmışım kabın sonuna gelmişim. En sonuncusu pembemsi, amorf, küçük bir kiraz. Kaçarı yok onu da atıyorum ağzıma… Çilek yerken daha farklı, en tatlısını seçmeye çalışıyorsun ama standardı yok, görüntü aldatıcı. Tatlı bir tane yedin miydi şeklinden genelleme yapıyorsun ve aynısından bir tane daha yiyorsun, ama bu kez tadı yavan. Ağzında kalan yavanlığı gidermek için tekrar sondaja başlıyorsun tatlıyı bulduğunda tekrar aynı tadın peşine düşüyorsun…

 

ÇAMAŞIR ASAN KADINLAR

Kadınları en çok çamaşır asarlarken izlemeyi sevdim. Bu, onlara özel bir dalgınlık veriyordu, ben de kaçgöç durumuna düşmüyordum. Arkaları dönük, ağızlarına kıstırdıkları mandallar, ayakları üzerinde ipe uzanmışlar.

 

YOL

Elinde palasıyla balta girmemiş ormanda ilerleyen bir vahşiyi düşünüyorum. Kendine yol açıyor. Yol bizi doğanın içine götürür, ama doğanın dışına da atar. Yol sayesinde (ya da yol yüzünden) doğa hep uzağımız olur: Yoldan görünen ama yolun dışında kalan.

 

KOMŞUDA PİŞER…

Komşudan gelen yağda kavrulan soğan kokusu, kendisi bir yemek olmadığı halde (öyle bir şeyi yemeyi arzulamadığımız halde) iştah kabartır. Pişecek yemeği haber veren bu ön belirti, yemekle aramızda bir çöpçatanlık yapar. İşte çağrışım kavramının dört başı mamur halidir bu.

 

ÖZLEM

 “Seni özlüyorum, hepsi bu.”

“Ben de seni özlüyorum.”

“Ben de seni özlüyorum diyorsun ya o zaman seni daha çok özlüyorum.”

“Birbirimizin seni özlüyorum demesini özlüyoruz.”

 

İYİMSERLİK

Bir kolu yoktu, patikanın uçurumun kenarından geçtiği ancak tutunarak yol alabileceği kısma gelmişti sıra. Çıkıntılara ve kayanın içinden filiz vermiş dal parçalarına tutunması gerekiyordu, öyle bir yere geldi ki diğer kolunun olmadığını bir an unuttu, tutunmak istediği çıkıntı oradaydı ama artık çok geçti, çarpa çarpa iki yüz metrelik uçurumdan aşağı düştü… Kolunun olmadığını unutmak… (o öldüğü için bu yorumun başkasına ait olduğunu bilerek), nasıl bir iyimserlik böyle?


DÜRÜSTLÜK

Söylediklerimizle yaptıklarımız aynı olursa bunun adına dürüstlük değil saflık denir. Dürüstlük, en az bir adım ötesidir: söylediklerinizle yaptıklarınız aynı olmayacak (genellikle durum budur), bunun farkına varacak ve bundan söz etmeye hevesli olacaksınız.


DEYİMLERLE KONUŞMAK

Kızımın bir arkadaşı başka bir arkadaşına söylemiş: "Darısı senin başına mı demem lâzım, alttan mı almam lâzım bilemedim."





Bir Ölüm


 

Yukarıdaki harabe ev oturduğum lojmanın sağ çaprazındaydı. Kış günleri oraya bakınca her yer metruk bir izlenim veriyordu... zihnime layık ideal izbe atmosfer...


Elinde kovası, uzun çizmesiyle dalgalı havalarda sahile kömür toplamaya giderdi (dalgalı havalarda kömür sahile vurur). Birbirimizi görmezden geleceğimiz mesafede de olsak ‘Merhaba Hocam!’ diye seslenirdi, bakışım onu bulurdu. Sadece selâm. Bir de gülümseme. Selamı iyi hissettirirdi.. Adını sela okununca öğrendim: Hasan İbrahim. İçkisi sigarası olmayan emekli Hasan İbrahim komşusu eski muhtarın çatısını onarırken düşüp öldü. Çatı ustası değildi, sadece yardım ediyordu. Hasan İbrahim karısının köyüne sonradan yerleşmiş. Bana kalırsa bu yardımın köyde yerini sağlamlaştırmakla bir ilgisi vardı.

 

2014 yılıydı,  hortum çıkmıştı. Birçok evin çatısı uçtu, ağaçlar devrildi, elektrik telleri koptu, direkler yan yattı, bizim evin su borusu patladı. Ertesi gün otobüste eski muhtarı gördüm, onun da çatısı uçmuştu yağmur gelecek diye telaşa düşmüş malzeme almaya Sarıyer’e gidiyordu.

 

Okul sonrası dolmuşla eve dönerken baktım Hasan İbrahim eski muhtarın çatısında… Hasan İbrahim’i iş elbisesiyle, yorgunluğuyla ve yukarıdan aşağıya bakışıyla görünce anlık bir tereddüt yaşadım. Hani bazı insanların alıştığımız varlığını başka bir konumda görünce hissettiğimiz türden. Yorgunluğu bir tuhaftı, pişmanlıkla ve işin acemisi olmakla karışık, nereden bulaştım bu işe der gibi; tombul yanakları kırmızılaşmış, aşağı sarkmıştı… selamlaşmadık, göz göze gelmedik. Hasan İbrahim en son çatıya döşenen bir tahtanın fazlalığını keserken her ne olduysa kafasının üstüne yere çakılmış. Ben onu gördükten yarım saat sonra.

 

Kapıdan sahile bakıyorum. Sahilde sırtı bana dönük bir adam yürüyor. Hasan İbrahim boyunda ve onun gibi tıknaz. Eğer Hasan İbrahim ölmeseydi, imgelemim bana bu adamın Hasan İbrahim olduğunu söylerdi. Buna inanırdım. İnancımı sarsacak daha dikkatli bakışı bilinçsizce engellerdim. Şaşmaz biçimde her şeyi yerli yerinde görme eğilimi denebilir buna... alışkanlık. Ama sahildeki adamı daha görür görmez Hasan İbrahim’in öldüğünü hatırlıyorum, o adam ise hemen bir başkası, yani kendisi oluyor…



 


22 Mayıs 2021 Cumartesi

DİLENCİLER


 


Yere oturmuş sakallı bir adam Erenköy Pazarı’na giderken “Açım abi… açım, açım!” diye elini uzattı. Tereddüde düştüm, adam bunu sezdi ve ikinci “Açım!” sözü ağzından patlamayla çıktı. Ama biz de biraz yürümüştük, Ç.’ye bozuk parası olup olmadığını sordum. Ç. çantasını yoklarken biraz daha yürümüş olduk, kafamı çevirdiğimde adamla göz göze gelemedim, artık uzaklaşmıştık geri dönmedik.

Dün, Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’nde bankta oturmuş ayağı sarılı bir kadın “Allah elden ayaktan düşürmesin,” diye dileniyordu, gazlı bezle sarılı bacağı diğerinden daha ileride.

Sakatlığını teşhir edip bunun diğerinin başına gelmemesini dilemek… Bir nezaket var burada. Nihayetinde onun bizden bir şey istediğini anlıyoruz ama o bize bir şey verirken gerçekleşiyor bu: ‘Sen benim gibi olmayasın.’

Yanlış anlaşılmak istemem, ima etmenin bu şekli kaba elbette; nezaket, bizi doğrudan muhatap almadan, sözü ortaya söylerken oluşuyor. Bir edebiyat yok mu burada? Binlerce yıldır dilene dilene ortaya çıkan bir keşif. Hayır keşif yanlış sözcük, sözün keşif gibi birden beliren agresif, ham bir yapısı yok. Söz palimpsest* zamanlardan geliyor, başka sözlerin üzerine oturarak olgunlaşmış, klasikleşmiş. Sadece dilenmek değil, bir komşunun bir komşusuna iyi dileklerini iletmek için söylediği sözün yaygın karakteri altında kendini örtbas da ediyor. Yakarışı diğerinde iyi dileğe çeviriyor. Bir enerji dönüşümü. Allah’a inancıyla söylüyor bunu, ama Allah’a söylemiyor. Allah hem fiili gerçekleştiren hem de fail olmamayı beceren biri burada. Allah diğeriyle ortak olan inancını duyurmanın aracı. “Allah elden ayaktan düşürmesin,” Allah’ın böyle bir şeyi yapmaya veya yapmamaya gücünün yeteceği inancıyla diğerine şanslı olduğunu hissettiriyor. Kendi üzerinde uyandırdığı merhametin karşılığı olarak değil tam aksine yaptığı övgünün ve iyi dileğin karşılığı olarak bir borç alacak ilişkisi yaratarak dileniyor… Ama bunu yaparken Allah'ı kendi yanına çekiyor, "engelli" bedeni eğer borcunuzu ödemezseniz bir tehdit haline geliyor. Dua gizli bedduadır. Şimdi burada duruyorum ve yazdıklarımı yeniden okuyorum. Nereye varacaktım ben?

Evet.

Göztepe, orta sınıf ve orta sınıf üstü insanların yaşadığı bir yer. Burayı mesken tutmuş dilencilere aşinayım. Aynı yerlerde ve aynı dilenciler sanıyorum zaman zaman kendi aralarında becayiş yaparak dileniyorlar. Belirli mekânlarda hep aynı dilencilerle karşılaşmam aklıma onların organize olduğu kuşkusunu da getiriyor. Muhtemelen kendi aralarına dışarıdan dilenci sokmuyorlar. Ama dilenci sayısı da son bir yıl içinde bayağı arttı. Nasıl oluyor bu? Galiba iki tür dilenci var, birinci paragraftaki “Açım” diyen korsan dilenciler, ikinci paragrafta“Allah elden ayaktan düşürmesin,” diyen kurumsallaşmış dilenciler. Bu iki ayrı dilenci, iki ayrı dilenci söylemine denk geliyor.


*palimpsest: eski çağlarda parşömenin pahalı olması yüzünden parşömen yapraklarından mürekkebin kazınması veya suyla silinmesiyle yeniden yazılan kitap.




ANNEM

Annem köyde ölmek istedi.

Tabi sonucu bildiğim için ben böyle söylüyorum. Annem tarafından bakarsam köyde olmak istedi demem gerekir.

Annem köydeki bir suyun ona iyi geleceğini sanıyordu. Daha sonra onun hayratına yaptırdığımız o çeşmenin suyundan kana kana içmek… Köyün her yerinde, her bahçesindede obuz dediğimiz su kaynakları varken, neden özellikle o suya takmıştı bilmiyorum. Çocukluğuyla ilgili anılar, suyun sağaltıcı gücü, o su hakkında anlatılan efsaneler… hepsi olabilir ama ben annemin köyde olma arzusunu o suyu öne sürerek gizlediğine inanıyorum. Eğer bir isteğinizi yan sebeplerle desteklerseniz daha özgür olursunuz. Annem çocukluğuna dönüyordu. Suya, herhangi bir suya değil, o suya.

En son ne zaman kana kana su içtim? Kentte olmuyor bu. Şimdilerde herkesin elinde bir su şişesi var. İyice susamanız için suyla aranıza mesafe koymanız şart. Çocukların birden çişinin gelmesi gibi ara aşamaları atlayarak susamak, birden susamak. Ve susuzluğunuzu gidermek için suya doğru yürümek, yürürken daha çok susamak, su orada... Hatırlıyorum yamru yumru taşlık bir yoldan giderdik o suya.

Annem bir daha asla çocukluğundaki gibi susamasa da kana kana su içmenin imgesi hâlâ kafasında capcanlıydı.







4 Nisan 2021 Pazar

Veba Geceleri Üzerine

 





Biraz önce haftalık Birikim’de Barış Özkul’un Veba Geceleri üzerine yazısını gördüm. Barış Özkul’un Orhan Pamuk’un kitabından övgü dolu sözlerle alıntıladığı pasajları okuyunca bu ne dedim. Kör kör parmağım gözüne anlam hatalarıyla ve anlatım bozukluklarıyla dolu bu cümleleri alıntılarken Barış Özkul parodi mi yapıyordu acaba? Sonuna kadar devam ettim, yoo adam gayet normal övüyordu işte. Baştan söyleyeyim bu bir roman eleştirisi değil, bol keseden atmış bir övgücü eleştirisi. Bu sırada övgünün yücelttiği romanın bu pasajlarla ortaya çıkan "değersizliği" sadece bir yan etki, benim hiçbir kabahatim yok, dediğim gibi pasajlar Barış Özkul'un alıntıları. Diyelim  bu romanı baskıdan önce ben redakte ediyorum ve ilgili pasajlar için notlarımı aldım Orhan Pamuk'a yeniden yazması için geri gönderdim. Roman bu işlemle değerinden hiçbir şey kaybetmezdi. Ama Barış Özkul gibi bir okuyucunun etkilenme halleriyle ilgili pasajları kaleme alan yazarın okuyucusunu etkileme halleri arasında birbirine geçişli özdeşe yakın bir ruh hali olsa gerek. Bunu ne yapacağız?..  Bu arada ‘kör kör parmağım gözüne’ deyimini hayatımda ilk kez kullanıyorum, birazdan ‘delik büyük yama küçük’ deyimini de kullanacağım hayırlısıyla.

 

Gelelim alıntılara.

 

1.Alıntı: "Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:"

 

Tuhaf rüyalar ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir duruyordu." (s. 27)

 

Tuhaf rüyalar ve kâbuslar… kâbus da rüyadır. Orhan Pamuk ne kadar farklı sözcük kullanırsa anlatmak istediğine o kadar çabuk erişeceği gibi tuhaf bir inanç taşıyor. Tabi bunun belâgat saplantısıyla yakın bir ilgisi var. Orhan Pamuk’un aynı sözcükleri kullanmaktan kaçınma titizliği beni soğutan unsurlardan sadece bir tanesi. Bir sözcük (veya betimleme) yetmezse anlattığın duruma diğer sözcüğü eklesen bile anlam zenginleşiyor mu? Ya da bu farklı sözcükler bize kendi anlam farklılıklarını mı iletiyor? ‘Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu.’ Cümlenin çok basit bir kuruluş imkânı var: ‘Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan fareler gülleri kemirip parçalıyordu.’ Ya da ‘Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan fareler şeytanlara dönüşüyor, gülleri kemirip parçalıyordu.’ Farenin somut varlığıyla onun birden şeytan imgesine bürünmesi hayal gücümüze eziyet, bu bir yana aslında hayal gücümüzde bir değişiklik de yaratmıyor, sadece tınısı farklı olan sözcükleri takip ediyoruz. Ayrıca güller kemirilir, parçalanmaz. Sözcükler, sözcükler… nasılsa maliyeti yok harca bakalım. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen döner, doğru. İkisini de görmüş biri olarak tanıklık ediyorum. Ama açık bir kapı nasıl döner? Tamam böyle bir istisna olabilir, ama bunun için bu durumu yan cümle olmaktan kurtarman gerekir. Anlam özerk olmalı! ‘Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu.’ Bak bu güzel, hatta şairane. Ama burada da bir dil bilgisi sorunu var. Orhan Pamuk, mecazi anlamda güneşten değil yıldız olan Güneş’ten söz ediyor, büyük harfle yazılır. ‘İçi sıkışıyor,’ bu memlekette insanın içi sıkışmaz içi daralır…

 

 2. Alıntı: (sıkıldım… aradan iki saat geçtikten sonra devam)

 

“Kolağası/komutan Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:”

 

Komutan askerî kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)”

 

 

Barış Özkul bu sahneye kusursuz demiş, bakalım kusursuz mu?

 

Komutan askeri kıyafetlerini giyerken çizmesini de giyer. Çünkü çizme de askeri kıyafetin bir parçasıdır. Söz konusu olan bedenin mevsime göre değişen ihtiyacı değil asker olmanın gereğidir. İkinci cümlede savaşma azmi kime ait, kıyafete mi Komutan’a mı? Elbette Orhan Pamuk’un ne demek istediğini anlıyorum, ama okuyucuda varsaydığı bu idrakın birazını da Doktor Nuri’ye vermeliydi. Doktor Nuri’nin içinden geçenler gramer hatasıyla oluşan bir ruh haline götürmez bizi. James Wood serbest dolaylı anlatım der bu tekniğe, kahraman yazarın ifadesinden kurtulmuştur ama bunu kimin yazdığını bilirim… Alnı terliydi değil, terliydi... sadece bu; kıyafetlerini giydiğine göre ter başka nerede görünür? Tıraş edildiği için değil tıraş olduğu için kafasını oynatamayan biri gibi... devamında kendilerini gözleriyle takip ediyorsa ve boynuyla ilgili benzetmeyi yapabiliyorsa anlatıcı bunu zaten fark etmiş demektir. Yoksa anlam fark ettiğini fark etti gibi bir totolojiye varıyor. ‘Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti.’ Yukarıdaki benzetmeyi içinden geçiriyorsa bu kendiliğinden olamaz değil mi? Kâmil’in boynunun sağ tarafında KOCAMAN bir veba hıyarcığı çıktıysa nasıl oluyor da bu hem belirgin hem de çok belirgin olabiliyor?

 

3. Alıntı:

 

“Ölülerin yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine, derinlik ve mekân duygusuna sahip:”

 

Veba salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı. (s. 470)”

 

 

Barış Özkul amma övmüş ha; ayrıntı titizliği, derinlik ve mekân duygusu… insanın içinden bana da, bana da diyesi geliyor. Acaba burada delik büyük yama küçük deyimini kullansam mı? Tam yeri değil galiba. Dur bakalım. Birinci cümlede Müslüman ölüleri derken ismin belirtme hali –i takısını atarsak yani sözcüğü yalın halde yazarsak anlam yerine oturuyor. Bunu test etmek gayet kolay: ‘Müslüman ölüleri… yıkanırdı’ değil, ‘Müslüman ölüler… yıkanırdı.’ İkinci cümlede bir bez mi var iki bez mi insanın kafası karışıyor. Aynı cümlede tümleç uyuşmazlığı: sırasıyla abdest aldırmak ve bezle silmek eylemlerinin nesnesi ölüler, birincide yönelme halinde (ölülere) ikincide belirtme halinde (ölüleri) olmalıydı. Üçüncü cümlede bol su dökerek yerine bol suyla demesi yeterliydi, hepimiz yer çekimini biliyoruz. Ölüleri demesine de gerek yok, bir önceki cümleden neyin yıkandığını biliyoruz.  Dördüncü cümlede ölü sözcüğü kadınlardan söz ederken birden ceset oluyor. Ceset sözcüğünün ölüyle aramızdaki mesafeyi artıran, fazladan irite edici bir tınısı var, hatta ölümü kriminalize edici. Bununla birlikte Orhan Pamuk’un cinsiyetçi bir tutumla bu sözcüğü seçtiğini sanmıyorum. Tabi belli olmaz her erkekte cinsiyetçilik bir yerden patlak verebilir. Eee bilinçdışının ipiyle kuyuya inilmez. Ama ben daha kötüsünü söyleyeceğim, eş anlamlı sözcük cümlenin anlamını pekiştirmiyor, veya başka bir anlam üretmiyorsa anlam yazarın içinde bulunduğu ikileme kayar. Bu biraz hem filmi hem de kamera arkasını izlemek gibidir.