Biraz önce haftalık Birikim’de Barış Özkul’un Veba Geceleri üzerine yazısını gördüm. Barış Özkul’un Orhan Pamuk’un kitabından övgü dolu sözlerle alıntıladığı pasajları okuyunca bu ne dedim. Kör kör parmağım gözüne anlam hatalarıyla ve anlatım bozukluklarıyla dolu bu cümleleri alıntılarken Barış Özkul parodi mi yapıyordu acaba? Sonuna kadar devam ettim, yoo adam gayet normal övüyordu işte. Baştan söyleyeyim bu bir roman eleştirisi değil, bol keseden atmış bir övgücü eleştirisi. Bu sırada övgünün yücelttiği romanın bu pasajlarla ortaya çıkan "değersizliği" sadece bir yan etki, benim hiçbir kabahatim yok, dediğim gibi pasajlar Barış Özkul'un alıntıları. Diyelim bu romanı baskıdan önce ben redakte ediyorum ve ilgili pasajlar için notlarımı aldım Orhan Pamuk'a yeniden yazması için geri gönderdim. Roman bu işlemle değerinden hiçbir şey kaybetmezdi. Ama Barış Özkul gibi bir okuyucunun etkilenme halleriyle ilgili pasajları kaleme alan yazarın okuyucusunu etkileme halleri arasında birbirine geçişli özdeşe yakın bir ruh hali olsa gerek. Bunu ne yapacağız?.. Bu arada ‘kör kör parmağım gözüne’ deyimini hayatımda ilk kez kullanıyorum, birazdan ‘delik büyük yama küçük’ deyimini de kullanacağım hayırlısıyla.
Gelelim
alıntılara.
1.Alıntı: "Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:"
“Tuhaf rüyalar
ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan
balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere
bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı,
bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne
ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir
duruyordu." (s. 27)
Tuhaf rüyalar
ve kâbuslar… kâbus da rüyadır. Orhan Pamuk ne kadar farklı sözcük kullanırsa
anlatmak istediğine o kadar çabuk erişeceği gibi tuhaf bir inanç taşıyor. Tabi
bunun belâgat saplantısıyla yakın bir ilgisi var. Orhan Pamuk’un aynı
sözcükleri kullanmaktan kaçınma titizliği beni soğutan unsurlardan sadece bir tanesi.
Bir sözcük (veya betimleme) yetmezse anlattığın duruma diğer sözcüğü eklesen bile anlam zenginleşiyor mu? Ya da bu farklı sözcükler bize kendi anlam
farklılıklarını mı iletiyor? ‘Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan
şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu.’ Cümlenin çok basit bir kuruluş imkânı
var: ‘Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan fareler gülleri kemirip
parçalıyordu.’ Ya da ‘Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan fareler
şeytanlara dönüşüyor, gülleri kemirip parçalıyordu.’ Farenin somut varlığıyla
onun birden şeytan imgesine bürünmesi hayal gücümüze eziyet, bu bir yana aslında
hayal gücümüzde bir değişiklik de yaratmıyor, sadece tınısı farklı olan
sözcükleri takip ediyoruz. Ayrıca güller kemirilir, parçalanmaz. Sözcükler,
sözcükler… nasılsa maliyeti yok harca bakalım. Bir kuyunun çıkrığı, bir
değirmen döner, doğru. İkisini de görmüş biri olarak tanıklık ediyorum. Ama
açık bir kapı nasıl döner? Tamam böyle bir istisna olabilir, ama bunun için bu
durumu yan cümle olmaktan kurtarman gerekir. Anlam özerk olmalı! ‘Sanki
güneşten yüzüne ter damlıyordu.’ Bak bu güzel, hatta şairane. Ama burada da bir dil
bilgisi sorunu var. Orhan Pamuk, mecazi anlamda güneşten değil yıldız olan
Güneş’ten söz ediyor, büyük harfle yazılır. ‘İçi sıkışıyor,’ bu memlekette
insanın içi sıkışmaz içi daralır…
“Kolağası/komutan
Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla
masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:”
“Komutan askerî
kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde
çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin
önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan
Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle
soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan
biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü
kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında
kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)”
Barış Özkul bu
sahneye kusursuz demiş, bakalım kusursuz mu?
Komutan askeri
kıyafetlerini giyerken çizmesini de giyer. Çünkü çizme de askeri kıyafetin bir
parçasıdır. Söz konusu olan bedenin mevsime göre değişen ihtiyacı değil asker
olmanın gereğidir. İkinci cümlede savaşma azmi kime ait, kıyafete mi Komutan’a
mı? Elbette Orhan Pamuk’un ne demek istediğini anlıyorum, ama okuyucuda
varsaydığı bu idrakın birazını da Doktor Nuri’ye vermeliydi. Doktor Nuri’nin
içinden geçenler gramer hatasıyla oluşan bir ruh haline götürmez bizi. James
Wood serbest dolaylı anlatım der bu tekniğe, kahraman yazarın ifadesinden
kurtulmuştur ama bunu kimin yazdığını bilirim… Alnı terliydi değil, terliydi... sadece bu; kıyafetlerini giydiğine göre ter başka nerede görünür? Tıraş edildiği için değil tıraş
olduğu için kafasını oynatamayan biri gibi... devamında kendilerini gözleriyle
takip ediyorsa ve boynuyla ilgili benzetmeyi yapabiliyorsa anlatıcı bunu zaten
fark etmiş demektir. Yoksa anlam fark ettiğini fark etti gibi bir totolojiye
varıyor. ‘Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti.’ Yukarıdaki
benzetmeyi içinden geçiriyorsa bu kendiliğinden olamaz değil mi? Kâmil’in
boynunun sağ tarafında KOCAMAN bir veba hıyarcığı çıktıysa nasıl oluyor da bu
hem belirgin hem de çok belirgin olabiliyor?
3. Alıntı:
“Ölülerin
yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine,
derinlik ve mekân duygusuna sahip:”
“Veba
salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa
Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam
tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek
abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı
sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su
dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye
birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı.
(s. 470)”
Barış Özkul amma övmüş ha; ayrıntı titizliği, derinlik ve mekân duygusu… insanın içinden bana da, bana da diyesi geliyor. Acaba burada delik büyük yama küçük deyimini kullansam mı? Tam yeri değil galiba. Dur bakalım. Birinci cümlede Müslüman ölüleri derken ismin belirtme hali –i takısını atarsak yani sözcüğü yalın halde yazarsak anlam yerine oturuyor. Bunu test etmek gayet kolay: ‘Müslüman ölüleri… yıkanırdı’ değil, ‘Müslüman ölüler… yıkanırdı.’ İkinci cümlede bir bez mi var iki bez mi insanın kafası karışıyor. Aynı cümlede tümleç uyuşmazlığı: sırasıyla abdest aldırmak ve bezle silmek eylemlerinin nesnesi ölüler, birincide yönelme halinde (ölülere) ikincide belirtme halinde (ölüleri) olmalıydı. Üçüncü cümlede bol su dökerek yerine bol suyla demesi yeterliydi, hepimiz yer çekimini biliyoruz. Ölüleri demesine de gerek yok, bir önceki cümleden neyin yıkandığını biliyoruz. Dördüncü cümlede ölü sözcüğü kadınlardan söz ederken birden ceset oluyor. Ceset sözcüğünün ölüyle aramızdaki mesafeyi artıran, fazladan irite edici bir tınısı var, hatta ölümü kriminalize edici. Bununla birlikte Orhan Pamuk’un cinsiyetçi bir tutumla bu sözcüğü seçtiğini sanmıyorum. Tabi belli olmaz her erkekte cinsiyetçilik bir yerden patlak verebilir. Eee bilinçdışının ipiyle kuyuya inilmez. Ama ben daha kötüsünü söyleyeceğim, eş anlamlı sözcük cümlenin anlamını pekiştirmiyor, veya başka bir anlam üretmiyorsa anlam yazarın içinde bulunduğu ikileme kayar. Bu biraz hem filmi hem de kamera arkasını izlemek gibidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder