24 Ocak 2018 Çarşamba

Takip

                                                    Sema Özcan


Cam tarafında ve vapurun pruva yönünde oturdum. Nerden baksan yirmi, yirmi beş dakikalık mutluluk. Dışarıda korkuluklara tutunmuş yağmur damlaları; düşmüyorlar da.

İleride, orta kanepede yüzü bana dönük sakallı genç bir adam. Kitap okuyor. Saçları uzun, keçeleşmiş. Ne okuyor acaba? Kitap eski, sahaftan almış olabilir, ya da bir arkadaşından. Kitabın kapağını bükmüş, kitaplığı olan birine benzemiyor. Düzenli bir hayatı yok, giyimi derbeder zaten. Vapur hareket ederken yanına cep telefonuyla oynayan genç bir kız geldi, biraz ayakta durdu, öbür başa oturdu. Adam bakmadı, bütün dikkati kitapta… sıkı okuyucu. Birbiriyle ilgisi olmayan iki kişi. Yok öyle demeyeyim, bir ilgi var da, ne? Sanki aynı anda yüzlerini birbirlerine dönseler gülerek selamlaşacaklar. Bu ilgiyi kıyafetlerinden kurdum; ikisi de salaş şeyler giymişler, ikisi de zayıf, aynı mutfaktan besleniyorlarmış gibi… ve ikisinin de insanlar dikkatini çekmiyor. Ara ara bakıyorum onlara, sonra Galata Kulesi’ne baktım, Liman İşletmesine, restore edilen Yeni Cami’ye…

İki koltuk ötemde oturan bir kadın, gülüşüyle birden gözümün önünde belirdi. Nasıl oldu bu? Elinde cep telefonuna bakarak gülüyordu. Bir şeyler yazdı, çenesini kaldırarak camdan dışarı baktı, yüzündeki gülümseme kaybolmamıştı. Onu izlerken sanıyorum aynı gülümseme benim yüzüme de yayıldı. Kadın tekrar telefona baktı, güldü. Sesi bana ulaşmadı ama hapşırır gibi güldü. Eliyle ağzını kapattı, cep telefonunu göğsüne bastırarak bir beş saniye dışarı baktı. Şimdi hüzün vardı yüzünde. Gülüşten hüzne abartısız geçen bir yüz. Sema Özcan yüzü. Bir şeyler yazdı. Sevgilisiyle yazışıyor dedim. Bu tahminim onu izlemek için daha da kışkırttı beni. Utandırmamalıyım dedim. Pardon, pardon; utanmayayım demek istedim, izlediğimi görmemeli. Bakışımı kaçırmak için orta kanepedeki adam iyi bir hedefti.

Genç adam öne iki büklüm olmuş, gözünü kitaba iyice yanaştırmıştı şimdi.

Korkuluklara baktım, damlalar hâlâ yerinde. Kız Kulesi’ni, Selimiye Kışlası’nı gördüm.

Kadın kollarını göğsünde kavuşturmuştu, yüzü pencereye dönüktü; ayağında botları, siyah dar pantolonu düzgün bacaklarını sıkıca sarmış; arada derin nefes alıyordu, sanki içinde kıpır kıpır eden bir şeyleri yatıştırıyordu. Güzel kadın… bunu söylemek için geç kaldım.

Kitap okuyan adam doğruldu, kitabı yanına bıraktı, kolları yukarıda, ellerini kenetleyerek gerindi, ayağa kalktı sağa sola bir daha gerindi ve gerindi, öbür baştaki kızla bakıştı kafasını salladı, kanepenin arkasından gitarı alırken pantolonu belinden aşağı kaydı, nasıl diyeyim ağır bir hastalıktan kurtulmuş da eski giysileri bol geliyormuş gibi. Kız da hazırlandı, bir mikrofon çıkardı. Adam gitar çaldı… aslında melodik çalmıyordu, akor basıyordu, bezgindi. Bütün hüner kızda; kız gözlerini kapadı, İngilizce bir şarkı söylemeye başladı. Herkes yavaşça ona döndü, yüzlerde memnuniyet. Amaç birliği olmayan kalabalıklarda bu memnuniyet birliği her zaman görülmez. Kısmet. Sevgilisiyle yazışan kadın cep telefonuna bakıp gülüyordu hâlâ… Şarkı bitince insanlar genç kızı ve adamı alkışladılar. Adamla kız ilk kez birbirlerine bakıp gülümsediler, tam o anda ben de alkışladım.

Siyami Ersek Hastanesi yazısını okudum, Ofis Çiftçinin Kara Gün Dostudur yazısını (yazının hepsi okunmasa da orada olduğunu biliyordum). Vapur iskeleye yanaştı. Cebimden iki lira çıkardım. Parayı gitar kutusuna atacakken bir lirayı elimde tuttum, diğerini attım. O anda neden cimrileştim? Sanıyorum gülümseyen kadının benim hemen önümde bir lira attığını gördüğüm için. Bu aynı çıkış kapısına yönelmek gibi bir şeydi, sosyal bir davranış yani. Kadını takip ettim. Telâşlıydı, insanları geçmeye çalışmıyordu ama devamlı ayaklarının ucunda yükselerek ileri bakıyordu. Sağ tarafa çekildi, ileri sabit bakarak koşar gibi yaptı, koştukça açılıp kapanan uzun yırtmaçlı kazağın altında kalçasını izledim. Sevgilisine koşuyor, biraz önce kendisini güldüren adama. Adam onu fark ediyor, açık demir kapının yanında. Sarılıyorlar, yanak yanağa öpüşüyorlar, son öpüş dudağın kıyısından; bu öpüş güldürüyor onları, bir kez daha sarılıyorlar, daha güçlü daha kısa. Rıhtım boyunca yürüyorum, birkaç adım sonra duruyorum, geri dönüp onları arıyorum... hah gördüm. Moda tarafına yürüyorlar. Ben de peşlerinden. Kadın, bastığı bir parke taşının boşluklarından fışkıran çamurlu su pantolonunu ıslatınca duruyor, ‘hay Allah!’ diyor -bu kadarını duydum- çantasından çıkardığı mendille paçalarını siliyor... Bir sigara yakıyor. Adam beş metre kadar ilerisinde elleri cebinde yürüyor. Arada dönüp kadına gülümsüyor. Yan yana gelmek için kadını beklemiyor. Neden ki? Aralarındaki mesafe kasıtlı. Yasak aşk! Birlikte görünmekten korkuyorlar.

Biraz daha geride kaldım. On dakika yürüdükten sonra adam solda bir kafeye saptı. Kafenin önünde durdu, sonra bir garsonun nezaretinde kadınla içeri girdiler.

Birini takip etmenin ahlaki kefaretini bakışlar öder. Birine bakarsınız, sonra başka birine bakarsınız, göz göze gelme süresinin kaygısıyla dikkatinizin dağılma süresi eşitlenir. Bir bakış ritmi yaratır bu. Takip bakışının ortalama bir süresi vardır, hesaplamış olsam kalabalıklarda on saniyeyi geçmez herhalde. Ama hayatın sizi zenginleştirmesini, başınızdan bir şey geçmesini istiyorsanız takip süresini artırmanız ve takip ettiğiniz kişi sayısını sınırlamanız gerekiyor. Bir yankesici gibi avını takip etmek… yankesici cüzdan çalar, ben öykü çalacaktım. Ne zamandır yapıyorum bunu, tanımadığım insanların öyküsünü biriktiriyorum; ne demezsiniz belki tüm kentin öyküsü çıkacak ortaya…

Kadın sigara içilen bölüme geçelim dedi. Deniz tarafında bir masaya oturdular. Ben sigara içilmeyen bölüme onları görebileceğim bir masaya. Adamın sırtı dönük, kadın karşımda. Kadının bütün dikkati adamda. Gözü başkasını görmüyor denir ya öyle.  Beni görmeyeceğinden eminim. Ben bunu İstanbul’a gelişlerimden birinde ilk gençliğimde Topkapı Sarayı’nı gezerken fark ettim. Turist bir kız görmüştüm, mini etekli, alabildiğine güzel. Yanındaki adamla el ele sarmaş dolaş gezerken bakışı adamın yüzünden hiç ayrılmıyordu, coşku dolu esrimiş bir bakış; adam konuşuyordu kız sadece ona bakıyordu, vecd hali. Kimin, kızın mı benim mi? Bilmiyorum ama, bu hali benim kızı rahatça izlememin güvencesiydi. O günkü Topkapı sarayı gezisinden aklımda kalan sadece Kaşıkçı Elması ile Hz. Ali’nin kılıcıydı… Garson geldi, çay söyledim.

Sırayla bir adam konuşuyordu, bir kadın; gülüyorlardı. Sonra masanın altından el ele tutuştular. Garson onlara çay ve tost getirdi. Çaylarını tazelediler. Kadın iki sigara içti. Adam kadının elini kaldırdı, öptü, bir şey söyledi, kadının yüzü kızardı. Kadın pencereye baktı, kararsızlık, utanç karışımı ayartıcı bir şey... tekrar adama baktı gülümsedi, yüzündeki kızartı geçmemişti. Toparlanıp kalktılar, ben de peşlerinden.

Yine adam önde kadın arkada yürüdüler. Adam daha az geriye bakıyordu. Yeşil ışık kırmızıya dönmüşken adam karşıya geçti, kadın kaldırımda kaldı. Ben de. Yeşil yanınca kadının ardından yürüdüm. Her birimizin arasında onar metre mesafe. Kâmil Koç’un önüne geldiğimizde kadın telefonla biriyle konuştu, sorar bir haldeydi, yüzü asık. Sonra telefonu aşağı indirdi tekrar kulağına getirdi, adam da telefonu kulağına getirdi. İkisi de durdu. Adam geri dönerek kadının yanına geldi. Yakından gördüm ikisinin de yüzü düşmüştü. Kadın bir şeyler söyledi, geldikleri yoldan geri döndüler. Yine yan yana yürümüyorlardı ama aralarındaki mesafe daha kısaydı. Eminönü Vapur İskelesi’nin önünde buluştular, kalkmak üzere olan vapura koştular, yetiştiler. Ben yetişemedim.

Hicaz paklar beni…







14 Ocak 2018 Pazar

Özel Hayat ve Sırlar



L’amant Double (2017), Yön. François Ozon

Chloe: Paul…
Paul   : Efendim.
Chloe: Benden sır saklamayacağına söz verir misin?
Paul   : Sen de özel eşyalarımı karıştırmayacağına söz verir misin?
Chloe: Söz.

Önce bir şaşkınlık nöbeti.
   
Kalktım filmi dondurdum, aynı sahneyi yeniden izledim.

Hemen görülüyordur, birbirini dışlayan iki ilke var burada.  Ama asıl tuhaflık meselenin tatlıya bağlanmasında. Nasıl diyeyim beynime işleyen bu tuhaflık beni filmden alıkoydu… Bu diyalog bir anlam bütünlüğü de sunuyor. Birbirini dışlayan iki ilkeyi barındırmasına rağmen böyle. Dikkatimi ilk başta çelişki çekse de bundan çabuk vazgeçtim. Asıl sorun uzlaşmadaydı. Bir tarafın diğer tarafa verdiği tavizle ya da ödeşmeyle gerçekleşen uzlaşma değildi bu.

Tek tek bakınca kavramlar montaj gibi. Bir anlaşma sözü nasıl oluyor da bu kadar aksi kavramı uyumlu biçimde bir araya getiriyor, dedim. Senaryo hatası mı bu? Hayır, insanlar gerçek hayatta da böyle uzlaşıyorlardı. Ama gerçek hayatta bu ilkeler anlaşma zemininde birbiri peşi sıra söylenmediği için sırıtmıyordu. Kavramları çatısından sökünce daha da tuhaf oldum: Sır ve sır saklamak; özel eşya ve özel eşyaları karıştırmamak; tarafların sır saklamayacağına ve özel eşyaları karıştırmayacağına söz vermeleri... Hırsızla polisin şöyle uzlaştığını düşünün. Hırsız bir şey çalmayacağına söz veriyor. Buna karşı polis de onun üzerini aramayacağına. Söz vermek iki ahlaki ilkenin çiğnenme olasılığının üzerinde bir örtü görevi görüyor. Tek bir yorumla kapatılacak konu değil. Bu diyalog rahatımı kaçırmasa iyiydi.  

Taraflardan her biri sır saklamayacağım, söz veriyorum; özel eşyanı karıştırmayacağım, söz veriyorum; derken kabahati sadece kendiyle sınırlamıyor, sözü her iki tarafı da bağlayan ilke haline getiriyor. İki sevgili bu ilkeleri kendileri icat etmediler, dışarıdan, sosyal yaşamdan devraldılar. İlkeleri art arda dillendiriyorlar: Sevgililer birbirlerine karşı sır saklamamalılar ve daha genel anlamda insanlar birbirlerinin özel eşyalarını karıştırmamalılar. Sosyal sözleşme. Burada genel insanlar arası ilişkiyi düzenleyen özel eşyanın karıştırılmaması ilkesiyle; iki insanın çok daha dar ilişkisinde, birbirlerine açık olması ilkesi yan yana kediyle köpek gibi. Yine de her iki tarafı da incitmeyecek bir sözleşme ortaya çıkmış. Nasıl oluyor bu? Olgunun bu soruyu hak ettiğini teslim etmemiz gerek. Çünkü ufak bir değişiklikle olgu bu soruyu baştan berhava edebilirdi. Şöyle:

-Sır saklamayacağım, söz veriyorum.
-Özel eşyam olmayacak, söz veriyorum.

Ama insanların özel eşyaları var. Üstelik bu özel eşyalar özel hayatlar üzerinde kurucu rol oynadığı için varlar ve tarihsel bir değere de sahipler. Yani özel hayatın bir meta olarak tarihi; tarihte satın aldıkça sahip olabildiğin bir değişkenlik süreci. Ne kadar özel eşyan olursa özel hayatını o kadar takviye ediyorsun. Tabi  bedenin cinsel varlığıyla cisimlenen mahremiyeti özel yaşamdan ayrı tutuyoruz. Karıştırmayalım. Cep telefonu, mektup, fotoğraf albümü, cüzdan, günlük, gardırop, komodin, kendine ait oda, çekmece… bunlar hep özel eşyalar. İki örnekle ne demek istediğimi daha iyi anlatacağım sanıyorum. Geçtiğimiz yüzyıllarda sevgililer arası mektup taşıyan hizmetçiler olurdu. Hizmetçileri özel yaşamın dışında tutan güvence iki kanaldan da gelebilirdi: ya okuma yazma bilmezlerdi ya da onların başkasına verecekleri haberin alt sınıf oldukları için bir sır değeri yoktu. Şimdi iki sevgili aracısız mesajlaşabiliyor. Zarfın kapağını yapıştıran zamkın yerini özel şifre aldı. Şifreyle korunan e mail özel yaşamı diğerine men etmiyor sadece, ulaşılmaz da kılıyor. Yani böyle bir koruma özel yaşamı başka bir boyutta yeniden kurarak teşvik ediyor. Diğer örneğim komodin. Eskiden hacetin yapıldığı lazımlığın saklandığı yer. Komodin o haliyle daha çok mahremiyeti çağrıştıran bir eşyayken günümüzde bir yatak odası bileşeni, özel eşyaların konulduğu yer. Komodinin, gardırobun, şifonyerin varsa yatak odasını misafirine gösterebilirsin, öbür türlüsü zor.

Özel eşyaları karıştırmamak: Diğerinin bakışından kaçırdığımız nüveler. İçleri bilgi dolu. Bu bilgiler sadece bana ait olmayabilir. Ama özel eşya bunları “özel” kılarak mimliyor. Bu eşyalar ortada olsa bile içine bakmaya çalışan açısından sakıncalı. Bu gizliliğin etkisi bulaşıcıdır, özel eşyayı karıştıranın beden dilini de biçimlendirir; özel eşya bilinen formuyla kendini sakınırken, özel eşyayı karıştıran da bedenini sakınır. Güvenmeyen tarafta olmayı hak etmek için güvenilmeyenin açığını aramanın tekinsiz macerası diyelim. Onunlayken imtina ettiğiniz şey, onsuz ihlal ettiğiniz şey. Özel eşya ille de bir sır saklıyor anlamına gelmez tabi. Ama böyle bir olasılık diğerine karşı sizi saygı konumunda tutuyor. Onun sırrı olabileceğine dair saygı. Erkek kadından özel eşyalarını karıştırmayacağına dair sözü alınca kendisinin sır saklamayacağına dair sözünü otomatikman çiğneyebileceğini garanti altına almış görünüyor. Bu gizli avantaj hiç de stabil değil oysa, kadının lehine de çevrilebilir. Çünkü özel eşyaların çeşitliği sır imkânımızı da çoğaltıyor. Sır saklamaya niyetimiz olmasa bile eşyanın tabiatı gereği özel olan bize kendi yasasını dayatır. Tek kişilik sır, daha sır olduğu bile belli değilken özel eşya sayesinde ortalığa gizemli bir enerji yayıyor. 

Şöyle diyebiliriz, eskiden daha az sırlarımız vardı. Belki ama şunu demek daha akla yatkın: eskiden farklı bir sır kavramımız vardı. Ama kavramın tözünden uzaklaşmamaya da ihtiyacımız var, şimdi tam da şu soruyu sormanın sırası: İnsan neden sır saklar? Utandığı için, kendini aşağıladığı için, zayıf düşeceği için, suçlu olduğu için vb. Tüm bunların ötesinde sır bize kişilik kazandırdığı için. Evet kişilik. Sır saklamamak, sırrı yaratan bu unsurların olmayacağı anlamına gelmiyor (yoksa sır olmazdı; sır vuzuhla karşıtlık içinde kendini kronik biçimde saklayan bir ketumluğun enerjisine yazgılı) ama sırrı açıklamak bu duygular üzerinde bana bir kontrol yetkisi tanıdığı için saf halini otomatikman yitiriyor. Bu yüzden itirafla sırrı açıklamak birbirine karıştırılır. İnsan itiraf ederken sırrı üzerinde bir hesap yapıyor. Olumsuzlanmaktan kendimi nasıl kurtulabilirim? Sanat ikame araçlarla bize bunu sağlıyor. Ama söz diplomasiden uzak amiyane haliyle bunu nasıl yapabilir? Bir de şu açıdan bakalım: sır gerçekte saklanan şey değil de semptomsa ne yapacağız? Freud’dan beri insanın sırrı mırrı kalmadı. Elimizde psikanalizin sunduğu olanaklar var. İki aşamalı bir sır süreci. Sır, hastanın anlattığı şey değil, hastanın anlattıkları karşısında psikanalistten talep ettiği şeydir. Hasta psikanaliste kendisine sırdaş olması için gitmez. Tamam birtakım sırlarını döker, ama kendisi için de bir sır olan durum vardır ortada, psikanalistten bunun açıklığa kavuşturulmasını ister. Psikanalizin bu ikinci safhasında hadi sırlarını bana anlat diyen hastadır. Sır var ama bu sırrın ne anlama geldiği daha gizemli bir sırdır!

Biraz da totolojiye dikkat çekmek istiyorum.

Sır: Saklanan bir şey.
Sır saklamamak: Saklanan bir şeyin saklanmaması. Yani senden bir şey saklamamam için önce onun bir sır olması gerek. Ama sakladığım için sır oluyor, sır olduğu için saklamıyorum. Öyleyse sır açıklamayla senkronize olamadığı için hep var. Sır anlamını, sadece saklı olmasıyla değil kendini açığa çıkarırken de kuruyor. Sır saklamamam benim hakkımda her şeyi bilme merakına cevaz veren bir şeffaflıkta olmalı. Diğer taraftan merakın durduk yerde ürettiği bir sırdan da söz ediyoruz. Sır saklamamak deyimi gerçek anlamına ‘sır’ sözcüğünden muaf biçimde kavuşacakken bize fuzuli bir tekrarın içinden sesleniyor. Neden yapıyor bunu?

Valencia- Barcelona maçında (26.11.2017) Messi’nin şutu top kale çizgisini geçtiği halde hakemin oyunu devam ettirmesi spikere şöyle bir cümle kurdurmuştu: “Hakem golü vermedi.” Gol ancak hakemin kararıyla gol olurken bu nasıl bir dil?..  Spikerin verilmeyen ‘gol’den kastettiği neydi? Hakemin dışında ahretlik bir gol kavramına mı sahiptik? Değiliz ama sözcükler bizi oraya yönlendiriyor. Hakemin hata yapabileceğini, hatta kasten yapabileceğini söylesek bile gol ancak skora yansıyınca gol olur.  'Goldü ama gol değildi.'

Deyimimize dönelim. Sır saklamazken sırdı. Aynı şekilde sır saklamamak derken karşısında kendimizi hizaya sokacağımız üst bir “sır” kavramından mı direktif alıyorduk? Adı geçen durum sırra değil de şeffaflığa ilişkin bir vurgulama olamaz mı? Sana karşı açık olacağım, sır saklamayacağım… Totoloji anlamı pekiştiren vurgu gibi görünse de aldanmayalım. Henüz o aşamaya varmadık. Dikiz aynasına bakıp arkasını kollayan sürücünün gördüklerinden emin olmak için geri dönerek tekrar bakması arasında bir bölünme oluşur ya; sanki ikinci benlik birinci benliği onaylar gibi. Bu durum, güven farkına tekabül eder. Totoloji (burada tekrar diyebiliriz) bu güven açığını kapatır. Kapatır derken sözcükler bir dolgu malzemesi işlevi görmezler, algı yanılsaması yaratırlar.

Sır saklamamak deyimi bir sırrı açığa vurmadığı halde salt söylenişiyle edimsöz haline geliyor. Bak şimdi sırrımı açıklıyorum sözünün tersi. Duyduklarını daha önce kendime saklamıştım, duydukların önemli çünkü daha önce sırdı (senden saklamıştım). Sır saklamayacağım çünkü aramızda sır da olmayacak. Sır içeriğini berhava ederken olmamasıyla da bir vaade dönüşüyor. Ama sözcüğü var. Yokken bile var. Tıpkı özür dileyerek hatamı nesnel olarak telafi etmediğim halde, salt bu sözle boyun eğişimin karşı tarafı teskin etmeye yetmesi gibi. Edimsöz. Sadece söz kendini gerçekleştiriyor. Sır saklamayacağıma söz veriyorum. Ama sır benim elimde değil…

Buraya kadar yazdıklarımın popüler deyişle siyasi ayağı eksik kaldı. Aslında hukuk felsefesine ilişkin ayağı. Özel yaşamın korunumu kanunuyla suç saklanabilir mi? Mesela Alfred Hitchcock’un Arka Pencere (1954) filminde özel yaşamı röntgenleyerek ihlal eden James Stewart komşusu katili başka ne türlü ele verebilirdi?

Muktedir politikacılar bizden özel eşyalarımı karıştırma (mesela telefon dinleme) diye söz istiyorlar (aslında bunun için yasa çıkarıyorlar) ve yanındakilere sırdaşlık payı veriyorlar…

Arka Pencere filminin başlangıcında yer alan bir sahneyle bitireyim: Bir kadın masasını mum ışıklarıyla donatmış, sanki bir misafir bekliyormuş gibi. Ve sanki kapı çalınmış gibi seğirtiyor, misafirini karşılıyor. Ama görünürde misafir yok. Kadın varmışçasına onunla konuşuyor, onun şarap kadehini dolduruyor, sanki o karşısındaymış gibi kadehini kaldırıyor. ‘Yalnız Kalp.’ Kadının marazi olanı görmemizi sağlayan bir hata yaptığını düşünelim; yani kapı çalınmış gibi sevinçle koşup da misafiri gelmiş gibi sırtı dönük konuştuğu ve tam misafiri varsa bile görünmeyeceği kör noktadayken perdeyi kapamayı unuttuğu anı. Kadın yalnız ama bize göstermek istediği yalnızlığın aldığı bu marazi boyut değil. Kadın bize yalnız olmadığını, bir sevgilisi olduğunu ve mutlu olduğunu göstermek istiyor. Onun perdelerinin açıklığının anlamı bu. Ama onun maraziliğini anlamamızı sağlayan şey de bu açıklık. Yani onu normal insanlardan ayıran şey perdeleri gerektiği yerde kapatmaması değil mi?..






5 Ocak 2018 Cuma

Maçoluk


MAÇOLUK
Maçoluk erkek hakimiyetinin güçlü olduğu geçtiğimiz yüzyılların değil yaşadığımız çağın ürünü. Erkeklik tehlikeye girdiği sırada oluşan bir tepki biçimi. Ama kadınlara değil daha çok kadınlarla denklik kuran erkeklere tepki.

FARK ve TEKRAR
Deleuze Fark ve Tekrar’ın şimdiye kadar okuduğum sayfalarında dille ilgili bir kullanışlılığı atlamış görünüyor. Her nesnel farka ilişkin kavramımız olsaydı konuşamazdık. Konuşma zaten kavramların bizi içine hapsettiği farksızlıktan kurtulma çabası olmalı. Her defasında değişen nesnel gerçekliğe ters orantılı kısıtlı sözcükle... entelektüel çaba bu mutlak kısıtlı sözcük dağarcığıyla yeni durumu anlatabilme çabası değil mi?

İSYAN
M. Hanım sanki bir yakınının ölüm haberini almış gibi birden ‘İsyan’ şarkısını söylemeye başladı. Gözlerini kıstı, şarkının ritmine uygun kafasını salladı, ‘İsyan!’ derken epilepsi nöbeti geçiriyordu. ‘İsyan’ın şarkı formatında olduğu bu durumla, gerçekten içinde bir isyankâr duygu varsa bile onu zararsızlaştırması arasında gittikçe uysallaşan bir kararsızlıktı benim gördüğüm.  Yani ‘İsyan’ şarkısı da sistemin ritüellerinden biriydi.

FACEBOOK YALNIZLIĞI
Ankara’da vaktiyle kısa süreli bir yalnızlık yaşamıştım: Mutlak yalnızlık; yanına gidilecek kimse yok, aranacak kimse yok. İşin kötüsü para da yok. Aç kaldım. Kelimenin gerçek anlamıyla aç. Bunun dünyaya küskünlüğümle bağdaşması ayrı bir konu. Gariptir ki, bu sırada posta kutuma gelen elektrik, su, telefon faturası görünce seviniyordum. Ödenmesi gereken bir meblağ ifade ettiği için değil tabi; kendimle ilgili bir enformasyon aldığım için. Biri beni takip ediyordu; şu kadar su harcamışsın, şu kadar konuşmuşsun. Şimdi facebook bana geçen yıl şunu paylaşmışsın, şununla arkadaş olmuşsun gibi iletiler gönderiyor. Bizim yalnızlığımıza seslenmiyor sadece; yalnızlığımızı ham madde gibi bizden alıyor, ondan konformizm yaratarak bize iade ediyor.

SEVİMLİ YALAN
Bana yalan söylüyordu ama doğrusunu anlayacağım bir imayla. Bu hali doğru söylemesinden daha çekici geliyordu bana.

ÜSLUP
Turgenyev platonik aşkı Pauline Viardot’ya bir mektubunda “ Ah mutlu kadın size ne kadar gıpta ediyorum –hayır bu doğru değil, gıpta kötü bir duygudur- sadece keyfinizi paylaşmak istedim,” diye yazıyor. Burada yanlışını düzeltmesi üslup gibi görünüyor. O zamanlar mektubun mürekkeple yazıldığını hatırlayalım, karalama mektup kâğıdında hiç hoş durmazdı. Ama yazıyı bu şekilde düzeltmek yine de bir üslup sayılabilir: hatasını kabul ederek sahiciliği artırmak… Günümüzde dijital yazdığımız halde bu “hata” ne anlama geliyor?

BELLEK
Bir olayı anlatırken bellek hatırlayıcı olmaktan çok yeniden yapılandırıcı bir rol oynar. Anlatım ister istemez bir yapıya kavuşunca bellek bu yapıyı hatırlar. Yaşadığını değil daha önce anlattığını hatırlamak. Kusura bakmayın daha ilerisini söylemek niyetim: Belleğin işlevi hatırlamak değil, diğerinde hatırlanmaktır; söylem böyle kurulur.