Cam tarafında ve vapurun pruva yönünde
oturdum. Nerden baksan yirmi, yirmi beş dakikalık mutluluk. Dışarıda
korkuluklara tutunmuş yağmur damlaları; düşmüyorlar da.
İleride, orta kanepede yüzü bana dönük
sakallı genç bir adam. Kitap okuyor. Saçları uzun, keçeleşmiş. Ne okuyor acaba?
Kitap eski, sahaftan almış olabilir, ya da bir arkadaşından. Kitabın kapağını
bükmüş, kitaplığı olan birine benzemiyor. Düzenli bir hayatı yok, giyimi
derbeder zaten. Vapur hareket ederken yanına cep telefonuyla oynayan genç bir
kız geldi, biraz ayakta durdu, öbür başa oturdu. Adam bakmadı, bütün dikkati
kitapta… sıkı okuyucu. Birbiriyle ilgisi
olmayan iki kişi. Yok öyle demeyeyim, bir ilgi var da, ne? Sanki aynı anda
yüzlerini birbirlerine dönseler gülerek selamlaşacaklar. Bu ilgiyi
kıyafetlerinden kurdum; ikisi de salaş şeyler giymişler, ikisi de zayıf, aynı
mutfaktan besleniyorlarmış gibi… ve ikisinin de insanlar dikkatini çekmiyor.
Ara ara bakıyorum onlara, sonra Galata Kulesi’ne baktım, Liman İşletmesine,
restore edilen Yeni Cami’ye…
İki koltuk ötemde oturan bir kadın, gülüşüyle birden gözümün önünde belirdi. Nasıl oldu bu? Elinde cep telefonuna bakarak gülüyordu. Bir şeyler yazdı, çenesini kaldırarak camdan dışarı baktı, yüzündeki gülümseme kaybolmamıştı. Onu izlerken sanıyorum aynı gülümseme benim yüzüme de yayıldı. Kadın tekrar telefona baktı, güldü. Sesi bana ulaşmadı ama hapşırır gibi güldü. Eliyle ağzını kapattı, cep telefonunu göğsüne bastırarak bir beş saniye dışarı baktı. Şimdi hüzün vardı yüzünde. Gülüşten hüzne abartısız geçen bir yüz. Sema Özcan yüzü. Bir şeyler yazdı. Sevgilisiyle yazışıyor dedim. Bu tahminim onu izlemek için daha da kışkırttı beni. Utandırmamalıyım dedim. Pardon, pardon; utanmayayım demek istedim, izlediğimi görmemeli. Bakışımı kaçırmak için orta kanepedeki adam iyi bir hedefti.
Genç adam öne iki büklüm olmuş, gözünü kitaba iyice yanaştırmıştı şimdi.
Korkuluklara baktım, damlalar hâlâ yerinde. Kız Kulesi’ni, Selimiye Kışlası’nı gördüm.
Kadın kollarını göğsünde kavuşturmuştu, yüzü pencereye dönüktü; ayağında botları, siyah dar pantolonu düzgün bacaklarını sıkıca sarmış; arada derin nefes alıyordu, sanki içinde kıpır kıpır eden bir şeyleri yatıştırıyordu. Güzel kadın… bunu söylemek için geç kaldım.
Kitap okuyan adam doğruldu, kitabı yanına bıraktı, kolları yukarıda, ellerini kenetleyerek gerindi, ayağa kalktı sağa sola bir daha gerindi ve gerindi, öbür baştaki kızla bakıştı kafasını salladı, kanepenin arkasından gitarı alırken pantolonu belinden aşağı kaydı, nasıl diyeyim ağır bir hastalıktan kurtulmuş da eski giysileri bol geliyormuş gibi. Kız da hazırlandı, bir mikrofon çıkardı. Adam gitar çaldı… aslında melodik çalmıyordu, akor basıyordu, bezgindi. Bütün hüner kızda; kız gözlerini kapadı, İngilizce bir şarkı söylemeye başladı. Herkes yavaşça ona döndü, yüzlerde memnuniyet. Amaç birliği olmayan kalabalıklarda bu memnuniyet birliği her zaman görülmez. Kısmet. Sevgilisiyle yazışan kadın cep telefonuna bakıp gülüyordu hâlâ… Şarkı bitince insanlar genç kızı ve adamı alkışladılar. Adamla kız ilk kez birbirlerine bakıp gülümsediler, tam o anda ben de alkışladım.
İki koltuk ötemde oturan bir kadın, gülüşüyle birden gözümün önünde belirdi. Nasıl oldu bu? Elinde cep telefonuna bakarak gülüyordu. Bir şeyler yazdı, çenesini kaldırarak camdan dışarı baktı, yüzündeki gülümseme kaybolmamıştı. Onu izlerken sanıyorum aynı gülümseme benim yüzüme de yayıldı. Kadın tekrar telefona baktı, güldü. Sesi bana ulaşmadı ama hapşırır gibi güldü. Eliyle ağzını kapattı, cep telefonunu göğsüne bastırarak bir beş saniye dışarı baktı. Şimdi hüzün vardı yüzünde. Gülüşten hüzne abartısız geçen bir yüz. Sema Özcan yüzü. Bir şeyler yazdı. Sevgilisiyle yazışıyor dedim. Bu tahminim onu izlemek için daha da kışkırttı beni. Utandırmamalıyım dedim. Pardon, pardon; utanmayayım demek istedim, izlediğimi görmemeli. Bakışımı kaçırmak için orta kanepedeki adam iyi bir hedefti.
Genç adam öne iki büklüm olmuş, gözünü kitaba iyice yanaştırmıştı şimdi.
Korkuluklara baktım, damlalar hâlâ yerinde. Kız Kulesi’ni, Selimiye Kışlası’nı gördüm.
Kadın kollarını göğsünde kavuşturmuştu, yüzü pencereye dönüktü; ayağında botları, siyah dar pantolonu düzgün bacaklarını sıkıca sarmış; arada derin nefes alıyordu, sanki içinde kıpır kıpır eden bir şeyleri yatıştırıyordu. Güzel kadın… bunu söylemek için geç kaldım.
Kitap okuyan adam doğruldu, kitabı yanına bıraktı, kolları yukarıda, ellerini kenetleyerek gerindi, ayağa kalktı sağa sola bir daha gerindi ve gerindi, öbür baştaki kızla bakıştı kafasını salladı, kanepenin arkasından gitarı alırken pantolonu belinden aşağı kaydı, nasıl diyeyim ağır bir hastalıktan kurtulmuş da eski giysileri bol geliyormuş gibi. Kız da hazırlandı, bir mikrofon çıkardı. Adam gitar çaldı… aslında melodik çalmıyordu, akor basıyordu, bezgindi. Bütün hüner kızda; kız gözlerini kapadı, İngilizce bir şarkı söylemeye başladı. Herkes yavaşça ona döndü, yüzlerde memnuniyet. Amaç birliği olmayan kalabalıklarda bu memnuniyet birliği her zaman görülmez. Kısmet. Sevgilisiyle yazışan kadın cep telefonuna bakıp gülüyordu hâlâ… Şarkı bitince insanlar genç kızı ve adamı alkışladılar. Adamla kız ilk kez birbirlerine bakıp gülümsediler, tam o anda ben de alkışladım.
Siyami Ersek Hastanesi yazısını okudum,
Ofis Çiftçinin Kara Gün Dostudur yazısını (yazının hepsi okunmasa da orada
olduğunu biliyordum). Vapur iskeleye yanaştı. Cebimden iki lira çıkardım.
Parayı gitar kutusuna atacakken bir lirayı elimde tuttum, diğerini attım. O
anda neden cimrileştim? Sanıyorum gülümseyen kadının benim hemen önümde bir
lira attığını gördüğüm için. Bu aynı çıkış kapısına yönelmek gibi bir şeydi, sosyal bir
davranış yani. Kadını takip ettim. Telâşlıydı, insanları geçmeye çalışmıyordu ama devamlı ayaklarının ucunda yükselerek ileri bakıyordu. Sağ tarafa çekildi, ileri sabit
bakarak koşar gibi yaptı, koştukça açılıp kapanan uzun yırtmaçlı kazağın altında
kalçasını izledim. Sevgilisine koşuyor, biraz önce kendisini güldüren
adama. Adam onu fark ediyor, açık demir kapının yanında. Sarılıyorlar, yanak yanağa
öpüşüyorlar, son öpüş dudağın kıyısından; bu öpüş güldürüyor onları, bir kez
daha sarılıyorlar, daha güçlü daha kısa. Rıhtım boyunca yürüyorum, birkaç adım
sonra duruyorum, geri dönüp onları arıyorum... hah gördüm. Moda tarafına
yürüyorlar. Ben de peşlerinden. Kadın, bastığı bir parke taşının boşluklarından
fışkıran çamurlu su pantolonunu ıslatınca duruyor, ‘hay Allah!’ diyor -bu
kadarını duydum- çantasından çıkardığı mendille paçalarını siliyor... Bir sigara
yakıyor. Adam beş metre kadar ilerisinde elleri cebinde yürüyor. Arada dönüp
kadına gülümsüyor. Yan yana gelmek için kadını beklemiyor. Neden ki?
Aralarındaki mesafe kasıtlı. Yasak aşk! Birlikte görünmekten korkuyorlar.
Biraz daha geride kaldım. On dakika yürüdükten sonra adam solda bir kafeye saptı. Kafenin önünde durdu, sonra bir garsonun nezaretinde kadınla içeri girdiler.
Biraz daha geride kaldım. On dakika yürüdükten sonra adam solda bir kafeye saptı. Kafenin önünde durdu, sonra bir garsonun nezaretinde kadınla içeri girdiler.
Birini takip etmenin ahlaki kefaretini
bakışlar öder. Birine bakarsınız, sonra başka birine bakarsınız, göz göze gelme
süresinin kaygısıyla dikkatinizin dağılma süresi eşitlenir. Bir bakış ritmi
yaratır bu. Takip bakışının ortalama bir süresi vardır, hesaplamış olsam
kalabalıklarda on saniyeyi geçmez herhalde. Ama hayatın sizi zenginleştirmesini,
başınızdan bir şey geçmesini istiyorsanız takip süresini artırmanız ve takip
ettiğiniz kişi sayısını sınırlamanız gerekiyor. Bir yankesici gibi avını takip
etmek… yankesici cüzdan çalar, ben öykü çalacaktım. Ne zamandır yapıyorum bunu,
tanımadığım insanların öyküsünü biriktiriyorum; ne demezsiniz belki tüm kentin
öyküsü çıkacak ortaya…
Kadın sigara içilen bölüme geçelim dedi.
Deniz tarafında bir masaya oturdular. Ben sigara içilmeyen bölüme onları
görebileceğim bir masaya. Adamın sırtı dönük, kadın karşımda. Kadının bütün
dikkati adamda. Gözü başkasını görmüyor denir ya öyle. Beni görmeyeceğinden eminim. Ben bunu İstanbul’a
gelişlerimden birinde ilk gençliğimde Topkapı Sarayı’nı gezerken fark ettim.
Turist bir kız görmüştüm, mini etekli, alabildiğine güzel. Yanındaki adamla el
ele sarmaş dolaş gezerken bakışı adamın yüzünden hiç ayrılmıyordu, coşku dolu
esrimiş bir bakış; adam konuşuyordu kız sadece ona bakıyordu, vecd hali. Kimin,
kızın mı benim mi? Bilmiyorum ama, bu hali benim kızı rahatça izlememin
güvencesiydi. O günkü Topkapı sarayı gezisinden aklımda kalan sadece Kaşıkçı
Elması ile Hz. Ali’nin kılıcıydı… Garson geldi, çay söyledim.
Sırayla bir adam konuşuyordu, bir kadın; gülüyorlardı. Sonra masanın altından el ele tutuştular. Garson onlara çay ve tost getirdi. Çaylarını tazelediler. Kadın iki sigara içti. Adam kadının elini kaldırdı, öptü, bir şey söyledi, kadının yüzü kızardı. Kadın pencereye baktı, kararsızlık, utanç karışımı ayartıcı bir şey... tekrar adama baktı gülümsedi, yüzündeki kızartı geçmemişti. Toparlanıp kalktılar, ben de peşlerinden.
Sırayla bir adam konuşuyordu, bir kadın; gülüyorlardı. Sonra masanın altından el ele tutuştular. Garson onlara çay ve tost getirdi. Çaylarını tazelediler. Kadın iki sigara içti. Adam kadının elini kaldırdı, öptü, bir şey söyledi, kadının yüzü kızardı. Kadın pencereye baktı, kararsızlık, utanç karışımı ayartıcı bir şey... tekrar adama baktı gülümsedi, yüzündeki kızartı geçmemişti. Toparlanıp kalktılar, ben de peşlerinden.
Yine adam önde kadın arkada yürüdüler. Adam
daha az geriye bakıyordu. Yeşil ışık kırmızıya dönmüşken adam karşıya geçti,
kadın kaldırımda kaldı. Ben de. Yeşil yanınca kadının ardından yürüdüm. Her birimizin
arasında onar metre mesafe. Kâmil Koç’un önüne geldiğimizde kadın telefonla
biriyle konuştu, sorar bir haldeydi, yüzü asık. Sonra telefonu aşağı indirdi
tekrar kulağına getirdi, adam da telefonu kulağına getirdi. İkisi de durdu.
Adam geri dönerek kadının yanına geldi. Yakından gördüm ikisinin de yüzü
düşmüştü. Kadın bir şeyler söyledi, geldikleri yoldan geri döndüler. Yine yan
yana yürümüyorlardı ama aralarındaki mesafe daha kısaydı. Eminönü Vapur
İskelesi’nin önünde buluştular, kalkmak üzere olan vapura koştular, yetiştiler.
Ben yetişemedim.
Hicaz paklar beni…
Hicaz paklar beni…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder