31 Ekim 2018 Çarşamba

Büyük...





Sabah haberlerinde Hindistan’da yapılan dünyanın en uzun heykelinin açılışı haberini duyunca, diş fırçamı ağzımın içinde unuttum devasa demir bloğun yüzüne yavaşça yaklaşan kamerayı takip ettim. Kendimi Hindistan’ın kurucu önderi Gandi’nin yüzüne hazırlamıştım. Hayır değildi, heykel Gandi ve Nehru’dan sonra üçüncü adam diyebileceğimiz Sardar Patal’a aitti. 31 Ekim onun doğum günüymüş. Nüfus kaydı tutulmamış, yani bu gerçek tarih değil. Ama insanların tarihe ihtiyaçları var. Dişimi fırçalamaya devam ettim.

İlgili kişi bizdeki ‘serdar’ yani önder, başkomutan anlamına gelen adını sonradan almış. Sürece dikkat: Anlamın özel ad olması, özel adın yeniden anlam olması!..

Bu heykel büyüklüğünün ikircikli anlamı üzerinde durulabilir. Ama ben durmayacağım. Sonra diyeyim…

Neyse değinip geçeyim. Birinci anlam Sardar Patal Gandi’den büyük (sembolik anlam), ikinci anlam dünyanın en büyüğü (burada Piaget’nin çocuklarda işlem öncesi dönem diye 2-6 yaş aralığı zekasını tanımladığı bir tür animizm dili baskın).

Neden Gandi değil de Sardar Patal?

Kısa bir araştırma yaptım. Sardar Patal Gandi’den farklı olarak Hindistan’ın birliğinde Pakistan’ın ve Bengladeş’in ayrılmasına karşı bir tavır ortaya koymuyor, daha çok Hindu milliyetçisi tavrı içinde. Bu yüzden vaktiyle kendisine Hindistan’ın Bismark’ı denmiş. Tabi Bismark’a Almanya’nın birliğini sağlayan kişi diye düşünürken cümleyi bunu zorla yapan kişi diye de bütünlemek gerekiyor.

Heykelin ikinci anlamından umulan şiddet…

Bununla heykeltıraş Zubar Tsereteli tarafından Moskova’da yapılan 1. Petro heykeli arasında bir koşutluk kurulabilir. Bir zamanlar Sivriada’ya (namı diğer Hayırsızada) yapımı düşünülen Mevlana heykeliyle de…

Havaalanlarının büyüklüğüyle de...

Milletler, millet olarak tahayyül edilme formatında kaldıkları sürece Piaget’nin somut işlem dönemini aşamıyorlar.

Ağzımı çalkaladım...






29 Ekim 2018 Pazartesi

Ne Demezsin...




                                                   


TELEFON suskunluğu bağışlamaz, bu yüzden telefon bir sohbet aracı olamadı benim için.

                                                                              ***

OBEZ birinin acıkmayı beklemesi, dünyanın en gülünç yaptırımı.

                                                                              ***

İNSANLAR arasında münakaşaların çözümü (anlaşma) denilen şey, çoğu zaman iki tarafın da yorgunluğuna denk gelir. Sağduyu değil, çözüm için beklenen yorgunluktur. İnsanlar yorgunluğun müştemilatını bilmezler, yorgunluk erdemdir.

                                                                              ***

ONA karşı aksi bir şey söylemem gerekiyordu ya da tamamlayıcı bir şey, ama olmadı, bu da beni aptal durumuna düşürdü.

                                                                              ***

ÖZLEM hafızayı güçlendirmez.

                                                                              ***

MİMİKLE duygulanım eş zamanlı görünür. Gerçekte biz mimiği kendimizin ifadesi olarak yansıtmayız; çünkü gördüğümüz kendi yüzümüz değil diğerinin yüzüdür. Mimik daha duygu aşamasındayken diğerinde bırakacağımız etki için bizden kurtulur.

                                                                              ***

BİR şeylere hayran kalma ihtiyacı… Bunun için başka şehirlere, müzelere, sinemaya, vadilere, uçurum kenarlarına falan gidiyor. Gerçekte geçmiş zamanlı hayranlığı daha sonra anlatırken gösterdiği taşkınlıkları yanında sönük kalıyor. Buna hayran kalma ihtiyacı denmez, hayranlığı diğerine bulaştırma ihtiyacı denir. Hey neden yapıyorsun bunu?

                                                                              ***

NÜFUS verilerine bakmadan da söyleyebilirim: İstanbul fallik bir şehir, yaş ortalaması Türkiye ortalamasından daha genç olmalı.

                                                                              ***

NEZAKET mecaz üzerine kuruludur.

                                                                              ***

Penaltı atışında ters köşeye yatan kalecinin topa son bakışı… ille de bir şeye benzetmen gerekmiyor, söze devam etmen de.

                                                                              ***

Hep az sevildiğini hissetmiş... onun gözlem gücü intikam aslında. Bunu bir övgü kabul edin.

                                                                              ***

ERKEK hâkimiyetinin bütün kodlarını kadınların birbirlerine karşı tavırlarında görebilirsiniz. Bir kadının diğer kadına oruspu, fahişe aşifte vb deyişinde mesela…

                                                                              ***

UTANÇ, utancını belli etmeme üzerinden daha yoğun yaşanıyor. Diğeri sanki utanca izin vermeyen bir despot gibi karşıda.

                                                                              ***

BİR arkadaşın cenaze haberi, diğer arkadaşın sevgilisiyle mutlu fotoğrafları. İkisinin de beğen tuşuna basınca birbiriyle tutarsız iki duyguyu (keder ve neşe) ardışık yaşamış gibi oluyorum. Aslında bir duygu falan yaşadığım yok. Yaşadığım şey tereddüt. Bu yüzden iki tuşun arasına biraz zaman koyuyorum. ‘Araya zaman koymak’...  buyur buradan yak.
                                                                              ***



21 Ekim 2018 Pazar

Çocuk Çığlıkları



Wes Craven’in Çığlık (1996) filminin katili maskesini ressam Edvard Munch’un aynı adı taşıyan tablosundan almış. Bir gerilim filmi için komik bir seçim. Maskeyle kurbanının parodisini yapan bir katil. Ya da kurbanıyla sanki peşin peşin empati kuran maske. Ama biraz daha zorlamadan yanayım, bunun tam tersinden bakabilirsek film de gözümüze daha ilginç gelebilir.

Tıpkı Edvard Munch’un tablosundaki gibi adı Çığlık olmasına rağmen sesini vücudunda açılan derin kuyuya gömen salt görsel çığlığa hapsolmuş adam… Adam mı kadın mı? Çığlık cinsiyeti kamufle ediyor. Resimde çığlığın gerçekte sesi olmadığını nasıl anlıyoruz? Arkadaki insanların istiflerini bozmayışından. Bir de çığlık atanın sesinin duyulmasını istemeyişinden; es kaza bir ses pürüzü olur diye iki elini yüzünün kenarlarında tutmuş. İnsan sesini hedefe yöneltirken de ellerinden bu şekilde yararlanır ama burada ellerin asıl işlevi çığlık taklidi yaparken yüzünü sakınmak. Hem çığlık eylemi yapacak hem sesinin duyulmasını istemeyecek. İrileşmiş gözleri acaba bir falso verdim mi diye etrafı denetliyor. Bir ruh halinin düştüğü mimik karmaşası... Şimdi söyleyeyim: Wes Craven’in katili belki de Çığlık maskesiyle kurbanlarında kendi efektini arıyordur…





Koridorda çocuk çığlıkları… çığlık fısıltının bile yankılandığı çıplak duvarda bir ses terörü yaratıyor. Öğretmenler odasının kapısı açılıp kapandıkça ses de açılıp kapanıyor. İçeri giren öğretmenlerde sanki kafalarına odun yemiş gibi bir sersemlik. Sonra geçiyor. Her teneffüs oluyor bu. Nasıl önlenir ki? Öğretmenlerle konuşuyoruz. Arkadaşını şikâyete gelen bir çocuk kapıyı açık bırakıyor, çığlık hemen kulağımızın dibinde. Mahsustan bir deneme yapacağım. Kapıyı kapamadan eşikte dikeliyorum, önümden geçen çocukları durduruyorum:

-Kim attı çığlığı? (Yanlış soru; ama soru ağzımdan çıktı bir kere.)

Üç çocuk da aynı cevabı veriyor:

-Ben atmadım.
-Ben atmadım.
-Ben atmadım.

Doğru soru içlerinden birini yakalayıp ‘Neden çığlık attın?’ olmalıydı. O zaman gerçekten kendisi çığlık atmadıysa bile kimin attığını söylerdi.

-Osman attı öğretmenim.

Osman kurban. Oysa çığlıkta herkesin payı var.

Bu denemeden çıkarılacak birinci ders, çığlık herkeste benzeş bir ses karakteri yarattığı için kaynağını örtbas ediyor. İkinci ders; çığlık bulaşıcı.

Acı çığlığıyla sevinç çığlığını ayırt edebilsek de elimizde tek bir sözcük var. Daha birçok yan anlam bu tek sözcüğün içinde. Evet bir sözcükten söz ediyoruz ama kastettiğimiz sözcük olmayı becerememiş ses aslında. İlginç bir ses. Primatlarda da yaygın. Daha çok iletişim. Tehlikeyi bildiriyor. Ya da kavgada rakibe gözdağı veriyor. Ya da coşku sesi. Öksürük gibi, hapşırık gibi değil; iradeye bağlı ama yine de  bir şey dediği yok.

Koridorda kızlar da erkekler de çığlık atıyor. Bahçeye çıkınca daha çok kızlar. Erkek çocuklarsa bağırıyor, belki kükrüyor demek daha doğru. Bu bir gözlem. Şimdi bu gözlemi bir soruyla taçlandırmanın vakti. Neden okul koridorunda ses ünisex karakterdeyken okul bahçesinde birden ayrışıyor?

Bu soruya geçmeden bir konuyu öne çıkarmam gerek. Düşünen ve bir şey öğrenen (mesela kitap okuyan) insanı 0-35 desibel aralığını aşan dış ses huzursuz eder, handikaptır. Okul bu ses aralığını tutturmak için rahatsız edici olası dış sese karşı bir sığınak işlevi de görmeli değil mi? Mimarisi, konumu buna göre seçilmeli. Rasyonel bir eğitimden söz ediyorsak bu sessiz ortamı öğrencilere sağlayan ve onlardan da bu sessizliğin taşıyıcıları olmalarını bekleyen kurumları aklımıza getirmemiz son derece normal. Peki durum tam tersiyse bu ne anlama gelir? Bizzat okul gürültünün kaynağıysa, okulun hemen yanı başındaki emlak fiyatları sırf bu yüzden düşüyorsa?..

Türkiye okulları Avrupa’da en yüksek gürültü seviyesine sahip. Az uz değil bayağı bir fark var arada. (1)

Şimdi sorunun cevabına geliyorum.

1.   Hipotez: Koridorda sesin yankıması sayesinde kız sesinin tiz karakteri bütün sesleri benzeştiriyor. Bu benzeşme çığlık atanın kim olduğunu da gizliyor. Çığlık teneffüse çıkarken atıldığı için bir sevinç sesi. Patlayan bir ses. Sevincin kötü bir durumdan (baskıdan) kurtulmayla bir sürpriz etkisiyle gelişi iki farklı duygu. Kızlar bu duygu geçişlerinde daha mahir. Öncü.

2.   Hipotez: Çığlık özgürlüğün ham sesi, terbiye edilmemiş sesi. Ama burada özgürlüğü haber veren gong değil de bizzat özgürlüğün kendisi olarak çığlık. Adeta çığlık atma özgürlüğü. Sesini bastırmakla söyleyeceklerini (ifadeyi) bastırmak sözcük hüviyetine bürünemediği için özgürlüğün patolojik hali olarak çığlık.

3.   Hipotez: Çığlık küçük bir intikam. Ayartıcı da; uslu çocuk olmaya ve uslu çocuklara karşı…

4.  Çocuklar bahçeye ilk kim çıkacak telaşıyla kendisini geçmeye çalışan çocuklara karşı yakalanan taraftaymış gibi çığlık atıyorlar. Kızlar bu yarışı hep peşinden koşulan tarafta olmak için çoktan bir oyuna dönüştürmüşler. Çığlığı tam yakalanmak üzereyken atıyorlar. Çığlığın oyuna fazladan kattığı bu heyecan erkeklerin de hoşuna gidiyor. Erkekler kendi aralarında da benzer çığlıklar atıyorlar. Eğer erkeklere kız gibi ne çığlık atıyorsun denirse, çığlık yarı yarıya azalabilir. Bu sefer de çığlık ve kükreme karışımı bir uğultu duyarız.

5.   Hipotez: Koridorun çıplak duvarlarına çarpan ses hemen yankıyor. Sesin hızıyla yankıyan sesin geri dönüşünü hesapladığımızda saniyenin bilmem kaçta kaçı gibi bir sürede sesler havada infilak ediyor. Aslında çığlık dediğimiz şey bu seslerin havada çarpışması. Çocuğun kendi sesini keşif olarak yaşaması; çığlığın vecd hali.

6.   Hipotez: Çığlığın bulaşıcı karakteri… ses çocukları birden kaynaştırıyor; bir haberleşme aracı olmanın tam tersi özelliğiyle yapıyor bunu. Çığlıkla behimileşen bedenler birden maske haline geliyor; çığlık bedenlerin yakınlaşmasını sağlayan kamuflaj, dikkati çekmiyor, dağıtıyor. Tek başına çığlık hemen deşifre olurdu.


Vaktiyle bir kadın arkadaşım anlatmıştı, deniz kıyısında kaldığı lojmanda fırtınalı bir gecede çocukları ve kocası uyurken yatağından kalkmış, dış kapıyı açmış dalgalara karşı tüm gücüyle çığlık atmış. Yakınlarda ölen annesi için atmış bu çığlığı. Ne kadar iyi geldi anlatamam demişti. Tam olarak iyi geldi demek istememişti aslında ama ben anlamıştım. Aynı lojmana 2007 yılında biz taşındık. Fırtınası eksik değildi. Bazı geceler dış kapıyı ben de açtım, ama hiç çığlık atmadım. Bir sabah bir çığlıkla uyandık. Pencereden sahile baktık, sesin geldiği yeri bulmaya çalıştık. Ta kayaların orada bir kadından geliyordu ses. Çığlık durmuyordu. Üstümü giyip kadının yanına gittim. Sarışın; muhtemelen boyayla ama açık teniyle uyumlu, pek sırıtmıyordu sarışınlığı, etine dolgun bir kadındı. Yardıma ihtiyacınız var mı diye sordum. Mahsustan yanına yanaşmadım. No no dedi. Ellerini kaldırdı no no diye tekrarladı. Bir daha çığlık atmadı. Yardım geldiği için değil. Çığlığını kestiğim için atmadı. Yardım kendi çığlığıydı.

N. annesi ve üvey babasıyla çok kötü bir çocukluk yaşamış, sekiz dokuz yaşlarında iken hemen evlerinin yakınındaki raylara gider tam tren geçerken çığlık atarmış. Bazı geceler yastığı ağzına bastırıp atarmış çığlığı…

(1)
journal.acjes.com/download/article-file/496415



13 Ekim 2018 Cumartesi

Algı




Çocuklar öğrenirlerken sanıldığı gibi beyinlerinin boş olan kısımlarını doldurmazlar. Öğrenmek temiz kâğıda (tabula rasa) yeni şeyler yazmak gibi görünse de durum tam tersidir. Öğretmenlik hayatım boyunca bunu bol bol gözlemledim.

Mesela ilkokul birinci sınıfta sesli harf önde ‘el…al’ hecelerini çocukların büyük bir çoğunluğu kolayca okurken hemen akabinde sesli harf sonda ‘le… la’ hecelerini çok azı okur. Bu geçiş harflerin düzgün yazımından ve harflerin çıkardığı sesleri öğrenmekten hem daha zordur hem de daha uzun zaman alır.

Geçen hafta Matematik dersinde (ikinci sınıf) basamak değerlerini öğretiyordum. Onlar basamağı 7, birler basamağı 2 olan sayıyı yazınız. 72… Evet doğru, aferin! Şimdi de birler basamağı 3, onlar basamağı 7 olan sayıyı yazınız. 37. Yanlış! Tüm öğrenciler aynı hatayı yapmıştı. Neden? Rakamların soldan sağa yazılış sırasıyla, basamakların söyleniş sırasındaki düzeni değiştirmiştim. Öğrenciler hep beraber hızlı düşünme tuzağına düşmüşlerdi (aslında hız telaşından ötürü düşünememişlerdi). Yine de 'neden' sorusunun cevabı bu değil (bunu açmam lazım; sonra). 

Bu neden sorusunu öğretmenler genellikle kendilerine yöneltmezler. Çocuk nihayetinde doğrusunu öğrense bile, hayatına ‘kendi öğrenme sürecini’ öğrenmeden devam eder.

Piaget bu tür yanlış öğrenmeyi ‘asimilasyon’ kavramıyla açıklar. Asimilasyon yani; yeni bir şeyi, zaten yaygın bir şekilde nesneleri daha önce tanıdığımız bir modele göre algılama eğilimi.

Çocuklarda olan bu eğilim büyüyünce değişiyor mu? Asla, daha da katı hale geliyor.


İnsanlar “anlamama” istasyonunda fazla kalmıyorlar, her yeni durumu hazırda algı modellerinden birinin içine yerleştirerek –dolayısıyla yeni durum algılarına intikal etmeden eskiyor, kendilerini anlamış sayıyorlar- ya da aman sen de deyip durumu önemsizleştirerek hemen başka istasyona geçiyorlar; her ne olursa olsun konunun önemsiz olduğu gibi genel bir anlama türü de buradan doğuyor… (ya da anlamayı erteliyorlar, şahsen ben bu türe giriyorum). Harcıalem algılama sosyal bir eğilim. Fizik yasası gibi. Pedagojide beynin disipline edilmesi de bu zeminden geçiniyor. Öte yandan öğrenme süreci ancak bir algı modelini kırarak ilerleyebiliyor. Çocuklarda öğrenmenin açmazı bu…

Artık gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: İnsanlar sınıfsallıktan önce daha kökten biçimde ikiye ayrılıyor: Anlamaya açık olanlar ve anlamayanlar.

Anlamak için dikkat kesilenlere: Hoşgeldin...