26 Ocak 2015 Pazartesi

Yaranma...



Yaranma…hem aleni olabilen hem kamufle edilebilen bir duygu; gelecek zamanla şimdiki zaman arasındaki tereddüdü baskılayan bir duygu... Ortadoğu’nun asli duygusu…





Bir Tamer Karadağlı repliği…
“Cumhurbaşkanımız ‘Sanatçılarımız cesur olsun' dedi, ben de cesur olarak söyledim korkuyorum diye.”
Bu cümlede zıt anlamlı sözcükler (korku ve cesaret) birlikte kullanılmış, ama oksimoron yok. Çünkü arkadaş cesareti kendisini korkutandan almış; ve korktuğunu söylemesi bir cesaret işiymiş. Korkunun nesnesi ile cesaretin nesnesi aynı gibi görünüyor. Ama biraz düşününce, korkunun nesnesinin kendisi, cesaretin nesnesinin ise Cumhurbaşkanı olduğu anlaşılıyor. Korkunun ve cesaretin en rezil türü… ‘Yaranma’ dediğim duygu hali; İlahi Tamer!.. aslında Ortadoğu’ya has bir dürtüyü ne güzel de hapşırdın…


İçinde zaman zaman hortlayan bi “solculuk” da var arkadaşın… Gezi eylemlerine de katılmış mesela, ama sonradan nedamet getirmiş… şimdi içindeki bu “solcu”luk kalıntısı geçenlerde nüksetmiş ve şöyle bir laf etmiş: "Hepimiz içeri alınırız diye Erdoğan'dan korkuyoruz. Herkes 'aman ters gitmeyelim, yanlış algılanmayalım' derdinde”. Ama daha sonraki gün tekzip edercesine kendi sözlerine açıklama getirmiş: “Benim korkum 'Sayın Cumhurbaşkanı gelip kulağımdan beni tutacak hapse atacak' korkusu değil ben ülkenin genel durumundan korkarım". Cumhurbaşkanı’nın T. Karadağlı’yı arayıp ‘Ne yaptın Tamer, ben öcü müyüm?’ dediğini hiç sanmıyorum. İçindeki yaramaz çocuğu terbiye eden kendisi. Korku ve korktuğunu ifade etme birbirinin doğal uzantısıyken hem birbiriyle cilveleşen hem de münakaşa eden iki çatışmalı duyguya dönüşüyor. El altında olan kamusal duygu imdadına yetişiyor: ‘Yaranma’… Çünkü korku tabiatı gereği sürekli bir duygu değildir, zamanla (ki bu zaman T. Karadağlı gibilerde fazla sürmez) kendi içinde evrilir ve kepaze bir hal alır. Korktuğunu söylemek korktuğu kişiye bir iltifattır artık. Ve Cumhurbaşkanı’nın varlığı ‘Büyük Öteki’ olarak ses verir: ‘Ah benim minik vatandaşım ne de çok korkarmış benden… Korkma canım… Ama azcık kork… bak cısss yaparım sonra…’




Karikatürist ve Düşmanları



Bir yerde okumuştum… Vaktiyle Bülent Ecevit Doğu gezilerinden birindeyken (12 Eylül öncesi ve muhtemelen Başbakan), bir köylü yanaşıp ‘Bize France Soir gazetesi gönderebilir misiniz?’ demiş. Ecevit de gayri ihtiyari ‘Tamam’ deyip yardımcılarına not aldırmış. Sonra aklına gelmiş ve köylünün isteğini tuhaf bulmuş; öyle ya burada Kürt köylüler Türkçe gazete bile bulup okuyamazlarken Fransızca öğrendiler de France Soir (1) gazetesi mi okuyorlardı? Yanındakilere sormuş neyin nesi diye. Yerli partililerden biri cevap vermiş: ‘Efendim, burada insanlar kaçak tütün içerler, sigara kâğıdı bulamıyorlar, France Soir gazetesinin kâğıdı ince olduğu için sigara kâğıdı olarak onu kullanıyorlar...’ Medeniyet hars ilişkisinde bundan ironik örnek az bulunur. Aferin Ziya (Gökalp), zaten var olagelen temayülü teori diye yutturdun ya bu millete...

Diyarbakır’da 100 bin kişi Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’yu protesto etmiş. Hayatlarında bırakın Charlie Hebdo’yu görmeyi, karikatürün bile ne olduğunu bilmeyen 100 bin kişi… 12 yazar-çizeri alçakça katledilmiş, geride kalan bir avuç aydına karşı 100 bin kişi!.. Doğu, Batı’nın kendisiyle değil, sembolleriyle savaşıyor… Aslında Batı sembolleri üzerinden bir iç savaş… Tüm Ortadoğu’nun özeti… Düşmanlığını yabancı ve uzakta olanla gösterir, tanımlarsan, iç düşmanlarını da benzeştirme yöntemiyle tehdit eder köşeye kıstırırsın... 

(1) Gazetenin adını yanlış hatırlıyor olabilirim, ama bir Fransız gazetesiydi.

6 Ocak 2015 Salı

Bok Çukuru



Clint Eastwood’un Affedilmeyen filminin final sahnesini çok severim, gece yağmurda elinde silahla bardan içeriye dalıp ‘Kim bu bok çukurunun sahibi’ demek…

Her bok çukurunun bir sahibi olmalı.



Yıllar önce “devrimci” bir sendikanın üst düzey yöneticiliğini yapan birinin şirketinde çalışan bir işçiyle tanışmıştım.


 
Kimsenin zekasından kuşkum yok ama birazcık açayım: Şimdi bir sendika var, adı "Devrimci", sendikanın yöneticisi bir abimiz var, haliyle o da “devrimci”, sendika yöneticisi olduğu için hem “devrimci” hem de mühim bir şahıs ve patron olduğu için de hem “devrimci”, hem mühim ve hem de muteber. Ve bir işçi var, bu sendikacının şirketinde çalışıyor, hem sendikasız, hem de “devrimci” değil… ama konu da bu değil. Sohbet ettim bu işçi arkadaşla. Sigara tuttum, çay söyledim. Evlere sipariş üzerine odun kömür taşıyordu.

‘Size tam getiririm.’ dedi.

‘Ne demek tam?’ dedim.

‘Yani bir ton isterseniz tam bir ton getiririm.’

 Sonra izah etti, tartıda nasıl hile yaptıklarını. Ve ekledi:

 ‘Yalnız patronun haberi olmasın.’

‘Patrondan gizli mi yapıyorsun bu hileyi?’ diye sordum.

‘Hayır,’ dedi, ‘Tartı hilesi patronun emri, size tam verdiğimi patron duymasın… Siz de devrimcisiniz, ağzınızdan kaçırırsınız falan…’


Yani “devrimci” sendikacı patronun yaptığı genel hile, doğru tartıyla işçinin patronuna yaptığı bir hileye dönüşüyordu… Anladım… Sonra bu “devrimci”, sendikacı, patron abimiz milletvekili de oldu. Yakışır abimize… Sadece abimize değil, bu topluma da yakışır… Tamam ‘kafamda bir tuhaflık’ var da nesnenin hiç mi suçu yok?..  Pislik toplum… Ve pislik bu toplumun garanti belgesi… Ne kadar insan pisliğe batarsa toplum o kadar kendini koruyor. Bu yüzden Kürt sorunu bu kadar önemli, bu yüzden köpek evde mi dışarıda mı beslense haramdır tartışması önemli, bu yüzden kutlu doğum haftası önemli, bu yüzden M. Sarıgül’ün oğlu önemli. Bu yüzden “dava”lar önemli, asıl sorunu gizlemeye yarıyor.  Kaliteli 10 kişi yamuk 90 kişiyi döver mi dövemez mi?..  matematik bu yüzden önemli…