26 Ekim 2022 Çarşamba

Tereddüt

 


İskender Savaşır’ın başından geçeni anlattığı bir yazısında okumuştum, kendisine uzatılan bozuk para yere düşünce Amerikalı bir kasiyer hiç tereddüt etmeden işine devam ederken Türkiyeli bir kasiyer yere eğilip eğilmemekte bir an tereddüt ediyordu. İskender Savaşır bunu hız duyumuyla açıklamıştı galiba. Nitekim kapitalizmde hız emek gücü veriminde önemli. Amerikalı işçi para yere düşse de o paranın nasılsa kasaya ait olduğunu biliyor, kılını bile kıpırdatmıyordu.
Bugün benim de başımdan benzeri bir olay geçince İ. Savaşır’ın söyledikleri çağrıştı.
Haşhaş ezmesi aldığım aktarda kasiyer paranın üstünü verirken 1 lirayı yere düşürdü, aynı tereddüdü yaşadı, gözleri seğirdi. Kasiyere latif bir tavırla İ. Savaşır’ın gözlemini anlattım. Kasiyer söylediklerimi anlamadığı gibi hemen savunmaya geçti:

“Ben yere düşeni alıp müşteriye vermem.” dedi.

Yüzümde tebessümü koruyarak bir kez daha anlatmaya çalıştım. Adam daha da ciddileşti:

“Bizde böyle bir şey olmaz” dedi.

Kasiyerin ilk aklına gelen söylediklerimi bir eleştiri sanmasıydı, işini korumakla ilgili hassasiyeti baskındı. Dolayısıyla bir başka tereddüt daha vardı bunun altında, bence en baskın olanı: İşini doğru yapmakla müşteriyi küstürmemek arasında ikirciklenme... işsiz kalma korkusu.

Ben susunca kasiyer mahcupça gülümsedi. Nihayet ortak bir nokta yakaladık, aynı mahcubiyetle ben de gülümsedim.

Türkiyeli işçinin yaşadığı tereddüdün emek gücünü kesintiye uğratmasının altında yatan daha az eğitimli olması değildi. Onun duyargalarını yönlendiren güvensizlikti. Türkiyeli işçi bozuk paranın düz anlamını algılıyordu, paranın yere düşmesiyle kaybolması arasında çocukça bir tereddüt. Var ve yok zıtlığının görmek ve gözden yitirmek paraleline taşınması. Jean Piaget’nin söylediği somut işlem dönemi. Bir kalıntıydı bu ve davranışlarımızın içine sinmişti.

2018 Haziran’ında vefat eden İskender Savaşır’ı anıyorum.

22 Ekim 2022 Cumartesi

Şemsiye


 

Yukarıdaki fotoğraf Galata Köprüsü. Sanıyorum 19. yüzyılın sonları.

Fotoğrafta şemsiyeli kadınlar dikkatimi çekti.

Yağmur yağmadığı belli, sadece havadan değil beden dilinden de anlaşılıyor. Şemsiyenin etimolojisine sadık olduğu zamanlar. Şems Arapçada güneş demek, şemsiye de güneşlik. O halde kadınlar şemsiyeyi güneşten korunmak için taşıyorlar... Hayır efendim.

Etimolojide sözcüğün kökeniyle sözcüğün temsil ettiği nesnenin icadının eş zamanlı olmaması bakış açısını zora sokar. Konu üzerine yaptığım kısa bir araştırmayı aktarayım şimdi, sonra bam teline dokunacağım. Fransızca iki ayrı sözcükle sorunu çözmüş, Parasol ve Parapluie sırasıyla güneşten koruyan (şemsiye) ve yağmurdan koruyan (şemsiye) anlamına geliyor. İngilizce Umbrella sözcüğü Latince gölgeli veya gölge anlamına gelen ‘umbra’dan doğmuş. Arapçaya yakın. Biraz daha günümüze gelelim, Charles Dickens’in Martin Chuzzlewit romanında Mrs Gamp karakterinden sonra şemsiyelere bazen Gamps deniyormuş, işe yaramaz şemsiye anlamında. Konuya buradan giriş yapmak istiyorum, yani şemsiyenin tam da işe yaramazken başka bir işlevini gizlemesi hali.

Galata Köprüsü yaya caddesinin tarihinde tipik bir örnek. Bir yakayı diğer yakaya bağlayan geçiş güzergahı değil sadece, oyalanma yeri: öte başa git ve geri dön, yol insanın bu çıplak gidiş geliş seyrini gizleyecek kadar uzun. Köprü yeni yapımıyla insanların kendilerini gösterecekleri ideal mekân haline gelmiş. Öte yandan Beyoğlu ile Karaköy’ün Avrupalılığını ve Fatih’in Anadoluluğunu birbiri nezdinde görücüye çıkarıyor. Bir tür modernizm platformu. Tahmin etmek zor değil herhalde, o zamanın İstanbul’unda sokağa çıkan kadınlar Yahudi, Ermeni ve Rum. Şemsiye onları güneşten korumuyor, asıl kötü bakışlardan koruyor. Kadın kendi bakışıyla diğerinin bakışını şemsiyeyi öne eğerek boyun altı hizasına indirebiliyor, bir tür seyyar bakış paravanı. Demek istediğim şemsiye sokağa çıkan kadına ikinci bir tesettür imkânı veriyor. Ama kafamızı tesettüre takarsak işin içyüzünü anlamaktan uzaklaşırız, çünkü şemsiye bir gösterme aracı da. Öncelikle pahalı nesne olarak şemsiyeyi gösterme. O halde şemsiye bir statü aracı. Hayır efendim... Bu kısmen doğru olsa da şemsiyenin başka bir kıymeti harbiyesi var. Sözcüğün terkibinde düz anlama bakın, ‘harbiye’nin savaş anlamına. Şemsiye aynı zamanda bir savaş aracı.

Kadınların sokağa çıkma tarihine binlerce yıldır devam eden sokak savaşı diyebiliriz. Bu savaşta takip etmemiz gereken yer kadının elleri, tekrar ediyorum şemsiye değil şemsiyeyi tutan elleri. Kadın ellerini serbest bırakamıyor, elinin hiç değilse biri illaki bir şeye tutunacak. Tutunduğu şey elini terbiye ediyor. Agorafobisini ancak bu şekilde yenebiliyor.

Sokağa çıkmaya engel olan hava durumuna (yağmura, yağışa, sıcağa) karşı sokağa çıkmaya izin veren şemsiye, kadının sokağa çıkmasına yasak koyan sosyal engele karşı da vizesi. Yağış engeli sosyal engelin ikamesi, kadın aradaki ilişkiyi çarpıtarak şemsiyenin düz anlamını kendi lehine yorumluyor.


Batı'da aynı yıllarda rol değişimi (şemsiyenin taşınmasında erkeksi aşama)

Rumelifeneri’nde öğretmenlik yaparken Garipçe sapağına doğru bazen orayı da geçip daha ileriye ormana doğru yürüyüşe çıkardım. Neredeyse hepsi tesettürlü yürüyüşe çıkmış ikili üçlü kadınlar görürdüm. Sadece yürüyüş… bedenin dengesi gereği iki elin de yanlarda serbestçe salınması gerekirken, kadınların kollarının biri şaşmaz biçimde sabitti.



9 Ekim 2022 Pazar

ÖZGÜRLÜK

 


Buridan’ın eşeği paradoksunun Türkçede iki ayrı versiyonu var. Birinci versiyonda eşeğin önüne bir kova su ve bir balya saman konuyor, ikincisinde iki ayrı saman. Nedir bunun aslı diye İnternet’te dolaşırken karşıma Gazali’nin paradoksu çıktı.

Gazali’de hikâyenin kahramanı eşek yerine insan, üstelik kurgu daha sağlam: Susamış bir adam, amacı için her bakımdan eşit olan iki ayrı bardaktaki suya erişme mesafesinde; biri diğerinden daha güzel, daha berrak veya sağ eline daha yakın değilse susuzluktan ölür. Tam Gazali’ninki orijinal sayılır diyecektim –çünkü Gazali Jean Buridan’dan yaklaşık iki yüz yıl önce yaşamıştı (1058-1111)- bu kez de karşıma Aristo’nun paradoksu çıktı. Aristo’da olay köpeğin başından geçiyordu...

Metinlerarası ilişki… ama bunu metinlerin kendi çağlarında elden ele dolaşımı ve birbirini etkilemesi (ya da intihali) olarak görürsek yanılırız. Gerçi Gazali'nin Aristo'nun metninden haberdar olma ihtimali Buridan'ın Gazali'den haberdar olma ihtimalinden fazla ama bugünden bakarak bu ilişkiyi biz kuruyoruz.

Her üç paradoks aynı zamanda birer kıssa. Her üç filozof bol seçeneğin özgürlük olmadığını anlatan düşünce deneyi yapmışlar. Filozoflar kıssalarından çıkarılacak hisseyi bize insanın içine düştüğü özgürlük yanılsaması olarak veriyor… Burada duralım ve can alıcı sorumuzu soralım: Tercih edememek seçenek bolluğundan mı kaynaklanıyor yoksa tercih etmek zorunda kalmaktan mı?

Ama paradokstan çok bizi baştan yanlış yönlendiren bir oksimoron yok mu burada? Tercih bir özgürlükken tercih etmek zorunda kalmanın özgürlüğü batırması durumu. Her halükârda özgürlük tercihin hedefi değil yan etkisi olduğu için. İşte yanılsamanın başladığı yer. Çünkü özgürlük eylemden önce veya eylemden sonra elinize geçen bir ürün değildir. Özgürlük tereddüdün size tanıdığı yaratıcılığın ta kendisidir. Dahası riskli bir tereddüttür bu. Tereddüt uzun sürerse kronik bir kararsızlığa dönüşebilir. İşte tereddütle kararsızlık arasında bizi ayrım yapmaya zorlayan yeni bir ikilem.

Tereddüt iki veya daha çok seçeneğin birbiriyle çatışmalı halinden birini seçememekse, kararsızlık bu seçememenin her seferinde tekrarlanmasıdır. Yani insan kararsızlığını farkında olmadan huy olarak seçmiştir.

Bu yazıyı yazarken aklıma Barry Schwartz’ın Bolluk Paradoksu kitabında geçen çok ilginç bir örnek geldi. Yaşanmış bir olay bu ve ben bu örnekte tereddüt kavramı lehine bir oynama yapacağım şimdi. Ama önce olayı aktarayım: Amerikalı iki siyaset bilimci Amerika’da yapılan seçimler sırasında Avrupa’dalar. Rakip partileri destekliyorlar, postayla oy kullanmak için bulundukları yerden oy atacakları şehre her birinin kendi otomobiliyle üç saat yolculuk yapması gerek. Oysa rakip partileri destekledikleri için her birinin oyu diğerinin oyunu geçersiz kılıyor! Maalesef iki siyaset bilimci de bu yolculuğa çıkmışlar.

Kendi partizan kararlılıklarını değil ama onca yolu gitmenin zahmetini tereddüde dönüştürebilselerdi özgür olurlardı ve aralarında anlaşmaya vararak ikisi de oy atmaya gitmezdi. Üstelik “kararsız” seçmen kategorisine düşmeden.

Gelelim Memo dayının eşeğine. Öğretmenliğe yeni başladığım köyde bir kış günü bir komşuya gitmiştim. Yerde diz boyu kar var. Evin salonuna girdiğimde komşum pencereden bir şeye bakıp kendi kendine gülüyordu, “Gel Hoca gel,” dedi bana “Memo dayıya bak.” Pencere köyün arka tarafındaki tepeye bakıyordu, Memo dayı dizlerine kadar kara gömülmüş elinde sopası kendisinden uzaktaki eşeğine bağırıyordu hiddetle: “Ulan dursana!” Eşek tepeyi yarılamıştı. Eşek durdu Memo dayıya baktı. Memo dayı zaten durmuştu tık nefes halini kafasının üstünden yükselen buhardan anlıyordum. “Hadi gel” dedi eşeğe, sopasını sallayarak. Eşek hiç oralı olmadı Memo dayıya bakmaya devam etti. Memo dayı “Seni mına kodumun eşeği,” diye eşeğin üzerine yürüdü, eşek de yukarı doğru. Birkaç adım sonra Memo dayı tıkandı durdu, eşek de durdu. Böyle böyle eşek en sonunda tepenin üstüne çıkana kadar devam etti. İlgimi çeken eşeğin zamanlamasıydı, ne zaman duracağını ve ne zaman harekete geçeceğini kestiriyordu, bunu bir ritim haline getirmiş ve kovalamacada kontrolü ele almıştı. Memo dayı bu oyunda ebeydi.

Eşek tepeyi aşıp tamamen gözden kaybolabilirdi, Memo dayıyı tamamen terk edebilirdi. Ama kurtlar onu yerdi ve bu soğukta Memo dayının ahırına ihtiyacı vardı. Memo dayının çağrısına uyup geri dönse sopa yiyecekti, yük taşıyacaktı. Eşek o tereddüt süresinde özgürlüğünü yaratmıştı, geçici özgürlüğünü. Bu özgürlük Memo dayıyı hiddetli inadından vazgeçirmeye yetti. Belki de değiştirdi.
İş oraya varacak, Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi'nde anlattığı özgürlükten farkını anlatmalıyım bunun... ama kim bilir ne zaman?