22 Temmuz 2021 Perşembe

BAĞLANTI KURMAK

 


PALTO

 

Fazlı Necip’in Menfi adlı romanının kahramanı Ekrem, Mekteb-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) okurken eline geçen yüklü miktarda parayla kendine yeni giysiler alır. Çevresinde görüp özendiği, içinde uhde kalmış şeyler: yüksek yakalı gömlek, iskarpin, plastron, kravat, gümüş saplı bir baston, ipekli çoraplar, inme zinciriyle altın çerçeveli gözlük –gözü bozuk olmadığı halde o zamanlar moda olan kelebek gözlük- ve saat. Ama tüm bu aldıklarının içinde bir giysi vardı ki dikkatimi çekti, işlevinin tamamen dışında fiyakasıyla içi atlaslı pardösü… giymek için değil kolunda taşımak için satın almıştı. Yıl 1890’ların sonu. Batı’dan gelme bir kombin bu. Neden mevsimlik giymek yerine kolunda taşımak? Antropolijide nedenselliği ortaya çıkış saiklerinde değil, alışkanlıkları koşullandırmasında aramak gerekir (Burada söz biraz muğlak, üzerinde durmayın kendime bir not sadece). Bir kere atlas kumaş pahalı, giyince içte kaldığı için görünmüyor, kolda taşınması değerini teşhir ediyor. Sözcüğün Almanca anlamı yardımcı olabilir, giymek (tragen) fiili aynı zamanda taşımak anlamına da geliyor. Gömleği giyersiniz keza çantayı da giyersiniz. Pardösüyü taşıma işleminde “ama”, “keza” olur. Elde bir şey taşımak bir statü davranışıdır, meşguliyet verir, diğeriyle aradaki mesafeyi olağanlaştırır. Başka? Gogol’un Palto’su gibi bir zenginlik işaretidir. Ama elde taşıyarak pardösüyü küçümsediği için, diğerinin imrenmesini de küçümser, dolayısıyla ekstradan zenginlik işareti…

Omza atılan palto. Bu mertebeye nasıl geldik? Bunlar hep toplumsal, tarihsel göstergeler, daha ayrıntılı bakarsan bireysel göstergeler.

 

İsmail Saymaz Veyis Ateş’e 50 bin Euro’luk paltosunu soruyor. Veyis Ateş de nihayet doğruyu söyleyeceği bir şey buluyor ve paltoyu diktirdiği terzinin adını veriyor, 6 bin- 7 bin lira civarı diyor. İsmail Saymaz’ın sormadığı soru şu: Neden 50 bin Euro’luk paltonun aynısı gibi diktirdin?..





İSİM DEĞİŞTİRME


                        



 

Alparslan Türkeş, Oğuzhan Asiltürk… böyle isimler var yakın tarihimizde. Sonradan alınmış isimler; annelerinin, ninelerinin, babalarının, dedelerinin taktığı isimleri artist gibi, şarkıcı gibi değiştirenler. Hem Alparslan hem Türk-eş, hem Oğuzhan hem Asil-türk. Türkzâdeler... Osmanlı'nın son dönemlerinde bürokrasi dışındaki toplumun yüksek tabakasına mensup seçkin kişilerin çocuklarının Paris'e gidip toptan kibarzâde olmaları gibi, değiştir ismini bütün o soyağacı araştırmalarını bir kenara koy kestirmeden Türkzâde ol. Yeni bir seçkinlik arayışı değil mi bu! 


Politik hedefleri isimleri üzerinden kurdukları hayalleri içeriyor. Hadi eski isimlerinden utanmadıklarını varsayalım (etnik kökeni kastetmiyorum, bu aslında en ilkel haliyle aile kökeni utancı -taşra utancı- değil mi?), ama yeni isimleriyle yüceleceklerini hesaplamışlar. Kendi milatlarını kendilerinden başlatacak kadar Napolyon Bonapart, etnik kökenlerini ta ötelere yerleştirecek kadar da Kaşgarlı Mahmut.

 

İsim değiştirme insanı manik biçimde bölüyor: Eski ben, şimdiki ben. Kendini kendine unutturma çabası var burada. Daha önemlisi 'yeni ben'i yutturma arzusu ve peşlerine taktıkları kütlede yarattıkları illüzyon… 


Yakın tarihimizde isim değiştirmeler üzerine bir araştırma?..

            

17 Temmuz 2021 Cumartesi

YURTSAMAK

 


YURTSAMAK

Yurtsamak nedir? 

Kendini ait hissetmediğin bir yeri benimsemek… Yabancısı olduğun o yerin ahalisinin zamanla sana aşina olması biçiminde tersinden de işleyen bir süreç. Haneke’nin Bilinmeyen Kod filminin (2000) son sahnelerinde göçmen kadın caddede kendine oturacak bir yer arar, bir pasajı gözüne kestirir ama hemen dalmaz oraya, önce bir tereddüt yaşar, oradan uzaklaşır ve tekrar döner, tereddüdünü giderecek işareti bulur nihayet (bulur mu?), eşiğe gazete kâğıdı koyarak oturur, sırtını sütuna dayar. Bitişik dükkandan bir kadın çıkar, oturan göçmen kadını inceler ve içeri girer, çalışanlardan biri gibidir. Biraz sonra iki görevli gelir ve göçmen kadını oradan uzaklaştırır. Göçmen kadın oturduğu yeri yurtsamak istemiş ama becerememiştir.

 

Şimdi anlatacaklarım yurtsamayı becermekle ilgili. Herhalde bir yıl oldu, istasyon merdivenlerinin karşısına tezgâh kurdular. Mevsimlik meyve satıyorlar. Yanlarında bir bank var. Bank hem oturdukları yer, hem de tezgâhın uzantısı gibi. Bank sabit olduğu için tezgâh kalksa da onların yokluğunda sanki onları temsil eden kerteriz noktası. İki kişiler, ben onlara baba oğul ilişkisini yakıştırdım. Gündüz saatlerinde oğul tek başına, akşam mesai dönüşünde ortalığın kalabalıklaştığı sıralarda baba da geliyor. İlk başlarda sesleri cılız çıkıyordu, çekingendiler. Banka oturmuyorlardı. Şimdi bakıyorum yayılarak oturuyorlar, bank onların. Elinde poşetle yaşlı bir kadın geliyor, oturabilir miyim diyor. Tabi buyurun teyze diyor oğul. Artık nazik olma hakları var. Nezaket nedir? Güçten feragat etmenin incelikli bir yoludur. Yurtsayınca nazik de oluyorsunuz, yurtsayamayınca kabalığı üzerinize çekiyorsunuz.  

 

 JOUİSSANCE

Bazı şeyleri deli gibi yiyorum, bir tür dalgınlıkla. Kirazı mesela. Ağızda çıtır çıtır, soğuk. Hep en iyilerini seçiyorum. Kalanların en iyisini seç! Oyunun adı bu. Bir bakmışım kabın sonuna gelmişim. En sonuncusu pembemsi, amorf, küçük bir kiraz. Kaçarı yok onu da atıyorum ağzıma… Çilek yerken daha farklı, en tatlısını seçmeye çalışıyorsun ama standardı yok, görüntü aldatıcı. Tatlı bir tane yedin miydi şeklinden genelleme yapıyorsun ve aynısından bir tane daha yiyorsun, ama bu kez tadı yavan. Ağzında kalan yavanlığı gidermek için tekrar sondaja başlıyorsun tatlıyı bulduğunda tekrar aynı tadın peşine düşüyorsun…

 

ÇAMAŞIR ASAN KADINLAR

Kadınları en çok çamaşır asarlarken izlemeyi sevdim. Bu, onlara özel bir dalgınlık veriyordu, ben de kaçgöç durumuna düşmüyordum. Arkaları dönük, ağızlarına kıstırdıkları mandallar, ayakları üzerinde ipe uzanmışlar.

 

YOL

Elinde palasıyla balta girmemiş ormanda ilerleyen bir vahşiyi düşünüyorum. Kendine yol açıyor. Yol bizi doğanın içine götürür, ama doğanın dışına da atar. Yol sayesinde (ya da yol yüzünden) doğa hep uzağımız olur: Yoldan görünen ama yolun dışında kalan.

 

KOMŞUDA PİŞER…

Komşudan gelen yağda kavrulan soğan kokusu, kendisi bir yemek olmadığı halde (öyle bir şeyi yemeyi arzulamadığımız halde) iştah kabartır. Pişecek yemeği haber veren bu ön belirti, yemekle aramızda bir çöpçatanlık yapar. İşte çağrışım kavramının dört başı mamur halidir bu.

 

ÖZLEM

 “Seni özlüyorum, hepsi bu.”

“Ben de seni özlüyorum.”

“Ben de seni özlüyorum diyorsun ya o zaman seni daha çok özlüyorum.”

“Birbirimizin seni özlüyorum demesini özlüyoruz.”

 

İYİMSERLİK

Bir kolu yoktu, patikanın uçurumun kenarından geçtiği ancak tutunarak yol alabileceği kısma gelmişti sıra. Çıkıntılara ve kayanın içinden filiz vermiş dal parçalarına tutunması gerekiyordu, öyle bir yere geldi ki diğer kolunun olmadığını bir an unuttu, tutunmak istediği çıkıntı oradaydı ama artık çok geçti, çarpa çarpa iki yüz metrelik uçurumdan aşağı düştü… Kolunun olmadığını unutmak… (o öldüğü için bu yorumun başkasına ait olduğunu bilerek), nasıl bir iyimserlik böyle?


DÜRÜSTLÜK

Söylediklerimizle yaptıklarımız aynı olursa bunun adına dürüstlük değil saflık denir. Dürüstlük, en az bir adım ötesidir: söylediklerinizle yaptıklarınız aynı olmayacak (genellikle durum budur), bunun farkına varacak ve bundan söz etmeye hevesli olacaksınız.


DEYİMLERLE KONUŞMAK

Kızımın bir arkadaşı başka bir arkadaşına söylemiş: "Darısı senin başına mı demem lâzım, alttan mı almam lâzım bilemedim."





Bir Ölüm


 

Yukarıdaki harabe ev oturduğum lojmanın sağ çaprazındaydı. Kış günleri oraya bakınca her yer metruk bir izlenim veriyordu... zihnime layık ideal izbe atmosfer...


Elinde kovası, uzun çizmesiyle dalgalı havalarda sahile kömür toplamaya giderdi (dalgalı havalarda kömür sahile vurur). Birbirimizi görmezden geleceğimiz mesafede de olsak ‘Merhaba Hocam!’ diye seslenirdi, bakışım onu bulurdu. Sadece selâm. Bir de gülümseme. Selamı iyi hissettirirdi.. Adını sela okununca öğrendim: Hasan İbrahim. İçkisi sigarası olmayan emekli Hasan İbrahim komşusu eski muhtarın çatısını onarırken düşüp öldü. Çatı ustası değildi, sadece yardım ediyordu. Hasan İbrahim karısının köyüne sonradan yerleşmiş. Bana kalırsa bu yardımın köyde yerini sağlamlaştırmakla bir ilgisi vardı.

 

2014 yılıydı,  hortum çıkmıştı. Birçok evin çatısı uçtu, ağaçlar devrildi, elektrik telleri koptu, direkler yan yattı, bizim evin su borusu patladı. Ertesi gün otobüste eski muhtarı gördüm, onun da çatısı uçmuştu yağmur gelecek diye telaşa düşmüş malzeme almaya Sarıyer’e gidiyordu.

 

Okul sonrası dolmuşla eve dönerken baktım Hasan İbrahim eski muhtarın çatısında… Hasan İbrahim’i iş elbisesiyle, yorgunluğuyla ve yukarıdan aşağıya bakışıyla görünce anlık bir tereddüt yaşadım. Hani bazı insanların alıştığımız varlığını başka bir konumda görünce hissettiğimiz türden. Yorgunluğu bir tuhaftı, pişmanlıkla ve işin acemisi olmakla karışık, nereden bulaştım bu işe der gibi; tombul yanakları kırmızılaşmış, aşağı sarkmıştı… selamlaşmadık, göz göze gelmedik. Hasan İbrahim en son çatıya döşenen bir tahtanın fazlalığını keserken her ne olduysa kafasının üstüne yere çakılmış. Ben onu gördükten yarım saat sonra.

 

Kapıdan sahile bakıyorum. Sahilde sırtı bana dönük bir adam yürüyor. Hasan İbrahim boyunda ve onun gibi tıknaz. Eğer Hasan İbrahim ölmeseydi, imgelemim bana bu adamın Hasan İbrahim olduğunu söylerdi. Buna inanırdım. İnancımı sarsacak daha dikkatli bakışı bilinçsizce engellerdim. Şaşmaz biçimde her şeyi yerli yerinde görme eğilimi denebilir buna... alışkanlık. Ama sahildeki adamı daha görür görmez Hasan İbrahim’in öldüğünü hatırlıyorum, o adam ise hemen bir başkası, yani kendisi oluyor…