24 Eylül 2022 Cumartesi

PROFİTEROL


 

Pastacı, kadına profiterol hazırlarken ağırdan alıyordu. İki anlama da gelebilirdi ağırdan alması, işinde titizliğini gösteriyordur ya da kadının dükkanındaki varlığını biraz daha uzatıyordur. Güzel bir kadın. Şekeri düşmüş bir kadının kendine tatlı ısmarlarken yüzüne baktınız mı hiç?
Dükkâna bir adam girdi. Kırmızı montlu, yüzü erken yaşlanmış zayıfça bir adam.

-Şundan verir misiniz, dedi.

Pastacı o sırada profiterolün çikolata sosunu döküyordu. Adamın işaret ettiği kabak tatlısına baktı.

-Yalnız param yok, dedi adam.

Pastacı kadınla göz göze geldi, peçetenin içine koyduğu bir dilim kabağı adama uzattı. Adam:

-Şunun adı ne, diye sordu, cam rafta dizili kâseleri işaret ederek. Pastacı duyulur duyulmaz bir sesle ve adamın yüzüne bakmadan:

-Sütlaç, dedi.

Adam teşekkür etti. Teşekkürü iki anlama da gelebilirdi: Kabak tatlısı için ya da bilgi için. Adam görünürde pastacıya teşekkür etmişti ama kadına bakarak. Teşekkürün gizli bir dolayımı vardı. Eğer dükkanda o güzel kadın olmasaydı adam muhtemelen reddedilecekti.

O sırada dükkanın dışındaydım. Şöyle düşündüm. Adam dilenme anı için tek müşterisi güzel bir kadın olan dükkânları kolluyordu. Bunun iki anlamı yok.



23 Eylül 2022 Cuma

ÖZLEMEK

 


-Seni özledim.

-Ben de….

Bu konuşmayı şehir değiştirmiş evden uzak birinin sevgilisiyle mutluluk yenileyen konuşması olarak düşünürseniz duygunun değeri düşer. Şöyle düşünün: Bu iki sevgili dargın, aylardır görüşmemişler. Ayrılıkta ikisinin de haklı sebepleri var. Ama objektif olalım, biri daha haklı. Haklılık terazisinin adil sonucu, daha haksız olan daha fazla özlüyor. Ve bir gün dayanamıyor söz ağzından çıkıyor (ağız metafor burada, söz parmaklardan çıkıyor, telefonda mesajlaşıyor). Ama artık dayanamadığını söylemiyor. O zaman sözün açılımını biz yazalım:

'Artık dayanamıyorum, seni özledim.'

Özlemek diğerini de açık olmaya davet eden riskli bir sözcük. Diğerinden ben özlemedim cevabı da gelebilirdi. Cevap diyoruz çünkü seni özledim gizli bir soru cümlesi: Sen de özledin mi? Bu yüzden özlemin bir terbiyesi var; duygu ham haliyle, artık dayanamıyorum seni çok özledim acaba sen de özledin mi olsa da söz diğerinin karşısına budanmış olarak çıkıyor. Seni özledim... bu kadar, bir protokol sözü.

Yukarıdaki diyaloğa kadar her şey belirsiz. Yani her biri kendi duygusundan emin diğerinin duygusundan kuşkulu. Aramamak kasten bu kuşkuyu diğerinde kronik hale getirmek değil mi?Belirsizlik iki taraf için de nadasa bırakılmış, hem kendini besliyor hem de özlemi. Ama özlem acı veriyor ve muterif rolü bir kişiye düşüyor. 

-Seni özledim.

İnsan sevdiğini ne zaman özlemez? Elbette birlikte olduğunda. 

Seninle birlikte olmak istiyorum sözünün seni özlemek istemiyorum anlamına gelmesi tuhaf.

Kadın ve adam  bunları konuşmadılar. Mesajlarını yazdıktan sonra beklediler.

Neden beklediler diyorum ki?.. Olan biteni Tanrı gibi görmemi isteyen okuyucunun emrine amadeyim burada. Buyurun:

Adam kadının ‘Ben de’ sözüne baktı, bir daha baktı, sonra bir daha, telefonun ekranı kararırken gözünden bir damla yaş düştü… içi öyle daralmıştı ki nefesini bırakırken mi yoksa alırken mi inledi anlaşılamadı (Yazar-Tanrı’nın da anlayamadığı şeyler vardır). Balkon kapısını açtı, denizin sesi, güz rüzgârının yerde sürüklediği bir yaprağın sesi... o sesi duydu.

Kadın hemen yazmıştı ‘Ben de’yi. Bir duygu 911 hattı gibi cevval olabilir miydi? Üç noktayı koyarken imla kurallarına uyduğunun farkında değildi. Başparmağının ekrana yaptığı baskıydı bu, sevincine başparmağının tempo tutması. Hatta bir fazlası, art arda dört nokta. Evde biri vardı, kadın tam hıçkıra hıçkıra ağlayacakken odanın kapısını kapattı. 

Adam, yine olmayanı  özlüyordu şimdi, sevdiğine sarılmayı.







2 Eylül 2022 Cuma

Arkadaşım Gün Ayhan Utkan'la

 





 

2020 yılının Eylül ayıydı galiba, arkadaşım Gün'den mesaj geldi, Natama dergisi benimle söyleşi yapmak istiyormuş. Şaşırdım. Ben ne zaman kendisiyle söyleşi yapılacak kadar önemli biri olmuştum?  Soruları Gün hazırladı gönderdi. 


 Söyleşi Natama dergisinin 2021 Ocak ayında yayınlandı. 



 GÜN: Ömer, Borges’le 1984 yılında yapılan bir söyleşi direkt olarak “size çok yıllar önce Brezilya ve Paraguay sınırındaki, Saint‘ Ana do Livramento’da ne oldu?” diye başlıyor. Borges de bir adamın öldürülmesine şahit olduğunu, başta pek etkilenmediğini ama daha sonra, zamanla çok etkilendiğini ve olayın hafızasında giderek büyüdüğünü söyler. “Düşünün: öldürülen bir adamı görmek!” der. Gerçekten öyle bir şey gördünüz mü diye sorulduğunda da,  Borges gülerek, kim bilir belki de görmedim. Hepimiz yalancıyız sonuçta, der. Bunun sizinle konuşmak için uygun bir giriş olacağını düşünmekle birlikte, sizin yazarken ya da anlatırken, konuları hikayeleştirirken düşüncelerinizi merak ediyorum. Biraz daha açmam gerekirse, mesela Alman film yönetmeni Herzog da yaklaşık olarak, sadece gerçeklerin peşindeyseniz, lütfen kendinize Manhattan'ın telefon rehberini satın alın. Dört milyon kez doğru gerçeğe sahiptir. Ama aydınlanmıyor- der.

 

BEN: Sorunun mecaz olma potansiyeli yüksek. Ama ben soruyu önce düz anlamıyla kabul edeceğim. Borges’in itirafı beni cesaretlendirdi, olumlayarak başlayayım, çünkü başımdan Borgesvari bir olay geçti vaktiyle.  Yaşadığım kasabada evden okula giderken oldu olay. İlkokul birinci sınıftaydım. Sahil yolundan yürüyordum, meydana sapan dönemeçte bir kahvehanenin önünde kalabalık görmüştüm. Böyle durumlarda çocuklar genellikle itilir kakılır, ayak altında dolaşmazlar. Ama insanlar neye bakıyorlarsa bir şeyin etrafında çember olmuşlar tüm dikkatlerini oraya vermişlerdi. Kimse fark etmeden yanaştım, adamların bacakları arasından baktım ve göreceğimi gördüm. Bir adam boylu boyunca yerde yatıyordu, arada bir bacağı seğiriyordu. Müdahale eden biri, ‘Kafasına yemiş kurşunu’ dedi. Gözlerim seğiren bacaktan toprağa sızmış kana kaydı. Başka biri ‘Can çekişiyor’ dedi. Sonradan can çekişmenin imgesi olacak o bacak seğirmesi hep aklımda kaldı. Kasası kapalı beyaz bir kamyonet geldi, iki kişi adamı kollarından ve bacaklarından kaldırıp kamyonetin içine koydular.  Kalabalık dağılacakken biri gördüklerini anlatmaya başladı, insanlar yine çember oldular, bu kez pür dikkat herkes anlatıcıya bakıyordu. O anlattıkça ben de hayal ettim. Vurulan adam kahvehanenin önünde çay içiyormuş,  sabah güneşi mayıştırmış onu, katil olayı gören adamın önünde birden belirmiş, belinden silahı çıkarmış ve çay içen adama ateş etmiş. Sonradan ben bu olayı anlatırken olayı gören adamın anlattıklarını da kendi hikâyeme ekledim. Ayrıntılar katarak, betimlemelerle. En çok vurulan adamın vurulacağını anladığı anda düştüğü durumu ayrıntılarken; gözlerinin belermesini, çay bardağını elinden düşürmeden bardak altlığına koyuşunu, yani ölüm o kadar yakınken bardağı yerine koyma nizamına otomatik olarak uymasını, iki elini yüzüne siper edişini, kurşunu yiyen kafasının şuursuzca irkilmesini… O zamanlar kasabada kan davası güden iki aileden insanlar patır patır birbirlerini öldürüyorlardı. Çoluk çocuk herkesin cinayetlere tanıklığı vardı. Neden ben geri kalaydım, tam da şimdi Borges’in sözünü tekrarlayabilirim, “Düşünün öldürülen bir adamı görmek!” Gördüğün gibi yalancı olma ihtimalim Borges gibi yine de yüzde yüz değil. Ya da muğlak değil. Öykünün yarısı sağlam. Bundan eminim. Taklit ettiğim şey hikâyeden çok adamın olaya herkesin ilgisini üzerine çekecek biçimde birinci elden tanık olmasıydı. Bu hikâyeyi anlatacağım birileri hep oldu. Senede bir iki kez anlatmışımdır herhalde. İnsanların afallamış halini ele geçirmek zevklidir… Olayı hatırlamakla kendi anlatımımı hatırlamanın garip bir bileşimi var burada.   Bir trafik kazasını olup bittikten sonra görme ihtimalin olay anında görme ihtimalinden çok daha fazladır; bilirsin bir yolculukta hep karşımıza çıkar: yolun kenarına savrulmuş devrik bir araba, sağa sola saçılan eşyalar, kan izleri falan. Bir de bu olayı tam yaşandığı sırada gören birinin avantajını düşün. Aranızda kendiliğinden bir anlatı hiyerarşisi meydana gelir. Sözü dinlenecek olan öbürüdür. Nedir sözün dinlenmesi? Şimdi gelelim mecaza. Öncelikle diğerinin bakışıdır, yüzünde soğurduğun bakışlar, seni var eden bakışlar. İnsan konuşmadan uzun süre biriyle göz göze gelemez. Aşkta farklı. Neyse… Göz tenin ikamesidir burada, mesela sarılmanın, okşamanın. Yazarlar bu arzuyu daha da dolayımlar, bu durumda yazı bakılmanın (gözün) ikamesidir. Nihayetinde yazı gözle okunur ve bu dolayımda sözcükler yazarın tenidir. Edebi bir hikâye ile mitomanik bir hikâye arasında ciddi bir fark var elbette ama arkasındaki dürtü her ikisinde de hemen hemen aynı. Sanıyorum ölüm kadim çağlardan beri hikâyelerin ana malzemesi. Kötü haber tellalı denilen kişiler vardır. Bilirsin herkesin çevresinde bulunur bunlardan. Haberi iletirken haz alırlar. Bu insanların aldıkları haz başkasının ölümü değildir aslında, haberi iletirken kendilerinde diğerinin duygularını kontrol etme yetisini duyarlar. Geçenlerde kızımın gittiği 10. sınıfa  Türkçe öğretmenleri öykü yazma ödevi vermiş. Öğrenciler yazdıkları öyküleri öğretmenlerine göndermeden Whatsapp’ta önce kendi gruplarında paylaştılar, ben de tek tek okudum. Hepsinde ortak nokta ölümdü.

 

GÜN: Son 10 yılda bloğunuzda 235 yazı yayınladığınızı biliyor muydunuz? Weblog’un kısaltılmış hali blog platformu genelde gayri resmi, günlük tarzında metinler oluyor. Daha çok spor, politika, hatta kitsch bile sayılabilinecek pop kültür ile ilgili. Sizin yazdıklarınızı maalesef’in tersiyle, epey farklı. Blog ve geleneksel haliyle bildiğimiz hikaye arasındaki farkı merak ediyorum. En azından sizde nasıl? Bloglarınızda kaynaklar, dipnotlar, destekleyici görseller kullanıyorsunuz. Bana blog yazmak mahalle arasında top oynamak gelirdi. Kötü oynasan pek sorun değil ama hikaye ve roman yazmak biraz daha farklı. 50 bin kişinin önünde top oynama stresi var analojisi yapmak istiyorum. Bu konuda neler demek istersiniz?

B: ‘Mahalle arasında top oynamak…’ bu sözü sevdim. Blog, sanal dünyanın bana verdiği bir arsa. Mülkiyetçi bir duygun yoksa bile bu arsa simülasyonunu benimseyebilirsin. Galiba başımızı sokacak bir yer istiyoruz, hobi bahçesi gibi yazı bahçesi. Kapının anahtarı bizde, önce bu ayrıcalık tav ediyor. Bence bütün sosyal medya patronları icatlarını insanların bu ruh haline denk getirmiş. Kurucu bir şey. Dostoyevski Suç ve Ceza romanında tali karakterlerinden birine söyletir bu duyguyu: ‘İnsanın gidecek bir yeri olmalı… düşünebiliyor musun insanın gidecek bir yerinin olmamasını?..’ Mealen böyle bir sözdü. Çağımız için uyarlayabiliriz: İnsanın görünecek bir yeri olmalı… düşünebiliyor musun insanın görünecek bir yerinin olmamasını?..

Blog, üzerimde bir yazı otoritesinin olmadığı bir yer, kendi kendinin editörüsün. Az veya çok kendi okurunu yaratıyorsun. Ama okur dediğimiz şey son derece sınırlı tabi, benim durumum tam da senin parodik ‘Mahalle arasında top oynamak’ sözünün karşılığı. Öbür yandan soyut “okur” diye başka bir kavram var, müphem bir kavram. Otoriter, gaddar ve dikizci… hep başımda dikiliyor. Yalnız ertelemelerime, mesaiden kaytarmalarıma hiç karışmıyor. Bu soyut “okur” çoğu zaman ben miskin miskin otururken bana eşlik ediyor ama ben yazıya giriştim mi o da canlanıyor. Hadi diyor bana kalk söyleyecek bir şeyler bul, o zaman soyut okur uzakta somut birinin beklentisiyle sesleniyor sanki. İtiraf edeyim hayal meyal böyle bir somut okurum da var. İzninle bu tuhaf varlığa biraz tarihsel bakmak isterim. Şöyle bir soru: Antikçağda okuryazar sayısı çok düşükken Aristo kime yazıyordu? Soruyu yazıyı replika etme olanağı çok düşükken kime yazıyordu sorusuyla tamamlamazsam eksik kalır. Henüz yazının soyut okurunu bulmadığı bir çağ. Buna rağmen yazı bu tuhaf okura hitap etmeyi başarmış. Bu nasıl mümkün oldu acaba? Bence zamanın düşünürlerinin felsefi sorunları fark etmeleriyle yazı ve ölümsüzlük ilişkisini sezmeleri arasında bilinçdışı bir ilişki var. Biri diğerini öncelemiş ama hangisi? Yazı ve ölümsüzlüğün önceliği daha akla yatkın geliyor. Filozoflar saray çevresine yazıyordu, zaten bu yazıların günümüze ulaşmasını sağlayan şey kralların kütüphaneleri kendi zilliyetlerine geçirmelerinden. Bu eserler kraldan krala, ya da filozoftan filozofa çağlar boyunca yaşayacaktı. Bu bir varsayımdı ama öncelikle bir arzuydu. Ölsen bile okunuyorsun! İşte soyut seçkin “okuyucu” gelecekte bekliyordu. Yoksa bile yazı onu icat ediyor. Ekonomi diliyle söylersek yazı arzın talebi doğurduğu bir piyasanın baş aktörü haline geliyor. Bu durum soyut okuyucunun zemini olarak bize miras kaldı ve hiç değişmedi.

Bunun mutlak bir arzu olması bir yanılsama olmadığı anlamına gelmiyor. Blog bu olası yanılsamayla yüzleşmemi kolaylaştırıyor. Ben blog yazılarımı sürekli değiştiriyorum. İçimdeki soyut okur hep teyakkuz halinde. Yazıyı değiştirme imkânı özensiz yazmanın nedeni de sayılabilir. Değiştirdiğime göre bu hep var. İkide bir soyut okurun yerine geçiyorum, kendi yazılarımın sadık okuru olarak kendi yerime.

 

 

 

GÜN: Ömer, en son buluştuğumuzda şimdililerde taksi şoförlüğü yapan, 30-40 yıl önce, nerdeyse çocuk yaşta hapse giren birisiyle ilgili hikaye yazmak için Karadeniz’in bir iline gidip, görüşeceğini söylemiştiniz. Bana Capote’nin kurgusal-olmayan In cold blood (Soğukkanlıkla) romanını çağrıştırdı…

B: Araya covid19 girdi. Yoksa bu yaz kasabaya gidecek ve o insanla uzun görüşmeler yapacaktım. Başka iki hikâyenin daha izini sürecektim ama olmadı. Ortalığın durulmasını bekliyorum. Beni çeken o insanların peşinde dolaşırken kendi halim. Hikâye avcısı gibi.  Muhtemelen bir araba kiralayacaktım. O insanların yaşadığı köylere tırmanacaktım. Tırmanma sözünün dramatik etkisi bir tarafa Karadeniz köyleri hep tepelerdedir ve bir yerde tabana kuvvet yokuş yukarı yürürsün, kendimi fındık ocaklarının arasından patikalarda yürürken hayal ettim. Kaynak sularından demlenen çayı yudumlayıp o insanlarla konuşurken… Sorular soracaktım;  peki nasıl oldu, ne hissettin soruları ve pusuda bekleyen başka sorular. Sigaraya da başlasam görüntü kâm olacak…  Bu arzumun sana çağrıştırdığı Capote’un Soğukkanlılıkla romanıyla nasıl bağ kurabilirim? Yıllar önce severek okumuştum bu romanı. Romanda geçen cinayetin “nedensiz”liği çarpmıştı beni. Capote’u olayın içine taşıyan da bir neden bulma merakıydı galiba. Kriminal olarak katilin cani bir ruh haline sahip olması öldürmenin nedeni sayılabilirken, o insanların bu ruh haline nasıl büründükleri daha incelikli bir bakış gerektirir. Tam da bu bakış cinayeti işleyen katillerle, yakalanıp idamı bekleyen ve içlerini döken aynı katillerin farkına tekabül ediyordu. Romanı da ikiye bölmüş bu durum. Romanı bitirdiğimde kafamın karmakarışık olduğunu hatırlıyorum. Capote’un yazma serüveniyle ille de koşutluk kuracaksam şöyle bir handikabım var: Yazan kişiler en önemli gözlemlerini yakın çevrelerinden elde ederler, ama onları bu gözlemleriyle deşifre etmekten de korkarlar. Yazanın üzerinde kalıcı bir sansür uygular bu durum ve mutlak bir yasa gibi işler. Ama sansürün asıl etkisi ilgili konuda hiç yazmamak değil gözlemler üzerinde düşünme fırsatını kaçırmaktır.  Bu insanlar yaşıyor ve kendilerine yeni bir yaşam kurmuşlar, onları rencide edecek bir şey yazamam. Bu durum bizim ülke yazarının kaderi galiba. Hikâyesini ödünç aldığın birine borçlusun. Bu yüzden yazacağım hikâyenin aslına sadık kalıp kalmayacağım konusunda anlatıcıyla bir anlaşma yapmam gerekecek. Amacım hikâyenin aslına sadık kalmak değil zaten, ihanet etmek.  Nihayetinde isimleri değiştiririm, hatta olayları da, ama ihanet etmeden olmaz. Peşine düştüğüm şey olay değil, insanın hakikati çünkü…

Belki de vazgeçerim. Böyle çok vazgeçtiğim oldu.  Ama şunun sözünü verebilirim, yola çıkacağım ve bu kendime dönük de bir hikâye olacak. Böylelikle sana ileride anlatacağım yeni bir hikâyem olur, yeniden bir araya gelince konu başlatma sıkıntısı çekmem. İki kişi bir araya geliyor ve konuştukları konu aralarında olmayan üçüncü kişide düğümleniyorsa orada samimi duygular yeşermez, senin yanında kendimden söz edebiliyorum.

 

GÜN: Yazılarınızda ahlaki bir değer yargısı, okurda bir hesaplaşma imkanı bırakıyorsunuz sanki. Bu bilinçli mi? İnsanların zafiyetlerinden, yaşam koşullarından, psikolojilerinden çok bahsediyorsunuz. Nezaket gereği haklı da diyebilirsiniz ya da…

B: Aslında işin içinden çıkamıyorum. Ahlâki çatışmalar konusunda aklıma İsaiah Berlin’in verdiği bir örnek geldi. Şimdi kitabı bulmam uzun sürer, şöyle bir şeydi: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiliz istihbaratı bir Nazi işbirlikçisini sorgular, ondan Gestapo ajanlarının isimlerini isterler. Nazi işbirlikçisi bu bilgiyi size neden vereyim der, beni eninde sonunda kurşuna dizeceksiniz. O sıralarda insanlar birbirlerini Gestapo ajanı diye ihbar etmektedir (bizdeki Fetöcü suçlaması gibi), bir yığın insan gereksiz yere işkence görür, ölür, ya da en hafifinden damgalanır. Nazi işbirlikçisi eğer kendisinin sağ kalmasına söz verirlerse isimleri açıklayacağını söyler. Tabi bu problemin pragmatik çözümü çok basit, işbirlikçiye söz vermek, isimleri almak ve sonra da onu kurşuna dizmek. Buna parça bütünle çelişiyorsa parçayı inkâr et ahlâkı denir. Ama sizi inkâr edeceğiniz kısma parça demeye götüren kriteriniz nedir? Tamam nicel olarak parça denilebilecek bir Nazi işbirlikçisini inkâr ediyorsunuz ama Kant’ın ünlü maksimlerinden söz verme ahlakını da inkâr ediyorsunuz. Yani parçanın ve bütünün ötesinde çok daha ilkesel olan bir şeyi. Ama iş bununla da kalmıyor, söz verdin mi tutacaksın iyi güzel ama söz vermek nedir? Bu kez devreye Austin’in söz edimleri kuramı giriyor… Evrensel ahlak bir şey çözmüyor aslında, bize sadece olumlu ya da olumsuz olanı söylüyor. Buna göre yaptığımızın doğru olup olmadığına karar vermek toplumsal ahlâkın kuşatmasıyla kendimizi kandırmaya kalıyor. Mesela çalmayacaksın denir, on emirden biri. Hadi Marx’ın Kapital’ini okuduktan sonra bir orta sınıf mirasyedi mensubu kendini çalmadığına inandırsın bakalım. Aksi için insanın zeka olarak hep somut işlem döneminde kalması gerekir. Yani çalmayı sürekli bir yankesici veya benzerinin kriminal davranışları üzerinden okuması…

 

 

GÜN: Ömer, hikaye anlatma konusunda olduğu gibi, konu seçiminde nerdeyse hiç sıkıntı çekmiyorsunuz. Ayakkabı boyacılarından tut, gönderilmeyen mektuplar (Kafka’nın babasına yazdığı mektuplardan da bahsettiğiniz), katliam, bıyık, gülme, yalan konuşma üzerine (Raymond Carver’in hikayesi etrafında dönen yazınız), yetersiz bakiye korkusuz üzerine gözleminiz, Müslüm Baba filmi aklıma gelenler. Bunların çoğunu da hikayeleştirerek ve referanslı yazıyorsunuz.

B: Bir not defterim var. Sadece ileride yazacağım konu başlıklarından oluşuyor. Ve giderek kabarıyor. Yazılmayı bekleyen onlarca konu. Bu konu biriktirme işini Doris Lessing’ten kapmıştım. Onun Altın Defter’inde böyle bir bölüm vardır. Aslında tam böyle değil galiba… Benim ilgimi önce tuhaflık çekiyor. Ama tuhaf olan cascavlak bir veri değil. Ya da birtakım tesadüflerin sizi bulması değil. Tuhaflık olaya biraz uzun bakmanın bir yerinde, olay başıma geldikten ve biraz kendimi dinledikten sonra başlıyor. Zaten tuhaf olanla; aykırı, garip, yabancı arasında bir ayrım var kafamda. Tuhaflık zıt şeyleri –hadi zıt demeyeyim, birbiriyle ilgisiz şeyleri benimseme süreci… öte yandan ucubeyle normali uzlaştırma çabası. Yani tuhaflığı dışarıda kalan cüruf bir şey sanmamak gerekir, ben de dahil hepimiz tuhaflığın içine düşüyoruz ve tepkisel yanımız olan “normal”i yatıştırıyoruz. Nihayetinde başka bir normalleşme süreci başlıyor, işte bu yeni normalin kendisi tuhaf. Çünkü her şeyin vaktiyle ne olduğu ve nereye geldiğinin tarihçesi yazılabilir. Benimkisi bir tür normali itibarsızlaştırma. Ama paradoks şurada ki aslan payını önce normale veriyorum. Geçenlerde bastonlu bir adam gördüm, yaşlıydı ama bastonunu bacaklarına destek olsun diye taşıdığını söyleyemeyeceğim bir diriliği de vardı, adam bastonunun ucunu yere değdirmekten kaçınıyordu, sanki ucu aşınacakmış gibi… yanındakiyle konuşurken bir şeyleri bastonunun ucuyla işaret ediyordu. Nasıl desem baston covid 19’la da meşrulaşan fiziksel mesafenin ta kendisiydi. Bastonun engelli aracı olmasından bir statü davranışı kazandıran sembole dönüşmesinin tipik hali. Nesneler de zayıf hafızalı, kökensel işlevlerini unutuyorlar. Askerde generallerin böyle bastonları olur, denetim sırasında onu işaret parmağı gibi kullanırlar. Hem gösterme hem de aşağılama aracı olarak. Budist rahiplerin bastonları mesela, onlara bilge ve yorgun bir hava verir. Bu gözlemim aynı sıralarda okuduğum Halldor Laxness’in Salka Valka romanın bir yerinde karşıma çıktı, kafamda ham olarak duran anekdot birden canlandı. Defterime not aldım, duruyor öyle.  Bir lisansüstü tezi olmaya değmese de biraz ayrıntıyla belki bir deneme konusu olabilir.

Yazılarımda hikâye ve deneme tarzı birbirine karışıyor. Nihayetinde ben bir yazar sayılmam, bir editörüm olsaydı bana sadece şöyle yaz diyebilirdi, muhtemelen ben de uyardım; ama benim  kimseye karşı yükümlülüğüm yok. Yani yaptığım şey edebi bir üsluptan çok kendi başına buyrukluk.

 

 

GÜN: Sizinle sanırım 6 kere yüz yüze buluştuk. Birisinde Enis Akın’la evinize gelmiştik (30 Nisan, 2017). Eski bir caminin yanında, çok eski ve küçük bir okulda öğretmenlik yaptığınız günler. Yoksa çocuklara anlatmak ile bizlere anlatmak arasında bir fark bulmuyor musunuz? Belki biliyorsunuz, Kürt Vonnegüt, George Orwell, Stephan King da sizin gibi yazmadan önce bir dönem öğretmenlik yapmışlar. Bana sanki size çok doğal geliyor yazmak. Başınızdan geçenleri hikayeleştirmek. Malzemeye tepki şeklinde mi oluyor, o süreç nasıl gelişiyor. Sizi okurken, sanki hiç kötü bir yazınızla karşılaşmayacağım hissi hatta güveni edindim. Bu konuda yalnız olmadığımı da biliyorum.  Messi’den kötü maç görmek gibi. Beklentileri yükseğe çıkarttığınız farkında olup olmadığınızı bilmiyorum ama öyle gündelik hayatı idame etmekle birlikte, bir şekilde gözlemlediğinizi düşünüyorum. Kuşkusuz yazacaklarınızın malzemesi için dışarı çıkmıyorsunuz ama bazen sanki yazdığınız konulardan bir şekilde kaçamadınız şeyler. Bana öyle geliyor ki hemen hemen her konuda yazabilirsiniz? Yaşadığımız hayat sana çok malzeme mi veriyor yoksa hiçbir şey siz şaşırtmıyor mu? Sizi neler tetikliyor?

 

B: Elbette söylediklerin güzel övgü dolu sözler, laf olsun diye övmediğini biliyorum. Ama hemen her konuda yazacağım iddiası abartma olur.  Öğretmenliğin, çocuklarla bir arada olmanın şöyle bir avantajı var: Onlarla ben de çocuk oluyorum. Tabi bu çocukluğun alçakgönüllü ya da indirgemeci bir tavır olmadığını söylemeliyim. Önce yapıntı bir çocuk olmakla başlasa da –mesela tatil dönüşlerinde- hemen işin rengi değişiyor, sözünü ettiğim kelimenin gerçek anlamıyla çocuk olmak. Derslik  psikanalizdeki regresyon kavramına uygun bir ortam sağlıyor.  Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur atasözünü tersinden kuracağım bir alan açtı bana okul. Bir yetişkinle karşılaştığım zaman –özellikle tanımadığım, kalburüstü ve kibirli olanlarla- onun yüzünü çocuk haline geri gönderebiliyorum, çocuk derken bütün zaafları, yüzlerindeki sakarlıkları, yüzlerine oturmamış acemi mimikleriyle onları sınıfta sıralardan birine oturtuyorum. Filmlerde olur bu tür geri dönüşler. Bir tür yüz biçimlendirme. Hani uzmanlar binlerce yıl yaşında bir kafatasına bilgisayarda yüzünü kazandırırlar ya, öyle.   Acımasız bir şey, biliyorum; hatta biraz da kalleşçe. Ama onların bundan haberi olmuyor.

 

 

GÜN: Amerikalı kısa – kısa hiakeye yazarlarından Lydia Davis ile yapılan bir söyleşiyi dinlemiştim. Bir dönem hemen hemen aklından geçen her şeyin hikaye formuna dönüşebileceğini, Davis buna malzemeye karşılık vermeye çalışmak diyordu. Sende uyarıcı etki yaratan unsurlar ne oluyor mesela? Son olarak Ömer Şenel blog yazılarıyla mı devam edecek yazmaya?

B: Olaya tanık oluyoruz ya da olay anını yaşıyoruz, anlatma formu daha sonradan geliyor. Hatırlamayla. Hatırlıyorsanız, nasıl hatırlayacağınızı da belirliyorsunuz demektir. Unutacağınız birçok ayrıntıyla öne çıkardığınız şeyler arasında bir seçimdir hatırlamak. Unutmasanız bile asla anlatmayacağınız şeyleri elemek. Bence hikâyenin can damarı burası. Anlatmayacağınız şey derken önce akla utanç geliyor ama kastettiğim o değil, daha çok olayın karmaşası; dile gelmemesi, nasıl anlatırsanız anlatın bir şeylerin eksik kaldığı hissi. Bir gün bu haliyle gün ışığına kavuşuyor. Karmaşanın estetik hali. İnsanlar genellikle çözüm nerede diye sorarlar. İyi bir hikâyede çözüm ve karmaşa birbirinin karşına konmaz.

 

Neyse biraz daha düşünülebilir. Bugünlerde küskünlük üzerine bir yazı kaleme alacağım. Bakalım epey not tuttum.