2020 yılının Eylül ayıydı galiba, arkadaşım Gün'den mesaj geldi, Natama dergisi benimle söyleşi yapmak istiyormuş. Şaşırdım. Ben ne zaman kendisiyle söyleşi yapılacak kadar önemli biri olmuştum? Soruları Gün hazırladı gönderdi.
Söyleşi Natama dergisinin 2021 Ocak ayında yayınlandı.
GÜN: Ömer, Borges’le 1984 yılında yapılan bir söyleşi direkt olarak “size çok yıllar önce Brezilya ve Paraguay sınırındaki, Saint‘ Ana do Livramento’da ne oldu?” diye başlıyor. Borges de bir adamın öldürülmesine şahit olduğunu, başta pek etkilenmediğini ama daha sonra, zamanla çok etkilendiğini ve olayın hafızasında giderek büyüdüğünü söyler. “Düşünün: öldürülen bir adamı görmek!” der. Gerçekten öyle bir şey gördünüz mü diye sorulduğunda da, Borges gülerek, kim bilir belki de görmedim. Hepimiz yalancıyız sonuçta, der. Bunun sizinle konuşmak için uygun bir giriş olacağını düşünmekle birlikte, sizin yazarken ya da anlatırken, konuları hikayeleştirirken düşüncelerinizi merak ediyorum. Biraz daha açmam gerekirse, mesela Alman film yönetmeni Herzog da yaklaşık olarak, sadece gerçeklerin peşindeyseniz, lütfen kendinize Manhattan'ın telefon rehberini satın alın. Dört milyon kez doğru gerçeğe sahiptir. Ama aydınlanmıyor- der.
BEN:
Sorunun mecaz olma potansiyeli yüksek. Ama ben soruyu önce düz anlamıyla kabul
edeceğim. Borges’in itirafı beni cesaretlendirdi, olumlayarak başlayayım, çünkü
başımdan Borgesvari bir olay geçti vaktiyle. Yaşadığım kasabada evden okula giderken oldu
olay. İlkokul birinci sınıftaydım. Sahil yolundan yürüyordum, meydana sapan
dönemeçte bir kahvehanenin önünde kalabalık görmüştüm. Böyle durumlarda çocuklar
genellikle itilir kakılır, ayak altında dolaşmazlar. Ama insanlar neye
bakıyorlarsa bir şeyin etrafında çember olmuşlar tüm dikkatlerini oraya
vermişlerdi. Kimse fark etmeden yanaştım, adamların bacakları arasından baktım
ve göreceğimi gördüm. Bir adam boylu boyunca yerde yatıyordu, arada bir bacağı
seğiriyordu. Müdahale eden biri, ‘Kafasına yemiş kurşunu’ dedi. Gözlerim
seğiren bacaktan toprağa sızmış kana kaydı. Başka biri ‘Can çekişiyor’ dedi. Sonradan
can çekişmenin imgesi olacak o bacak seğirmesi hep aklımda kaldı. Kasası kapalı
beyaz bir kamyonet geldi, iki kişi adamı kollarından ve bacaklarından kaldırıp
kamyonetin içine koydular. Kalabalık
dağılacakken biri gördüklerini anlatmaya başladı, insanlar yine çember oldular,
bu kez pür dikkat herkes anlatıcıya bakıyordu. O anlattıkça ben de hayal ettim.
Vurulan adam kahvehanenin önünde çay içiyormuş,
sabah güneşi mayıştırmış onu, katil olayı gören adamın önünde birden
belirmiş, belinden silahı çıkarmış ve çay içen adama ateş etmiş. Sonradan ben
bu olayı anlatırken olayı gören adamın anlattıklarını da kendi hikâyeme ekledim.
Ayrıntılar katarak, betimlemelerle. En çok vurulan adamın vurulacağını anladığı
anda düştüğü durumu ayrıntılarken; gözlerinin belermesini, çay bardağını
elinden düşürmeden bardak altlığına koyuşunu, yani ölüm o kadar yakınken bardağı
yerine koyma nizamına otomatik olarak uymasını, iki elini yüzüne siper edişini,
kurşunu yiyen kafasının şuursuzca irkilmesini… O zamanlar kasabada kan davası
güden iki aileden insanlar patır patır birbirlerini öldürüyorlardı. Çoluk çocuk
herkesin cinayetlere tanıklığı vardı. Neden ben geri kalaydım, tam da şimdi
Borges’in sözünü tekrarlayabilirim, “Düşünün öldürülen bir adamı görmek!” Gördüğün
gibi yalancı olma ihtimalim Borges gibi yine de yüzde yüz değil. Ya da muğlak
değil. Öykünün yarısı sağlam. Bundan eminim. Taklit ettiğim şey hikâyeden çok adamın
olaya herkesin ilgisini üzerine çekecek biçimde birinci elden tanık olmasıydı. Bu
hikâyeyi anlatacağım birileri hep oldu. Senede bir iki kez anlatmışımdır
herhalde. İnsanların afallamış halini ele geçirmek zevklidir… Olayı
hatırlamakla kendi anlatımımı hatırlamanın garip bir bileşimi var burada. Bir
trafik kazasını olup bittikten sonra görme ihtimalin olay anında görme
ihtimalinden çok daha fazladır; bilirsin bir yolculukta hep karşımıza çıkar: yolun
kenarına savrulmuş devrik bir araba, sağa sola saçılan eşyalar, kan izleri
falan. Bir de bu olayı tam yaşandığı sırada gören birinin avantajını düşün.
Aranızda kendiliğinden bir anlatı hiyerarşisi meydana gelir. Sözü dinlenecek
olan öbürüdür. Nedir sözün dinlenmesi? Şimdi gelelim mecaza. Öncelikle
diğerinin bakışıdır, yüzünde soğurduğun bakışlar, seni var eden bakışlar. İnsan
konuşmadan uzun süre biriyle göz göze gelemez. Aşkta farklı. Neyse… Göz tenin
ikamesidir burada, mesela sarılmanın, okşamanın. Yazarlar bu arzuyu daha da
dolayımlar, bu durumda yazı bakılmanın (gözün) ikamesidir. Nihayetinde yazı
gözle okunur ve bu dolayımda sözcükler yazarın tenidir. Edebi bir hikâye ile
mitomanik bir hikâye arasında ciddi bir fark var elbette ama arkasındaki dürtü her
ikisinde de hemen hemen aynı. Sanıyorum ölüm kadim çağlardan beri hikâyelerin
ana malzemesi. Kötü haber tellalı denilen kişiler vardır. Bilirsin herkesin
çevresinde bulunur bunlardan. Haberi iletirken haz alırlar. Bu insanların
aldıkları haz başkasının ölümü değildir aslında, haberi iletirken kendilerinde
diğerinin duygularını kontrol etme yetisini duyarlar. Geçenlerde kızımın
gittiği 10. sınıfa Türkçe öğretmenleri
öykü yazma ödevi vermiş. Öğrenciler yazdıkları öyküleri öğretmenlerine göndermeden
Whatsapp’ta önce kendi gruplarında paylaştılar, ben de tek tek okudum. Hepsinde
ortak nokta ölümdü.
GÜN: Son 10 yılda bloğunuzda 235 yazı
yayınladığınızı biliyor muydunuz? Weblog’un kısaltılmış hali blog platformu
genelde gayri resmi, günlük tarzında metinler oluyor. Daha çok spor, politika,
hatta kitsch bile sayılabilinecek pop kültür ile ilgili. Sizin yazdıklarınızı
maalesef’in tersiyle, epey farklı. Blog ve geleneksel haliyle bildiğimiz hikaye
arasındaki farkı merak ediyorum. En azından sizde nasıl? Bloglarınızda
kaynaklar, dipnotlar, destekleyici görseller kullanıyorsunuz. Bana blog yazmak
mahalle arasında top oynamak gelirdi. Kötü oynasan pek sorun değil ama hikaye
ve roman yazmak biraz daha farklı. 50 bin kişinin önünde top oynama stresi var
analojisi yapmak istiyorum. Bu konuda neler demek istersiniz?
B:
‘Mahalle arasında top oynamak…’ bu sözü sevdim. Blog, sanal dünyanın bana
verdiği bir arsa. Mülkiyetçi bir duygun yoksa bile bu arsa simülasyonunu
benimseyebilirsin. Galiba başımızı sokacak bir yer istiyoruz, hobi bahçesi gibi
yazı bahçesi. Kapının anahtarı bizde, önce bu ayrıcalık tav ediyor. Bence bütün
sosyal medya patronları icatlarını insanların bu ruh haline denk getirmiş.
Kurucu bir şey. Dostoyevski Suç ve Ceza romanında tali karakterlerinden birine
söyletir bu duyguyu: ‘İnsanın gidecek bir yeri olmalı… düşünebiliyor musun
insanın gidecek bir yerinin olmamasını?..’ Mealen böyle bir sözdü. Çağımız için
uyarlayabiliriz: İnsanın görünecek bir yeri olmalı… düşünebiliyor musun insanın
görünecek bir yerinin olmamasını?..
Blog,
üzerimde bir yazı otoritesinin olmadığı bir yer, kendi kendinin editörüsün. Az
veya çok kendi okurunu yaratıyorsun. Ama okur dediğimiz şey son derece sınırlı
tabi, benim durumum tam da senin parodik ‘Mahalle arasında top oynamak’ sözünün
karşılığı. Öbür yandan soyut “okur” diye başka bir kavram var, müphem bir
kavram. Otoriter, gaddar ve dikizci… hep başımda dikiliyor. Yalnız
ertelemelerime, mesaiden kaytarmalarıma hiç karışmıyor. Bu soyut “okur” çoğu
zaman ben miskin miskin otururken bana eşlik ediyor ama ben yazıya giriştim mi
o da canlanıyor. Hadi diyor bana kalk söyleyecek bir şeyler bul, o zaman soyut
okur uzakta somut birinin beklentisiyle sesleniyor sanki. İtiraf edeyim hayal
meyal böyle bir somut okurum da var. İzninle bu tuhaf varlığa biraz tarihsel
bakmak isterim. Şöyle bir soru: Antikçağda okuryazar sayısı çok düşükken Aristo
kime yazıyordu? Soruyu yazıyı replika etme olanağı çok düşükken kime yazıyordu
sorusuyla tamamlamazsam eksik kalır. Henüz yazının soyut okurunu bulmadığı bir
çağ. Buna rağmen yazı bu tuhaf okura hitap etmeyi başarmış. Bu nasıl mümkün
oldu acaba? Bence zamanın düşünürlerinin felsefi sorunları fark etmeleriyle
yazı ve ölümsüzlük ilişkisini sezmeleri arasında bilinçdışı bir ilişki var.
Biri diğerini öncelemiş ama hangisi? Yazı ve ölümsüzlüğün önceliği daha akla
yatkın geliyor. Filozoflar saray
çevresine yazıyordu, zaten bu yazıların günümüze ulaşmasını sağlayan şey kralların
kütüphaneleri kendi zilliyetlerine geçirmelerinden. Bu eserler kraldan krala,
ya da filozoftan filozofa çağlar boyunca yaşayacaktı. Bu bir varsayımdı ama
öncelikle bir arzuydu. Ölsen bile okunuyorsun! İşte soyut seçkin “okuyucu”
gelecekte bekliyordu. Yoksa bile yazı onu icat ediyor. Ekonomi diliyle
söylersek yazı arzın talebi doğurduğu bir piyasanın baş aktörü haline geliyor. Bu
durum soyut okuyucunun zemini olarak bize miras kaldı ve hiç değişmedi.
Bunun
mutlak bir arzu olması bir yanılsama olmadığı anlamına gelmiyor. Blog bu olası
yanılsamayla yüzleşmemi kolaylaştırıyor. Ben blog yazılarımı sürekli
değiştiriyorum. İçimdeki soyut okur hep teyakkuz halinde. Yazıyı değiştirme
imkânı özensiz yazmanın nedeni de sayılabilir. Değiştirdiğime göre bu hep var. İkide
bir soyut okurun yerine geçiyorum, kendi yazılarımın sadık okuru olarak kendi
yerime.
GÜN: Ömer, en son buluştuğumuzda
şimdililerde taksi şoförlüğü yapan, 30-40 yıl önce, nerdeyse çocuk yaşta hapse
giren birisiyle ilgili hikaye yazmak için Karadeniz’in bir iline gidip, görüşeceğini
söylemiştiniz. Bana Capote’nin kurgusal-olmayan In cold blood (Soğukkanlıkla)
romanını çağrıştırdı…
B:
Araya covid19 girdi. Yoksa bu yaz kasabaya gidecek ve o insanla uzun görüşmeler
yapacaktım. Başka iki hikâyenin daha izini sürecektim ama olmadı. Ortalığın
durulmasını bekliyorum. Beni çeken o insanların peşinde dolaşırken kendi halim.
Hikâye avcısı gibi. Muhtemelen bir araba
kiralayacaktım. O insanların yaşadığı köylere tırmanacaktım. Tırmanma sözünün dramatik
etkisi bir tarafa Karadeniz köyleri hep tepelerdedir ve bir yerde tabana kuvvet
yokuş yukarı yürürsün, kendimi fındık ocaklarının arasından patikalarda
yürürken hayal ettim. Kaynak sularından demlenen çayı yudumlayıp o insanlarla
konuşurken… Sorular soracaktım; peki
nasıl oldu, ne hissettin soruları ve pusuda bekleyen başka sorular. Sigaraya da
başlasam görüntü kâm olacak… Bu arzumun
sana çağrıştırdığı Capote’un Soğukkanlılıkla romanıyla nasıl bağ kurabilirim? Yıllar
önce severek okumuştum bu romanı. Romanda geçen cinayetin “nedensiz”liği
çarpmıştı beni. Capote’u olayın içine taşıyan da bir neden bulma merakıydı
galiba. Kriminal olarak katilin cani bir ruh haline sahip olması öldürmenin
nedeni sayılabilirken, o insanların bu ruh haline nasıl büründükleri daha
incelikli bir bakış gerektirir. Tam da bu bakış cinayeti işleyen katillerle,
yakalanıp idamı bekleyen ve içlerini döken aynı katillerin farkına tekabül
ediyordu. Romanı da ikiye bölmüş bu durum. Romanı bitirdiğimde kafamın
karmakarışık olduğunu hatırlıyorum. Capote’un yazma serüveniyle ille de
koşutluk kuracaksam şöyle bir handikabım var: Yazan kişiler en önemli
gözlemlerini yakın çevrelerinden elde ederler, ama onları bu gözlemleriyle
deşifre etmekten de korkarlar. Yazanın üzerinde kalıcı bir sansür uygular bu
durum ve mutlak bir yasa gibi işler. Ama sansürün asıl etkisi ilgili konuda hiç
yazmamak değil gözlemler üzerinde düşünme fırsatını kaçırmaktır. Bu insanlar yaşıyor ve kendilerine yeni bir
yaşam kurmuşlar, onları rencide edecek bir şey yazamam. Bu durum bizim ülke
yazarının kaderi galiba. Hikâyesini ödünç aldığın birine borçlusun. Bu yüzden
yazacağım hikâyenin aslına sadık kalıp kalmayacağım konusunda anlatıcıyla bir
anlaşma yapmam gerekecek. Amacım hikâyenin aslına sadık kalmak değil zaten,
ihanet etmek. Nihayetinde isimleri değiştiririm,
hatta olayları da, ama ihanet etmeden olmaz. Peşine düştüğüm şey olay değil,
insanın hakikati çünkü…
Belki
de vazgeçerim. Böyle çok vazgeçtiğim oldu. Ama şunun sözünü verebilirim, yola çıkacağım
ve bu kendime dönük de bir hikâye olacak. Böylelikle sana ileride anlatacağım
yeni bir hikâyem olur, yeniden bir araya gelince konu başlatma sıkıntısı
çekmem. İki kişi bir araya geliyor ve konuştukları konu aralarında olmayan
üçüncü kişide düğümleniyorsa orada samimi duygular yeşermez, senin yanında
kendimden söz edebiliyorum.
GÜN: Yazılarınızda ahlaki bir değer
yargısı, okurda bir hesaplaşma imkanı bırakıyorsunuz sanki. Bu bilinçli mi?
İnsanların zafiyetlerinden, yaşam koşullarından, psikolojilerinden çok
bahsediyorsunuz. Nezaket gereği haklı da diyebilirsiniz ya da…
B:
Aslında işin içinden çıkamıyorum. Ahlâki çatışmalar konusunda aklıma İsaiah
Berlin’in verdiği bir örnek geldi. Şimdi kitabı bulmam uzun sürer, şöyle bir
şeydi: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiliz istihbaratı bir Nazi
işbirlikçisini sorgular, ondan Gestapo ajanlarının isimlerini isterler. Nazi
işbirlikçisi bu bilgiyi size neden vereyim der, beni eninde sonunda kurşuna
dizeceksiniz. O sıralarda insanlar birbirlerini Gestapo ajanı diye ihbar
etmektedir (bizdeki Fetöcü suçlaması gibi), bir yığın insan gereksiz yere
işkence görür, ölür, ya da en hafifinden damgalanır. Nazi işbirlikçisi eğer
kendisinin sağ kalmasına söz verirlerse isimleri açıklayacağını söyler. Tabi bu
problemin pragmatik çözümü çok basit, işbirlikçiye söz vermek, isimleri almak
ve sonra da onu kurşuna dizmek. Buna parça bütünle çelişiyorsa parçayı inkâr et
ahlâkı denir. Ama sizi inkâr edeceğiniz kısma parça demeye götüren kriteriniz
nedir? Tamam nicel olarak parça denilebilecek bir Nazi işbirlikçisini inkâr
ediyorsunuz ama Kant’ın ünlü maksimlerinden söz verme ahlakını da inkâr
ediyorsunuz. Yani parçanın ve bütünün ötesinde çok daha ilkesel olan bir şeyi. Ama
iş bununla da kalmıyor, söz verdin mi tutacaksın iyi güzel ama söz vermek
nedir? Bu kez devreye Austin’in söz edimleri kuramı giriyor… Evrensel ahlak bir
şey çözmüyor aslında, bize sadece olumlu ya da olumsuz olanı söylüyor. Buna
göre yaptığımızın doğru olup olmadığına karar vermek toplumsal ahlâkın
kuşatmasıyla kendimizi kandırmaya kalıyor. Mesela çalmayacaksın denir, on
emirden biri. Hadi Marx’ın Kapital’ini okuduktan sonra bir orta sınıf mirasyedi
mensubu kendini çalmadığına inandırsın bakalım. Aksi için insanın zeka olarak
hep somut işlem döneminde kalması gerekir. Yani çalmayı sürekli bir yankesici
veya benzerinin kriminal davranışları üzerinden okuması…
GÜN: Ömer, hikaye anlatma konusunda
olduğu gibi, konu seçiminde nerdeyse hiç sıkıntı çekmiyorsunuz. Ayakkabı
boyacılarından tut, gönderilmeyen mektuplar (Kafka’nın babasına yazdığı
mektuplardan da bahsettiğiniz), katliam, bıyık, gülme, yalan konuşma üzerine
(Raymond Carver’in hikayesi etrafında dönen yazınız), yetersiz bakiye korkusuz
üzerine gözleminiz, Müslüm Baba filmi aklıma gelenler. Bunların çoğunu da
hikayeleştirerek ve referanslı yazıyorsunuz.
B:
Bir not defterim var. Sadece ileride yazacağım konu başlıklarından oluşuyor. Ve
giderek kabarıyor. Yazılmayı bekleyen onlarca konu. Bu konu biriktirme işini
Doris Lessing’ten kapmıştım. Onun Altın Defter’inde böyle bir bölüm vardır.
Aslında tam böyle değil galiba… Benim ilgimi önce tuhaflık çekiyor. Ama tuhaf
olan cascavlak bir veri değil. Ya da birtakım tesadüflerin sizi bulması değil.
Tuhaflık olaya biraz uzun bakmanın bir yerinde, olay başıma geldikten ve biraz
kendimi dinledikten sonra başlıyor. Zaten tuhaf olanla; aykırı, garip, yabancı
arasında bir ayrım var kafamda. Tuhaflık zıt şeyleri –hadi zıt demeyeyim,
birbiriyle ilgisiz şeyleri benimseme süreci… öte yandan ucubeyle normali
uzlaştırma çabası. Yani tuhaflığı dışarıda kalan cüruf bir şey sanmamak
gerekir, ben de dahil hepimiz tuhaflığın içine düşüyoruz ve tepkisel yanımız
olan “normal”i yatıştırıyoruz. Nihayetinde başka bir normalleşme süreci
başlıyor, işte bu yeni normalin kendisi tuhaf. Çünkü her şeyin vaktiyle ne olduğu
ve nereye geldiğinin tarihçesi yazılabilir. Benimkisi bir tür normali
itibarsızlaştırma. Ama paradoks şurada ki aslan payını önce normale veriyorum. Geçenlerde
bastonlu bir adam gördüm, yaşlıydı ama bastonunu bacaklarına destek olsun diye
taşıdığını söyleyemeyeceğim bir diriliği de vardı, adam bastonunun ucunu yere
değdirmekten kaçınıyordu, sanki ucu aşınacakmış gibi… yanındakiyle konuşurken
bir şeyleri bastonunun ucuyla işaret ediyordu. Nasıl desem baston covid 19’la
da meşrulaşan fiziksel mesafenin ta kendisiydi. Bastonun engelli aracı
olmasından bir statü davranışı kazandıran sembole dönüşmesinin tipik hali.
Nesneler de zayıf hafızalı, kökensel işlevlerini unutuyorlar. Askerde
generallerin böyle bastonları olur, denetim sırasında onu işaret parmağı gibi
kullanırlar. Hem gösterme hem de aşağılama aracı olarak. Budist rahiplerin
bastonları mesela, onlara bilge ve yorgun bir hava verir. Bu gözlemim aynı
sıralarda okuduğum Halldor Laxness’in Salka Valka romanın bir yerinde karşıma
çıktı, kafamda ham olarak duran anekdot birden canlandı. Defterime not aldım,
duruyor öyle. Bir lisansüstü tezi olmaya
değmese de biraz ayrıntıyla belki bir deneme konusu olabilir.
Yazılarımda
hikâye ve deneme tarzı birbirine karışıyor. Nihayetinde ben bir yazar sayılmam,
bir editörüm olsaydı bana sadece şöyle yaz diyebilirdi, muhtemelen ben de
uyardım; ama benim kimseye karşı
yükümlülüğüm yok. Yani yaptığım şey edebi bir üsluptan çok kendi başına
buyrukluk.
GÜN: Sizinle sanırım 6 kere yüz yüze buluştuk.
Birisinde Enis Akın’la evinize gelmiştik (30 Nisan, 2017). Eski bir caminin
yanında, çok eski ve küçük bir okulda öğretmenlik yaptığınız günler. Yoksa
çocuklara anlatmak ile bizlere anlatmak arasında bir fark bulmuyor musunuz?
Belki biliyorsunuz, Kürt Vonnegüt, George Orwell, Stephan King da sizin gibi
yazmadan önce bir dönem öğretmenlik yapmışlar. Bana sanki size çok doğal
geliyor yazmak. Başınızdan geçenleri hikayeleştirmek. Malzemeye tepki şeklinde
mi oluyor, o süreç nasıl gelişiyor. Sizi okurken, sanki hiç kötü bir yazınızla
karşılaşmayacağım hissi hatta güveni edindim. Bu konuda yalnız olmadığımı da
biliyorum. Messi’den kötü maç görmek
gibi. Beklentileri yükseğe çıkarttığınız farkında olup olmadığınızı bilmiyorum
ama öyle gündelik hayatı idame etmekle birlikte, bir şekilde gözlemlediğinizi
düşünüyorum. Kuşkusuz yazacaklarınızın malzemesi için dışarı çıkmıyorsunuz ama
bazen sanki yazdığınız konulardan bir şekilde kaçamadınız şeyler. Bana öyle
geliyor ki hemen hemen her konuda yazabilirsiniz? Yaşadığımız hayat sana çok
malzeme mi veriyor yoksa hiçbir şey siz şaşırtmıyor mu? Sizi neler tetikliyor?
B:
Elbette söylediklerin güzel övgü dolu sözler, laf olsun diye övmediğini
biliyorum. Ama hemen her konuda yazacağım iddiası abartma olur. Öğretmenliğin, çocuklarla bir arada olmanın
şöyle bir avantajı var: Onlarla ben de çocuk oluyorum. Tabi bu çocukluğun
alçakgönüllü ya da indirgemeci bir tavır olmadığını söylemeliyim. Önce yapıntı
bir çocuk olmakla başlasa da –mesela tatil dönüşlerinde- hemen işin rengi
değişiyor, sözünü ettiğim kelimenin gerçek anlamıyla çocuk olmak. Derslik psikanalizdeki regresyon kavramına uygun bir
ortam sağlıyor. Bir insan yedisinde
neyse yetmişinde de odur atasözünü tersinden kuracağım bir alan açtı bana okul.
Bir yetişkinle karşılaştığım zaman –özellikle tanımadığım, kalburüstü ve
kibirli olanlarla- onun yüzünü çocuk haline geri gönderebiliyorum, çocuk derken
bütün zaafları, yüzlerindeki sakarlıkları, yüzlerine oturmamış acemi mimikleriyle
onları sınıfta sıralardan birine oturtuyorum. Filmlerde olur bu tür geri
dönüşler. Bir tür yüz biçimlendirme. Hani uzmanlar binlerce yıl yaşında bir
kafatasına bilgisayarda yüzünü kazandırırlar ya, öyle. Acımasız bir şey, biliyorum; hatta biraz da
kalleşçe. Ama onların bundan haberi olmuyor.
GÜN: Amerikalı kısa – kısa hiakeye yazarlarından
Lydia Davis ile yapılan bir söyleşiyi dinlemiştim. Bir dönem hemen hemen
aklından geçen her şeyin hikaye formuna dönüşebileceğini, Davis buna malzemeye
karşılık vermeye çalışmak diyordu. Sende uyarıcı etki yaratan unsurlar ne
oluyor mesela? Son olarak Ömer Şenel blog yazılarıyla mı devam edecek yazmaya?
B:
Olaya tanık oluyoruz ya da olay anını yaşıyoruz, anlatma formu daha sonradan
geliyor. Hatırlamayla. Hatırlıyorsanız, nasıl hatırlayacağınızı da
belirliyorsunuz demektir. Unutacağınız birçok ayrıntıyla öne çıkardığınız
şeyler arasında bir seçimdir hatırlamak. Unutmasanız bile asla anlatmayacağınız
şeyleri elemek. Bence hikâyenin can damarı burası. Anlatmayacağınız şey derken
önce akla utanç geliyor ama kastettiğim o değil, daha çok olayın karmaşası;
dile gelmemesi, nasıl anlatırsanız anlatın bir şeylerin eksik kaldığı hissi.
Bir gün bu haliyle gün ışığına kavuşuyor. Karmaşanın estetik hali. İnsanlar
genellikle çözüm nerede diye sorarlar. İyi bir hikâyede çözüm ve karmaşa
birbirinin karşına konmaz.
Neyse
biraz daha düşünülebilir. Bugünlerde küskünlük üzerine bir yazı kaleme
alacağım. Bakalım epey not tuttum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder