20 Aralık 2015 Pazar

Resim ve Fotoğraf

                                                        Fotoğraf: Tevfik İleri


Bu fotoğrafın kurgu olduğunu düşünelim. Bu “uygunsuz” an fotoğrafçı tarafından yaratılmış olsun. Zayıf bir ihtimal ama belki. Bilmiyorum. Yine de fotoğrafçı bize bunun bir kurgu olduğunu belli etmek istemiyor, bizim eğilimimizin tesadüften yana olduğunun farkında. Demek istediğim fotoğraf kurgu olsa bile bu kurguyu fantastik olmaktan kurtarıp gerçeğe yaklaştıran şey bunun zamanın ruhuna öğretici bir şekilde göndermede bulunması. Burada sözünü ettiğim zayıf ihtimalin muhtemel olanı ıskartaya çıkaran bir zıpçıktılığı yok. Diyelim ki bu bir resim sergisi değil fotoğraf sergisi olsun, adı geçen fotoğrafçının açtığı  sergide bu fotoğraf da yer alsın ve bambaşka üç tesettürlü kadın bu fotoğraf sergisini izliyor olsun (hiç de zayıf bir ihtimal değil). 

Yazıya böyle bir giriş yaparken fotoğrafta kurgusal yaratıcılıkla tesadüf arasındaki ilişkiyi hafife aldığım sanılmasın. Eğer fotoğrafta tesadüfi çakışmayı (olumsallık; başka kanallarda birikmiş sosyal eğilimlerin çakışması) görecek fotoğrafçı bakışı yoksa ne tesadüfler heba olur. Bu fotoğrafta resimdeki çıplak kadının vücudunun sağa doğru eğimi ve tesettürlü kadınların boy sırasına dizilmişler gibi uzundan kısaya sağa doğru eğimi dışarıdan bakışı o malûm noktaya bir ahenkle yönlendiriyor. Bakış latin harflerin okuma adabına uygun biçimde soldan sağa gözlemliyor...   Picasso’nun ressam (kendisi) için söylediği fotoğrafçı için de geçerlidir: İyi bir fotoğrafçı ‘aramaz, bulur.’

Fotoğrafçı Tevfik İleri bulmuş. Onun bulduğunda ne var, biz de onu bulalım.

Bu üç kadında fotoğrafın sağladığı atmosfer gereği iç içe geçmiş farklı içerikte birkaç tesettür birden var. Birincisi kadınların giysilerinin karakteri olarak tesettür, buna doğal tesettür diyelim. İkincisi fotoğrafçının onları arkadan çekerek yüzlerinin görünmemesini sağlayan tesettür, buna sansürel tesettür diyelim. Üçüncüsü her üç kadının giysilerinin birbirinden farklı olmalarının getirdiği bizzat şerî referansı itlaf eden tesettür. Buna tesettüre karşı tesettür diyelim. Dördüncüsü nü’nün kazandırdığı tesettür (nü ile nü’yü izleyen kadınların kontrastından ötürü), buna ne diyelim?

Burada iki ayrı bakış kontrastı farklı içerikte kuruyor. Resmi seyreden kadınlar ve resmi seyreden kadınları seyreden fotoğraf. Resimle fotoğrafı bağdaştıran bakış (fotoğrafın ilginç olduğunu gören bakış… daha öncesinde fotoğrafın verdiği saf mesaj: bu ilginç çünkü fotoğrafını çektim). Ama bu bakış beri zamanı (geçmiş zamandan farklı) içeriğe davet edemiyorsa eksiktir. Nedir bu beri zaman?

Bu üç tesettürlü kadını resim sergisine getiren zaman; bu üç kadın, evleriyle resim sergi salonu arasındaki mesafeyi aşıp buraya gelmişler, buluşmuşlar, vasıtaya binmişler, yürümüşler. Burada olmayı kendileri seçmişler. Mesela 100 yıl önce bu olmazdı, 100 yıl önce resim sergisi olabilirdi ama Osmanlı topraklarında nü’lerin sergilenmemesi bir yana bu sergilerde kadınlar zaten olmazdı… Bu üç kadın pişti olmamaya özen göstermişler; giysilerinin tesettür içeriğinden renklerinin, kumaşlarının, desenlerinin, modellerinin farklı farklı olmaları sayesinde başka bir içerik daha yaratmışlar. Yaratmışlar deyişim sözün gelişi, aslında partiye katılan, davete icabet eden, yaya caddesinde afili yürüyen çağ kadınını taklit etmişler.

Bakış bir kişinin kendi üzerindeki giysi parçalarının uyumundan yanındaki arkadaşlarının giysileriyle uyumuna nasıl sıçrar? Bu iki ayrı içeriği nasıl bağdaştırır? Yani bir tek kişiyi görmekle grup halinde görmenin görülen açısından birbiriyle uzlaşan iki ayrı talebe karşılık gelmesi. Bir taraftan apayrı görülmek, diğer taraftan da bu apayrılığın tecride yol açabilecek aşırılığını (sivriliğini) grup halinde görülerek dengelemek. Grup halinde olmak o kadar baskın ki, bedenleri birbirine yapışık… onları bu kadar yanaşık düzene getiren dürtü çıplaklık karşısında (çıplaklığın kadın bedeninin bir olanağı olarak yüze vurması dolayısıyla) duydukları tedirginlik. Eşarpları ayrı ayrı renkte ve hepsi parlıyor, ama ayrı ayrı görünmek için giydikleri bu eşarplar, tesettür olarak onları aynı kılıyor ve çıplaklık karşısında daha da aynı kılıyor. Andersen’in sözlerini şöyle okuyalım kadınların ağzından: ‘Aaa kadın çıplak!’ Kadınların çıplak kadınlara bakmaları kendi çıplaklıklarının itirafı olduğu için... dikkat edin söz ünlemini yadırgama olduğu için değil, itiraf olduğu için hak ediyor. Ve ben bu resme baktığımda, ve biraz daha baktığımda kendimi şu çıplak resmi izleyen kadınları gizlice izlermiş gibi hissediyorum, bu haliyle onların tesettüre girmiş bedenlerini çıplaklığın bir ikrarı olarak görüyorum.

Resmin fotoğrafa göre çıplaklık karşısında daha “eski” olmasından kaynaklanmayan bir ısınma turu sağladığı açık. Resim “sanat” olmasından ötürü (fotoğrafa göre daha sanat) elde etmiyor bunu, resim insan bedenini çarpıttığı için (ya da çarpıtma dolayısıyla daha az gerçek olduğu için) veriyor bu duyguyu. Fotoğrafa bakınca hemen çıplaklık gören göz, resme bakınca ressam önbilgisiyle resmi görüyor. Ama bu eğitilmiş ve görgülü bir bakış için geçerli. Sonradan görme bakış için bu durum bir kamuflaj sağlıyor. Bu da üstü örtülü biçimde bakışın tarihini sunuyor.

Şu tesettürlüler biz görmezden gelsek daha çabuk değişecekler.




13 Aralık 2015 Pazar

Poyraz Yürüyüşü



Bugün Gümüşdere’den Kısırkaya’ya yürüdüm, yokuş yukarı hızlı hızlı. Sanıyorum yokuşun belindeki son binaya kadar neredeyse koşar adım, benim için hedef orası, binaları geride bırakmak. Ondan sonra yavaşladım, üstelik yokuş giderek azalırken. Bunu şimdi fark ediyorum...


Yolun en sevdiğim kısmı son binayı geçtikten sonra, imardan kurtulmuş ferah alan...  yarım kilometre kadar. Yanımdan hafriyat taşıyan bir kamyon geçer ve uzaklaştıkça sesi azalırken bakışlarım rahatlar, çünkü dışarıdan ses mekân algımı daraltıyor.

Terledim de. Poyrazı yedikçe tenimde serin kurşuni dokunuşlar hissettim. 

Tepeyi aştım, uzun çok uzun yoldan gelmiş gibi uzakta gemileri gördüm, evlerin kiremitlerini. 

İki adam kazılmış toprakta yayılan tavukların kümesini tamir ediyorlardı, biri tanıdık. Yanlarından geçerken selam vereyim dedim, o tarafa baktım, iyice işe dalmışlar, 'Tam olarak ne yapıyorlar bu adamlar?' kümesin etrafına tel çekiyorlardı. 

Araba yolunun paralelindeki kestirme sokağa saptım, doğrusu buydu… bir yerlerden yola su sızmıştı, ıslak kısımlara basmamak için dikkatimi yola verdim, uzun adım, kısa adım, duraksama ve sıçrama... bunun meskun bir mahalde yürürken beni zararsızlaştırdığını düşündüm, boş konuşmuyorum, bakışlarımı başına buyruk halden kurtardı.  Sokağın sonu... evinin bahçesinde ( alçak duvarıyla bir geminin kıç tarafına benzeyen evinin bahçesinde) çamaşır asan Y.’ye selâm verdim,   beni duymadı. Karısına sesleniyordu: “Bu akşam 'İlişki Durumu Karışık'ı izleyecek misin?” Ve beni gördü: “Ne yaparsın Hocam,” dedi elindeki çorapları göstererek “bekârlık...” Güldüm, biraz da sesli güldüm, abarttım yani. Esprisini taltif ettiğimi gösterdim. Sanıyorum bir ilişki biçimi bu. Eve kadar başka da kimseyi görmedim. Bazen ıssız olur buralar, kimseyi göremezsiniz. Dünden beri bir kedi dadandı kapıya, ona peynir verdim… Bunları yazmasam bugün hiçbir şey olmamış gibiydi ve aslında hiçbir şey olmadı. Yazı, 'Ne yaptın?' veya 'Ne oldu?' sorusunu bertaraf ediyor.


8 Aralık 2015 Salı

Gülmek mi Zor Ağlamak mı?




 

Bu plak yenı çıkmış henüz.
Henüz ortada Ferdi yok, Necla Nazır da boşta. 
Sene 72 veya 73 yazı, bıçkın solcuyuz ama Orhan'la nerede ayrıldığımızı bilmiyoruz, benim favorim Âşık Mahzunİ, teyzeoğlu ısrarla Orhan Gencebay güzellemesi yapıyor , bak diyor bana adam devrimci ‘Hor Görme Garibi’ diyor.

Samsun’da teyzeoğlunun gittiği berberdeyiz, berber de devrimci ve Orhan hastası, malûm Orhan Samsunlu, mahallenın çocuğu. Berber Mithat eğilmiş enseye çalışıyor makasla, ince iş yapıyor, makas şakırtısı ve pikapta Orhan, parçanın ikinci yarısında Orhan abi ‘Gülmek mi Zor Ağlamak mı?’ derken, işte tam onu derken bakışlarımız sanki dikkatimizi bir şey çekmiş gibi usulca dışarıya kayıyor, hayat yavaş çekimde plak 45’lık devridaimde akıyor… 

O zamanlar berberler plak dinleme yeriydi, yeni plaklar sinemada ve berberlerde çalınırdı, işin raconu buydu... düşün şimdi plak çalıyor, biri şöyle bir uğramış, koltukta oturan müşterinin kıyısından aynada kendine bakıyor, saçını düzeltiyor ve bu erkek dünyasında nasıl beceriyorsa beceriyor yüzüne aşk mayası çalmış halde dışarı adımını atıyor, hülyalı bakışlarla bir süre başka biri oluyor... Kafam bir yerlere gidip geliyor bazen…

6 Aralık 2015 Pazar

Hayatın Son Numarası



Ankara'daki Barış Mitingi’nde 102 kişinin katledildiği eylemde canlı bombacıların bindiği taksi şoförünün ifadesinden ilginç bir ayrıntı:
“Taksi ücreti 28 lira tuttu, yanımda oturan kişi 50 lira uzattı. 20 lira para üstü verdim ancak 2 lirayı almak için beklediğini görünce 2 lirayı da bozuk para kutusundan çıkartarak verdim” dedi. Canlı bombalar, 13 dakika sonra kendilerini patlatmışlar.
Daha önce Brecht'in bir film sahnesi üzerine yazdıklarını okumuştum; filmi görmedim ama sahne gözümde canlanmıştı, yüksek bir binanın üst katından atlayarak intihar eden genç bir adamın atlamadan önce saatini kolundan çıkarışı... Ankara intihar bombacısı para üstünü beklerken belki de sadaka ile bahşiş arasındaki farkı bilen titiz bir Müslüman gibi davrandı. Ama izin verin cesediyle etrafa saçılan cebindeki paranın sebil olduğunu düşünecek kadar da ahmak olsun. Oysa intihara giden birinin para üstünü beklemesinin çiş yaptıktan sonra fermuarını çekmesinden farklı bir özelliği yok. Bunun anlamı şu: hayat o kadar baskın ki, onu yaşamaktan vazgeçene bile son numarasını yapıyor. İntihar bombacısının bunu fark edecek ironisi olsa son anda kafası aydınlanacaktı…

21 Kasım 2015 Cumartesi

Yetersiz Bakiye



Duraktaki kadının hali dikkatimi çekti. 


Otobüs durağa yanaşınca anons: ‘Nalbant Çeşme’. Söylenince nalbant neyse de sanki çeşme hâlâ ayaktaymış gibi anlaşılıyor, göz bir çeşme kalıntısı arıyor. Yolun kenarında, musluksuz, bir duvar kalıntısı gibi. Şimdi bir oto yıkamacının, bir pizzacının ve yukarıda lüks bir kuaför salonunun olduğu yerde vaktiyle bir de nalbant varmış. Hayal etmek zor… Yaşlı bir adamdan dinlemiştim, gençliğinde köyünden Sarıyer’e katırlarla odun taşırmış, o zaman yol yokmuş, bu binalar da. Tam tepenin zirvesinde bir nalbant olması akla yatkın, hayvanların soluklanması için bir mola yeri de. Yaşlı adamlar böyle konuşunca eskiyi mi özlüyorlar yoksa bugünkü halimize şükretmemiz için bize telkinde mi bulunuyorlar anlayamazsınız. Galiba şaşırmamızı istiyorlar; eminim öyledir, vaktiyle çektikleri çilenin dinleyen üzerinde uyaracağı etkinin empati değil şaşkınlık olması işlerine gelir. Şaşkınlık=canlılık... Ne olursa olsun, durağın öyküsünün aşağıda anlatacaklarıma bir katlısı yok. Ama ben ‘Nalbant Çeşme’ anonsunu duyunca etrafa bakarım, ne de olsa İstanbul’da duyduğum en güzel durak ismi bu.


Ve duraktaki kadının hali dikkatimi çekti. Çantasını eliyle askısından tutmuştu, omuzda taşımak için büyük, yolculuk için küçük sayılanlardan. Sanki günübirlik bir yolculuğa çıkmış. Daha çok hava alanlarında gördüm galiba bu çantalardan... ama filmlerde.   Çantasını tuttuğu tarafta omzu aşırı biçimde aşağı çökmüştü. Bedenin simetrisini bozan bu çanta tutuşları belki de sürekli çanta taşımaktan zaten deformasyona uğramış bedeni kamufle de ediyordu. Tam da burada bir benzetme geliyor aklıma: Kocasının zoruyla çarşafa giren kadın farkında olmadan çarşafın türev etkisine boyun eğer, artık çarşaf kadının mutsuzluğunu gizliyordur, mutsuzluğuna sebep olan şey mutsuzluğunu koruyordur; buna olumsuzlamanın olumsuzlanması değil, olumsuzlanmanın olumlanması denir… Konu duraktaki kadın ama daldan dala atlamayı severim.


Çantasını tutuşunda kadının hayal kırıklığını gördüm, bir şeyleri yoluna koyamamıştı ve geldiği yere geri dönüyordu. Bu kadar. Ben onun hikâyesini sonlandırmışken kadın oturduğum ön koltukta bir anda gözlerimin önünde yeniden belirdi. Kadının hikâyesini sonlandırışım aslında bakışımın kadın üzerinde ne kadar kaldığının bir başka ifadesi. Terk ediyordum onu. Ama burada genel bir laf edeyim, kadın ilgi çekiciyse hikâye de uzuyordu. Bunu diğer kadınlara haksızlık olmasın diye bir nebze mahcubiyetle söylüyorum. Af edersiniz, yazıda ‘Bir nebze mahcubiyet’ sözü, sözü aynen tekrar etmekten başka nasıl anlatılır bilmiyorum, itirafa saygı duyun.

Oysa hikâye kaldığı yerden devam ediyordu. Önce akbil cihazından o malum ses duyuldu:

“Yetersiz bakiye!”

Pardon, bir şeyi atladım. Kadının hareketleri çok yavaştı, donuk. Hayal kırıklığıyla uyumlu sayılırdı gerçi ama hareketlerindeki donukluk gözlerinde yoktu, dalgın değildi. Gözlerinde yaptığı her şeyi takip eden ihtiyatlı bir dikkat vardı; hani görmek için değil kendisini gözetleyenleri savuşturmak için bakan insanlar vardır, üzerinde gezinen bakışlarla göz göze gelmekten çekinmeyen bir dikkat huzmesi. Aynen öyle. Ve onunla göz göze gelince bitirdiğim hikâye kaldığı yerden devam etti. Olan şuydu:

Kadın akbilini cihaza hemen okutmadı, akbili elinde miydi, yoksa çantasından sonradan mı çıkardı fark edemedim. Normali durakta bekleyen bir yolcunun akbilini elinde hazır tutmasıdır. ‘Yetersiz bakiye!’ sinyalinden sonra kadın sanki yedek bir akbili varmış gibi çantasını karıştırdı ve sanki bulamayınca yüzünü “biz” yolculara döndü. İşte o anda önde tekli  koltukta oturan benimle göz göze geldi. Ama bana bir şey söylemedi. Zaten kimse bana kolay kolay ‘Fazla akbiliniz var mı?’ diye sormaz. Savcı bakışı var bende. Bunu Uzunköprü’de bir köfteci söylemişti (adam bu sözüyle tüm hayatımı özetledi iyi mi).

Standart sorudur bu: ‘Fazla akbiliniz var mı?’ Ama bu soru standart bir davranışın peşinden gelir: Sanıyorum herkes (hadi herkes demeyeyim), otobüse binmeden akbilinde kontür olup olmadığını bilir. Ama akbilini cihaza basar ve o ‘Yetersiz bakiye!’ sözünü duyurur. Neden?

‘Yetersiz bakiye!’ uyarısı bir duyurudur aynı zamanda, otobüsün içindeki yolcuların üzerinde karar anını yaratır, yardım edip etmeyeceklerini belirledikleri anı… bu an otobüsteki yolcuların akbili olmayan yolcuyu gözlemlemek için kazandıkları zaman anlamına da gelir. Akbili olmayan yolcu kasten bu etkiyi yaratır, insanların yüzlerine baktığında işi kolaylaşır, kime yöneleceğini bilir. Ama asıl etki sosyolojik: kimse başkasının yardımına muhtaç görünmeyi sevmez, bu yüzden ‘Yetersiz bakiye!’den parasızlığı değil, unutkanlığı veya ihmalkârlığı çağrıştıran bir etki yapması beklenir. ‘Yetersiz bakiye!’ sözü akbili olmayan yolcuyla diğer yolcuların arasına giren illüzyon sestir. Dikkat dağıtır.

Kadın benimle göz göze geldi ve beni es geçti. Şoförün arkasındaki koltukta oturan orta yaşlı kadına “Sizde var mı?” dedi. Duyulur duyulmaz bir sesle söyledi bunu. Bazıları yüksek sesle söyler, ‘Fazla akbiliniz var mı?..’ Ya ortaya, ya da birine söylerken kaçamak bakışlarla diğerlerini sorusuna ortak ederek. Akbillerini vermeyecek yolcular kendi hallerindeymiş gibi bir tavır takınırlar, duymazdan gelirler, ‘Yetersiz bakiye!’ sözünü duydukları anda, bazılarının yüzünde bir seğirme olur, kararsızlık, yardım edeceği kişiyi seçme anı falan… Soru ve karşıdan gelecek cevap net olmasına rağmen o kadar çok olasılık vardır ki… Durun birkaç tanesini sıralayayım. İnsanları tanımak eğlenceli bir iştir. Daha eğlencelisi bana benzediklerini keşfetmek. 

Bazen daha sorulmadan akbilimi uzatırım, içimden gelir. Malûm harici basmalarda bir akbilin fiyatı 2,15 lira. Çoğunlukla para almam. Para uzatanlar ya bütün para uzatırlar, ya 2 lira, ya 2,50 veya 3 lira. Fazlalığı cebime atmaktansa 2 liraya yuvarlamayı tercih ederim. Ama  2 lira uzatanlar bana itici gelir, bonkörlük hakkımı elimden alırlar, onlar kendi hesaplarını çoktan yapmışlardır. Tamam teşekkür ederler, ama bu teşekkür sadece akbilimi vermem yerine geçer, on beş kuruşun teşekkürü arada kaynar, hatta bir tek teşekkür bu on beş kuruşluk alacağı örtbas etmeye yarar. Peki neden yaparım bu yardımı? Diyelim otobüste kimse beni tanımıyor, buna rağmen bu yardımla otobüsteki yolcular hakkımda cömert, hayırsever, bonkör gibi sıfatları bana yakıştırabilirler. Çevremizde “iyi” tanınmak için onca lüzumsuz masrafa göre hiç de pahalı sayılmayacak bir yöntem değil mi, maliyeti 2,15 lira. Hem o insanların daha sonra beni görüp hatırlamaları da mümkün.

Sanıyorum diğer yolcuların akbilini vermeme tavrının nedenlerinden ikisi şu: Uzatılan parayı almak, iyilik için para almamak gibi bir emsal varken, yapılan jesti küçültüyor. İkincisi, birinin parayı uzatması, diğerinin almaması, parayı uzatanın ısrar etmesi, sonunda birinin dediği olsa bile arada geçen bu gereksiz enerji kaybı ortada sevilecek bir duygu bırakmıyor…

Orta yaşlı kadın akbilini uzattı. Akbili olmayan kadın akbili basıp orta yaşlı kadına verdi, cüzdanını çıkardı kolundaki çantanın ağırlığıyla bana doğru eğildi, yan gözle baktım, görmek istediğim bu değildi ama gördüm, cüzdanı boştu. Orta yaşlı kadın ‘lütfen’ dedi, parayı kabul etmeyeceğim demekti bu. Bence kadının parasız olduğunu baştan anlamıştı. 

Akbili olmayan kadınla göz göze geldik, cüzdanını çantasına koyarken gülümsüyordu, bu gülümseme orta yaşlı kadına gülümsemesinin son kalıntısıydı, başımı eğdim ve selamlaşıyormuş gibi gülümsemesine  karşılık verdim.


Yukarıda açıklamaya çalıştım ama kimseyi kandırmak istemem, akbilinde kontürü olmayan insanların bunu bildikleri halde neden  akbil cihazına söylettirdikleri hâlâ muamma benim için. Bunun tek tek insanların değil genel bir davranış olması gizemli geliyor bana. Cihazın önceden tasarlanmış psikolojik bir işlevi olmamasına rağmen, insanların cihaz üzerinden kendi psikolojilerini üretmeleri... 









29 Ekim 2015 Perşembe

Korna Çalmak


Dolmuş şoförü korna çalıyor ve önümüzdeki otomobil hareket ediyor. Aslında trafik normal seyrinde ilerliyor, korna çalmanın harekete hiçbir katkısı yok, ama şoförümüz kornasıyla trafik akışkanlığı arasında bir bağ kurmuş, iradi bir bağ… Üşenmedim düt düt’lerine dikkat ettim...   bence kornayı öyle bir ayarlıyor ki,  öndeki arabanın korna uyarısını alışıyla hareket olanağı aynı ana denk geliyor... herkes alışmış buna... minibüs şoför mahallinin topoğrafyası da teşvik edici; otomobiller alçakta, o yüksekte; trafiği güdüyor... böyle bir yanılsama şehirdeki korna seslerinin yoğunluğunu açıklayabilir.. herkes bir diğerini güdüyor.. paylaşılmış yanılsama…

13 Ekim 2015 Salı

Diktatör Paradoksu



Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö'yü ağırlayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, görüşme sonrasında ortak basın toplantısı gerçekleştirdi. Yabancı bir gazetecinin sorduğu "Halk sizden korkuyor. 'Diktatör' olduğunuzu söyleyenler var. Ne diyorsunuz?" sorusuna "Diktatörün olduğu bir ülkede herhalde böyle bir soru soramazsınız.” dedi. 

Bu bir diyalog mu, yoksa retorik bir soru üzerinde saltanat sürmek mi? Konuşma bir soru-cevap şeklinde, diyalog haliyle değil de monolog olarak yeniden kurulsa yeridir, o zaman şöyle bir cümle çıkar: ‘Benim diktatör olduğumu söyleyenler var, diktatörün olduğu bir ülkede bunu kim söyleyebilir ki?’

Buna hazırcevap bir retorik olarak bakmayalım sadece. Bir klişe bu elbette ve klişelerde cevvallik arayanlar bunu abartılı bir iltifat için yaparlar. Cumhurbaşkanı benzer bir soruya daha önce de aynı şekilde cevap vermişti. Hatırlıyorum. Başka ülkelerin devlet başkanlarına da benzer sorular sorulmuş, benzer cevaplar verilmiştir. Burada patinaj yapmayalım. Ama bu klişenin konuşanları aşan ilginç bir mantığı var, bir söz oyunu bu ve oyun böyle kurgulanınca cevap veren konuşmanın akışını kesmiş oluyor. Bakın konuşmaya tek taraflı son veriyor demiyorum, konuyu bitiriyor. Müsamerede son sözü söyleyip galip gelmek gibi. Nakavt.

Elimde Michael Clark’ın ‘Paradokslar Kitabı’ var, daha önce okuduğum bölümleri şöyle bir karıştırdım yukarıdaki paradoksa birebir uyan bir paradoks yok. Ama öncelikle yukarıdaki konuşmanın bir paradoks olduğunu açıklamam gerekiyor. Şunu hemen baştan belirteyim, paradokslar bizi çözümsüzlüğe itmez, paradoksa ilişkin soracağımız soru böyle birbiriyle çatışkılı iki önermenin nasıl bir arada bulunabildiği değil, nasıl kafamızı karıştırdığıdır. Algımız nasıl birinden diğerini seçmeye eğilimliyken hep aynı çıkmaza düşer? Bu önermeler içinde belli bir kavramı aklımızda bir kerteriz olarak, bir sabite olarak tutarız ve bunun farkına varmayız, sorun tam da buradadır oysa.

Mesela ‘Hovarda Paradoksu’: Yaptığınız kötü bir şeyden utanmak, utanmazca davranmaktan iyidir. Ama utanç duymaktan ötürü kendinizi iyi hissederseniz, bu, utanç duygunuza gölge düşürür… Utanmazca bir iş yapmakla bir duygu olarak utanç eşleşince sanki ortaya bir erdem çıkacakmış gibi bir formüle dayandırırsanız önermeyi  paradokstan kurtulamazsınız. Burada paradoksu güçlendiren, sırf erdem adına kendi utancı için teyakkuzda olan özbilincin bu “iyi” sayılabilecek aynı utancın ayağını kaydırmasıdır. Ama utanç zaten özbilinçle deneyimlenebilen bir duygu değil. Utancınızı bizzat kendiniz analiz etmeye kalktığınızda utanç olmaktan çıkıyor, yani utancınızı ele almaya utanmadığınızda ve üstelik bu utancı duyduğunuz için “iyi” tarafta olduğunuzu size telkin eden uyanık bir tarafınız varsa. Yani utanç bu durumda duyduğunuz şey değil, yendiğiniz şey oluyor. Bir süreçten geçtiğimiz halde kavramın da aynı kaldığını düşünüyoruz.

Yukarıdaki diyalogun paradoksu şurada: Ortada bir diktatör varsa ona diktatör diyemezsiniz. Eğer ona diktatör diyebiliyorsanız ortada diktatör yoktur… Ama bu mantık tam da yakındığı şeyi talep etmez mi? Şimdi birinci tekil şahısla devam ettirelim mantığı: 'Benim diktatör olduğumu söyleyin ki, diktatör olmadığım anlaşılsın…' Saçma. Bu mantık kendini diktatörlükten feragat üzerine mi kuruyor, yoksa lafı ben diktatör sözcüğünün içini dolduracak her şeyi yaparken siz de varın bana “diktatör” diyerek kendinizi özgür hissedin demeye mi getiriyor?.. Bence feragatin narsisistik bir yatırıma dönüştüğü kurgusal bir eşik burası. Burada “diktatör” sözcüğünün kötü izlenimi üzerinde uzlaşılmış gibi görünüyor. Ya diktatör olmaktan ve bu sözcüğün kendisi hakkında kullanılmasından gizlice haz alan biri varsa karşımızda?.. Yani paradoksun bütün yükünü 'diktatör' sözcüğünü dile getirene yıkarak. Öyle ya, eğer ortada bir diktatör olsaydı 'diktatör' sözcüğü korku yüzünden bu sözcüğü kullananın ağzından çıkamazdı. Bu durumda paradoks şöyle olur: Eğer 'diktatör' diyorsanız, ortada sizi korkutacak kadar bir diktatör yoktur, eğer demiyorsanız bu zaten diktatörün hem olduğunu gösterebilir hem de olmadığını... Her halükârda paradoks 'diktatör' diyenin değil, diktatörlükten hoşlanan ve olamayan (korkuyu hep yeniden üretmek zorunda olan) diktatörün paradoksudur. Bir devlet başkanına 'diktatör' diyebilme gücü devlet başkanının saldığı korkunun yetersizliğiyle açıklanabilir tabi, ama rasyonel olan söyleyenin cesaretiyle açıklamaktır.

İletişim kanallarına konulan sansür yüzünden, diktatörlük, 'diktatör' diyenlerin cesaretlerinden kamuoyunun haberdar olamadığı durumla ilgilidir ki, devlet başkanının bu monologu zaman zaman  dış bir soruyla diyalog kılığında görünür... Yani gerçek-diğeri’nin cesaretini dolayımlaştıracak güçtür diktatör, cesareti gösteren yoktur burada, vekaleten dile getiren vardır. Yani,  tam da bu çatlak seslerin olmadığı ortamın kendisi olarak diktatörlük.

Ama yine de gizli bir paradoks her şeye yön veriyor: Hiçbir diktatör günümüzde ‘diktatör’ sözcüğünün tasarrufuna sahip değil. Ben diktatörüm diyemiyor. ‘Diktatör’ sözcüğünün kötü izlenimi üzerinde uzlaşmak zorunda: Bir diktatör, ben diktatörüm dediği zaman diktatör olamaz, diktatör olduğu zaman ben diktatörüm diyemez… Cumhurbaşkanı kendisi dışında dilin evrimiyle gelişen paradoksa tabi, asalakça...Yoruldum.


1 Ekim 2015 Perşembe

Kapitalizm Derken Ne Kastediyoruz?..



Kapitalizm Derken Ne Kastediyoruz?

Michael Moor’un 2009 yılı yapımı ‘Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi’ belgesel filmini geç de olsa izledim. Dünyanın en gelişkin kapitalist ülkesinde de ‘kapitalizm’in pek matah bir sözcük olmaması tuhaf.   İyi ama bu kadar düşman edinmesine rağmen kapitalizmi ayakta tutan ne? Sözcük tu kaka, ama nesnesine herkes teşne.  Gerçi filmde George W. Bush iktidarının son zamanlarında yaptığı bir konuşmada kapitalizme açıktan övgü de düzmüştü, “Kapitalizm gelmiş geçmiş en iyi sistemdir,” diye, sonra söz bir an ağzından kaçmış gibi “hür teşebbüs sistemi” diye düzeltmişti… Ne de olsa ‘hür teşebbüs’ eski Soğuk Savaş döneminin meşru dili.

Komünizmle karşıtlığına dayanarak bir takım iktisatçılar tarafından patavatsızca savunulsa da kendi içinde sorunlu bir sözcük kapitalizm, gayri ihtiyari bir tınısı var (ekonomik yapıdan çok gayri ahlaki biir çağrışımı olduğu için). Sadece sitem edilirken, öfkelenirken anılıyor; işsizliğin, enflasyonun, iflasın, sömürünün, adaletsizliğin vb sebebi olarak gösterilen bir uzlaşı sözcüğü… Yani olumsuz ne söylerseniz içine çekmeye hazır bir sünger gibi, mezhebi geniş. Tam da bu özelliğiyle insanoğlunun başına musallat olmuş bir doğal afet muamelesi görüyor. Kaderci bir sızlanmanın nesnesi. Sözcüğün asıl sorunlu tarafı burası. Herkes kapitalizme karşı, ama o kimseye karşı değil. Şeytan gibi dilsiz… Çünkü bu sızlanma ve karşı olma hali kapitalizmi temsil eden bir irade karşısında yapılamıyor (çünkü böyle bir irade yok). Sözcük bu hale nasıl geldi? Şeytan inancının pragmatik tarafını anlamaya çalışalım…  İnsanı baştan çıkaracak hazları yaşatıp ondan sonra pişmanlıkla akla gelmesi. Yani ayartmanın değil, pişmanlığın adı olarak Şeytan. Günahların sebebi ilan edildiğinde arıtıcı bir sözcük: cezbedici tarafı ayartmasında değil, arıtmasında!.. İş olup bittikten sonra bütün suç üzerine yıkılabiliyor.  Kapitalizm de Şeytan gibi kendini her tür olumsuzlamaya teslim edebiliyor. Kapitalizm bir icat değil, ama sözcüğü bir icat.

İnsan  Marx’tan beklerdi bu sözcüğün icadını, Almanca eserlerinde  ‘kapitalismus’ diye bir sözcüğü hiç kullanmamış. Ama sözcüğün olumsuz anlamı üzerinde manipüle edici rolünü (özellikle başyapıtı Kapital’le) kimse inkâr edemez. Bu sözcüğün etimolojisi 1880’lerin sonlarında Engels, Franz Mehring ve Werner Sombart’ın yazılarına dayanıyor(1), dönemin her şeyi bir “izm”le modelleme modası sayesinde kapitalizm adlı bir sözcük literatürümüze girmiş. Sözcük, kendi olgusal tarihinden daha yeni.  Bu durum, bir hastalığın adının hastalığın tarihinden daha yeni olmasına benzetilebilir mi? Tam değil. Bir hastalığın adı, teşhise yönelik olduğu için tedaviyi ve korunma yöntemlerini de akla getirir. Oysa kapitalizm sözcüğü, adlandırmanın karakteri gereği diğer kavramlardan ayrışmaya hizmet etmesi gerekirken, bunu yapmaz; kendi üzerine gelen bütün sitemkâr kavramları içine çeker ve onları birbirine karıştırır, kendi özelliği kılar. Hep söylenir adaletsizlik ve eşitsizliktir kapitalizm diye. Doğrudur. Ama bu adaletsizlik ve eşitsizlikten söz etmenin kendisi de kapitalizmdir. Adaletsizlik ve eşitsizlik sadece kapitalizme özgü olmadığı halde faili kapitalizm olarak belirlemek kapitalizmin izin verdiği bir tepki biçimidir.  

Dünyada kötü olan her şeyin müsebbibinin kapitalizm olması bir şey, bunu durmadan dillendirmek, müzmin mızmızlanmanın sebebi yapmak başka bir şey. Birincisi olguysa, ikincisi ideoloji. Ama nasıl bir ideoloji?

Kapitalizm kötü… Son iki yüz yıldır tüm dünyada kötülüğü sözcük olarak temsil ediyor. Hemen bir çelişki: İnsanlar kötü olanı biliyorlar ama kötüyü ortadan kaldıracak iradi güce sahip değiller. Sakın kapitalizm sözcüğünün yaydığı ideoloji kendini insan bilincinden muaf tutan aşırı harici bir şeyin  adı olmasın. Nesnel olduğu için kendine yönelik her tür eleştiriyi tolere eden bir sistem… yani kendi bilincini de nesnel olarak öte tarafa koyan insanoğluna sorumsuzluk imkânı tanıyan. Öncelikle bir dil alışverişi bu. Sebebi biliyorsunuz, ama bu bilmenin de sebebe intikal ettiğini bilmiyorsunuz.

Çok daha adaletsiz ve eşitsiz toplumlar da oldu bu dünyada ama adlarına kapitalizm demiyoruz. Üstelik adlarına kapitalizm dediğimiz, birbirinden dağlar kadar farklı ülkeler var. Mesela Almanya ile Bengladeş’i alalım. Aralarındaki uçuruma rağmen bu iki ülkeyi ‘kapitalizm’ adı altında birbirine nasıl benzeştiriyoruz? Kapitalizmin bütün dünyada ortak olan tözü ne? Emperyalizm ve kapitalizm kategorik ayrımı bunu anlamamız için yetmiyor. Bu ayrımın daha aşağılık, daha sömürücü, daha ilkel, vahşi kapitalist toplumda yaşadıkları halde azgelişmiş ülkeleri kendi sefil hallerinin sorumluluğundan azat eden özel bir işlevi de var. Batı’dan Doğu’ya doğru gidildikçe kapitalizm sanki dışarıdan gelen, yerele ait olmayan bir sistem gibi algılanıyor. ‘Kapitalizm’ sözcüğünün yaydığı ideolojiden kastımız bu: dikkati nesnesinden negatif anlamla yüklü sözcüğe kaydırmak.

Ama kapitalizme bu kavramlarla karşı çıkarken bir muhatap bulamazsınız, muhatap bulduğunuz insan da zaten dile getirdiğiniz adaletsizliği ve eşitsizliği sizinle  malûm kapitalizme bağlamaya hazırdır. Bu sefer de sizin suçlayacak bir fail bulmak için çıktığınız yolda kapitalizm karşınıza bir nesnel durum olarak çıkar ve suçlamalarınızı da kendi nesnelliğine dahil eder, kendi içinde bağdaşık kılar.  Tuhaf… Sanki “hayalet”e benzer. Marx’ın sözünü ettiği komünizm hayaleti gibi korkutucu değil ama… kapıdan kovulsa bacadan giren sırnaşık bir hayalet bu. Evet, tekrar soralım: Kapitalizm nasıl bir sözcük?

Adeta kurban edilmiş, sahipsiz. Ama asla mağdur olmayan orta malı bir sözcük…

Sözcüğün anlamı sözlükte nesnel bir ölçüyle tanımlanır, ‘zeitgeist’ denilen çağın ruhu (yorumu) pek hesaba katılmaz. Sözlük yazarları nihayetinde anlamı konuşulan dilin içinden elde ettikleri halde, sözcükleri bir gelenekmiş gibi konuşmanın canlı ruhundan soyutlarlar. Bu yüzden sözcükler sözlüklerde konuşmada olduğundan daha muhafazakârdırlar. Belki de sözlük yazmanın şöyle bir çekiciliği var: sözcükleri insanlara Tanrı vermiş gibi anlamları içinde dondurmak. Ama burada takılıp kalmayalım, başka bir yere varacağım.  Bazı sözcüklerin yaydıkları olumsuz imaj sözlük anlamlarından önce gelir. Hemen nakde çevrilen, peşin bir anlamdır bu. Sözcüğün olumsuz vurgusu bir tür kült anlam yaratır. Mesela ‘şişman’ sözcüğü… Sözlükte bize herhangi bir yargıda bulunmadan bedenin görünümüyle ilgili bir tanım verilir. Oysa ben, ‘O yıl biraz şişmanlamıştım,’ gibi bir cümle kurduğumda kendimle ilgili olumsuz bir durum bildirmiş olurum. Olumsuzluk, hastalık ve çirkince bir fiziksel görünümün çağrışımıyla şişman sözcüğünden ilk izlenim olarak öne fırlar. 

Kapitalizm sözcüğü de olumsuz bir anlam iletir. Ekonomik kriz dönemlerinde daha da olumsuz. Kriz öncesi günlük yaşamda pek kullanılmayan bu sözcük birden manşete çıkar. Bunu kapitalizme karşı olanların başarısı sayabiliriz. Ama bu kapitalizmin de başarısıdır: Sözcüğe vur, sisteme dokunma.

Kapitalizm sözcüğü (gönderen) sanki gönderilenin üstünü örtüyor; gönderen bu yapının izin verdiği boşluklarda dümen çevirenleri deşifre edebiliyor sadece. Ama yapıdan sapma olarak. Suçlanacak failler ortaya çıkarken, kapitalizmin tüm toplumu saran (iflah olmaz) bir haleti ruhiyeymiş gibi algılanması kaydıyla. Kolay iş. Kapitalizme karşı çıkmanın suçu yok. Aksine kapitalizmi savunmak tabu bile sayılabilir. Kapitalizme karşı çıkanlar bu konfor içinde rahatlar. Hükümete karşı çıkmaktan daha risksiz. Çünkü kapitalizm bir doktrin değil, var olagelen bir toplum zemini, insanı tuhaf bir genellemeyle ekonomik-insana çeviren yapı. Kapitalizm hiçbir yerde böyle tarif edilmemesine rağmen, sözcüğün ilettiği bu olumsuzluk insanoğlunun genel olumsuzluğunu da üstleniyor. Adeta insanoğlunun alameti farikası. Bu yüzden ‘kapitalizm’ sözcük olarak kapitalizmin koruyucusudur da.

Çünkü salt sözcüğü söyleyince hiçbir şey söylememiş de oluyorsunuz. Dedik ya, özel bir sözcük kapitalizm.

Bu işin ehli olan Marx’a başvuralım. Ama bir Marx eleştirmeni olan Karl Popper’dan başlayarak.

                                                            Karl Popper

Marx, Marksisistlerce de zor okunan bir yazar olduğu için ikinci elden, didaktik okunur. Buna kelepir okuma da denebilir. Anti-Marksistler neredeyse hiç okumazlar, ansiklopedilerden, başvuru kaynaklarından bilgi almak yeter onlara. Biraz daha entelektüel olanlar Batı’da birçok Marx eleştirmeni arasında belki de en önemlisi sayılan Karl Popper’ı tercih eder. Türkiye’de de üniversite çevresi aydınlarını etkilediği bilinir. Karl Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin 2. cildinin nerdeyse tümü Marx eleştirisine ayrılmıştır. Bundan on beş yıl önce okumuştum, benden hiç beklenecek bir davranış değil ama bu yazı dolayısıyla yeniden okudum; ve fark ettim ki, Popper Marx eleştirisini kapitalizm üzerine yaptığı kategorik bir ayrım üzerinde temellendirmiş. Gariptir, Popper bu ayrımı bir dipnotta vermiş. Dipnotlar yazarların mütevazı bir açıklaması gibi görünse de okuyucuyla irtibatı koparmayan, sonradan akla gelen gizli telkinler de içerir. Şöyle demiş: “Marx’ın incelediği ve ‘kapitalizm’ adı verilen devreye ‘dizginlenmemiş kapitalizm’, kendi devremize de ‘araya girmecilik devresi’ demeyi öneriyorum.” (2) Popper demeye getirmiş ki, Marx, ‘dizginlenmemiş kapitalizm’ devresinde yaşadığı için sonradan yapılan iyileştirmeleri göremedi. Ömrü yetmedi değil, kehaneti yanlış çıktı anlamında.

Gerçekten de Komünist Manifesto’da yer alan ‘en gelişkin ülkelerde’ yapılabileceklere ilişkin taleplerin büyük bir kısmı bugün Batı’da gerçekleşti. Popper’ın göremediklerini de katarsak fazlasıyla gerçekleşti. Hatta bugün Batı’da miras hukuku tartışılıyor, miras vergisi çok ağır. Özel mülkiyetin kaldırılması ise Marx’ın ironik biçimde dile getirdiği gibi zaten kapitalist üretim ilişkilerinin büyük oranda hallettiği bir şey. Acaba komünizm mi gerçekleşti? Acaba biz dille ilgili bir yanılsama yaşıyoruz da ‘kapitalizm’ eskinin bir kalıntısı olarak ara sıra hortlayan bir sendromun adı mı?.. Şaka… Hayır, ne böyle bir şaka ne de Popper’ın denetlenebilir bir ‘kapitalizm’ sözcüğünü tercih etmesi bizi yanıltmasın. Sözcükler değişince yaşam değişmez. Ama sözcüklerle yaşamı ideogramlara çevirebiliriz. Verili bir sistem olan kapitalizmi, komünizm karşıtlığında güya seçilmiş bir sistem halinde görebiliriz.  Adam Smith, Ricardo  gibi büyük iktisatçılar kapitalizmin kurucu düşünürleri değildi, iktisat teorisinin kurucularıydı ve Marx’ın kapitalizm eleştirisinin sürekli teyakkuzda olan tarafı bu teoriye yönelikti. Unutmayalım Kapital’in alt başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir.  Kapitalizm, planlı, hesap edilmiş bir doktrinle kurulmadığı  (işin deterministik kısmından, yani ‘başka türlü olamadığı için öyle olan’dan söz ediyorum), iktisat teorisine göre selef olduğu halde (teoriden önce deney), Popper garip biçimde bir teorinin değil aslında bir nesnelliğin tarafı oluyor. Bir düşünür için ne acı! Acaba Popper kapitalizmi arkeolojik bir kalıntı, bir sit alanı gibi mi görüyor?..

Komünizm-kapitalizm karşıtlığı içinde anlaşılmayan ve kendini kanıtlamak zorunda bırakılan hep komünizm olmuştur. Kapitalizmin ise kendini savunmaya ihtiyacı yok, o zaten var. Ama meşruiyetini var olmasından değil, bu karşıtlık içinde hatırlanan varlığından alır; sürekli yenilenen varlığından. Marx komünist toplumda yaşam hakkında çok az şey söyledi bize. Söyleseydi de ayıp ederdi. En veciz sözü uzun süredir slogan olarak da kullanılan ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’dir (Gotha Programı’nın Eleştirisi). Marx’ın ideal toplum için verdiği küçük bir ipucudur bu, kapitalizm karşısında etik çıkışı göstermesi bakımından ise derin bir söz: Üretime az, entelektüel (zihinsel ve meziyet geliştirici) faaliyet için bol zaman. Marx sadece kapitalizmi eleştirmedi, ekonomi politiğin asli kavramlarını eleştirdi, geleceğin toplumunun ne olacağını değil, kapitalizm üzerinden ne olmaması gerektiğini anlattı bize. Buna göre mesela olmaması gereken bir şey reel sosyalizmde oldu: Çalışma fetişizmi!.. Marx'ın anlattığı nihayetinde kapitalizme varan, ama insana rağmen değil insanın eğilimi olarak varan ve metafizik metada töz haline gelen bir yapı. Marx'ın eleştirisini kapitalizmin değil insanın eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Marksistlerin hiç yapmadığı bir tarzda.

                                                               Karl Marx

Adı kapitalizmin karşıtı biçiminde söylenegelen komünizm tarihsel bir dönemde hem muhalefette hem de iktidardaydı. Aslında muhalif olurken de kendi içinde birilerini muktedir yaparak sıkı bir hiyerarşiyi gelenekselleştiren komünist hareket anti-kapitalist olmayı beceremedi. Ve bugün bir ad fetişizmine gerek yok. Adlar da kirlenir. Çünkü ‘izm’ler arasındaki karşıtlık ‘ist’ler arasında yok. Amprik olarak böyle. Karşıt anlamlı sözcükler benzeş bir düzlemin iki ayrı ucunda konumlanır (genellikle sıfatlar arasında olur bu). Yaşlı-genç (ömürle ilgili bir düzlem), iniş-yokuş (arazi yapısıyla ilgili bir düzlem), aydınlık-karanlık (ışıkla ilgili bir düzlem) gibi. Oysa bir kapitalist, sermaye sahibi bir girişimciyken; komünist, bir zihniyetin taraftarıdır; aynı düzlemde yer almazlar. Bir kapitalist bal gibi komünist olabilir mesela (tersi de doğru).

Nasıl hâkim bir üretim ilişkisi haline gelirse gelsin, hangi değişimleri geçirirse geçirsin kapitalizmin hastalıklı yapısı değişmiyor. Marx’ın anlattığı kapitalizmin değişmeyen, mutlak özellikleri var. Marx kapitalistlerin sırlarını açığa çıkaran bir maliye müfettişi değildi. Bir ve birçok sır var ortada ama, bunlar sırdaş burjuvalar tarafından gizlenen sırlar değil. Farkında olunmayan (kapitalistin de farkında olmadığı) ve Marx’a kadar da keşfedilmeyen sırlar. Marx kapitalist toplumun analizine metadan, kendi deyişiyle ‘ekonomik hücre’ biçiminden başlar. Yani meta denilen şey evrensel kapitalizmin tüm yapısal özelliklerini bünyesinde toplayan ana birimdir. Nasıl Big Bang Teorisi evrenin başlangıç noktasını hidrojen atomunda temellendirdiyse Marx da kapitalizmin başlangıç noktasını metada  temellendirir. Bu temellendirme aynı zamanda insanoğlunun kendi eliyle içine düştüğü yanılsamanın tarihini de başlatır. Meta yüzünden insanlar varlığını absürt bir düalizm üzerine kurar. Marx kurgusal olarak bu düalizmi ilk formüle eden düşünürdür: Metanın kullanım değeri ve değişim değeri olarak. Amacım konuyu özetlemek değil burada. Merak edenler için bol kaynak var, bilenler için de tekrara düşmek istemiyorum. Metanın bu düalist karakteri, Popper’ın, birçok Marx eleştirmeninin ve tabi ki insan evladının anlamadığı kurucu yanılsamaya denk gelir. Meta, içinde “metafizik incelikler, teolojik süslerle dolu pek garip bir şey”(3)dir. İnsanlar arasındaki ilişkiler metalar arasındaki ilişkidir aslında. Absürdün kurucu temeli değil mi bu? Ekonomi politik bu kurucu absürt durumu çözümlemeye çalışmaz, rasyonalize etmeye çalışır.  İki anlamda da rasyonalize eder: hem kapitalizmi akılcı hale getirir, hem de insanı kadim bir töze indirger. Marx daha Kapital’in önsözünde uyarmıştı bizi meta çözümlemesinin sığ bir gözlemciye küçük ayrıntılar gibi gelebileceğini. Gerçekten de Marx’ın değer teorisi Kapital’in anlaşılması en zor kısmıdır. Oysa Marx naif bir noktadan çıkış yapar: O değişim değerinden değil, kullanım değerinden taraftır!

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Hollanda büyükelçisi tarafından İstanbul’dan alınıp ilk kez Hollanda’ya getirilen lale soğanı yaklaşık bir asır sonra spekülatif bir meta olmuş. Şaibeli bir tarih bilgisidir ama insanlar bundan söz etmeyi severler. Güya 1636 yılında Hollanda halkı lale soğanını tıpkı konut gibi bir yatırım aracına dönüştürmüş. Yükte hafif pahada ağır bir statü sembolü haline gelen lale soğanlarını biriktirmeye başlamış. Öyle ki bir lale soğanı yetenekli bir zanaatkârın yıllık gelirinin on katına kadar alıcı bulmuş. Bir yıl sonra lale borsası birden çökmüş… Bugünden bakıldığında lale borsası bir çılgınlık gibi algılanır. Münferit, tarihin çok kısa bir aralığında ve koca dünyanın sadece  belli bir yöresinde olmuş bitmiş bir olay gibi. İnsanlığa ya da tümüyle Hollanda ulusuna mal edilemeyecek, kimseyi böyle bir cedde sahip olduğu için rencide etmeyecek manik bir olay. Oysa bu olay insanlığın içinden çıkamadığı bir metafor olarak da ele alınabilir. Mesela lalenin yerine ‘altın’ı koyarsak ne fark ederdi? Ve soralım: Altın neden değerlidir?

Dünya’da az bulunduğu için diye kestirme bir cevap verilebilir. Dünya’da az bulunan birçok şey vardır ve hiç de değerli değildir. Mesela doğal bir aşınmayla kalp şeklini almış çakıl taşı da dünyada çok azdır herhalde. Bir şeyin değerli olabilmesi için talep edilmesi ve üretimi için harcanan (ortalama emek süresi) zamanın fazla olması gerekir. Azbulunurluk harcanan emeğin süresini uzatır. Mesela 1 ton kaya/toprağa 5 gram altın gibi. Meta olması azbulunurluğu doğurur, az bulunması onu meta yapmaz… İyi ama sorunun karşılığı gelmedi hâlâ, altın neden değerlidir? Değerini kendinden alan metafizik bir metalin kendi içinde kurduğu döngüsel nedensellik:
        -Altın neden değerlidir?
        -İnsanlar değer verdiği için.
      -İnsanlar neden değer verirler?
    -Altın değerli olduğu için.

Altın, kullanım değeriyle değişim değeri arasındaki tam bir kopukluğu gösterir bize. Bunun görülmeyişinin nedeni altının para olarak da kullanılmasıdır. Para özelliği metanın bu karakterini iyice örtbas eder. Marx, Kapital’i yazmadan önce notlar biçiminde tuttuğu defterlerden oluşan Grundrisse adlı eserini nispeten daha özgür yazmıştır. Altın hakkında bir yığın teknik bilgi verir bize. (4) Bütün bu bilgiler altının para olmaya yatkınlığıyla ilgili metalik bilgilerdir. Yani altının para olarak kullanımıyla, değişim değerinin özdeş olduğu durum. Oysa günümüzde kağıt para karşısında altının bu kullanım değeri iptal edilir, veya ondan ayrıştırılır. Altının talebe bağlı değişim değerini sürdürmesinin nedeni insanın tıpkı bir zamanlar laleye duyduğu mani gibidir. Klasik mani. Altına olan bu düşkünlükle ilgili çok eskilere bakmak gerekir.  Altın ilk başlarda dinî bir metaldir; oksitlenmez, asitte çözüşmez, ergime gücü yüksektir vb. Altın bu özelliğiyle kralların sembolüdür, ölümsüzlüğü temsil eder. Marc Eliade ayrıntılarıyla anlatır bu tarihsel süreci. (5) Ama artık altın ölümü temsil eder, altın ocakları ve yoğun arsenik kullanımıyla doğanın ölümünü!.. Kapitalizmde değişim değeri kullanım değerine karşıdır.

Nobel ödüllü iktisatçılar George A. Akerlof ve Robert J. Shiller metanın bu ikili karakterini gösteren bir başka metafordan söz ederler, Enfes Elma metaforu. Biraz uzun ama “kullanım değeri” güzel:

“Halen Enfes diye anılan elma çeşidinin tadını günümüzde neredeyse hiç kimse sevmiyor. Ve buna rağmen bu elmalara her yerde rastlıyoruz. Genellikle kafeteryalardaki, büfelerdeki ve hediye sepetlerindeki tek seçenek bu elmalar. Ancak Enfes Elmalar, bu isim altında bütünüyle başka bir elmanın pazarlandığı on dokuzuncu yüzyılda çok daha lezzetliydi. Enfes çeşidi 1980’lerde ABD’de giderek en çok satan elma haline gelmişti. Elma meraklıları başka çeşitlere geçmeye çalıştığında elma yetiştiricileri kârlarını kurtarmaya çalıştılar. Enfes Elma’ya bir Pazar talebi yarattılar. Bu elma türü, insanların başkalarının sevdiğini sandığı ucuz elma haline geldi. Çoğu yetiştirici lezzetten vazgeçti. Daha yüksek getirisi ve daha uzun raf ömrü olan nesillere geçerek elmayı ucuzlattılar. Bütün bir bahçenin ürününü bir anda toplayarak fiyatı düşürdüler, artık elmalar olgunlaştıkça toplanmıyordu. Enfes Elmalar lezzetli oldukları için satılmadığına göre, lezzet için fazladan harcama yapmaya ne gerek vardı? Kamuoyu bir elmanın bu kadar ucuzlayabileceğini düşünemediği gibi, genellikle lezzetsiz elmanın böylesine yaygın biçimde satılmasının ardındaki gerçek nedenleri de anlayamıyordu.” (6)


Tabi bir de artı değer var, doğrudan üretimden elde edilip günümüzde kambiyo senetlerinin, bonoların, türev araçlarının, kredi iflas takası gibi muamma kağıtların içine sızıp iyice görünmez olmuş sömürü biçimi. Absürt sömürü… Her zaman sorulacak soru şu: Sömürü bitti mi?




                                                                                   
     


(1)    Gerçi Braudel bunu daha eskiye Louis Blanc’a kadar götürür. (bkz. Ferdinand Braudel, Maddi Uygarlık, C. 2  s. 205, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, gece yay., Ankara 1993
(2)    Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, s. 309, Bölüm 19, dipnot 9, Çev. Harun Rızatepe, Remzi Kitabevi, 4. Basım, Nisan 2000, İstanbul.
(3)    Karl Marx, Kapital, c.1, s.92, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yay. 1. Baskı, Ankara 1975
(4)    Karl Marx, Grundrisse, c. 1, s.103-114,  Çev. Arif Gelen, Sol Yay. Ankara 1999
(5)    Mircea Eliade, Demirciler ve Simyacılar, Çev. Mehmet Emin Özcan, Kabalcı Yay. İstanbul 2000

(6)    George A. Akerlof ve Robert J. Shiller, Hayvansal Güdüler, s. 166, Çev. Neşenur Domaniç, Levent Konyar, Scala Yayıncılık, 2010 İstanbul.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Bayrak




Müfettiş çocuklara sorar:
-Bayrağımızdaki kırmızı renk neyi temsil eder?
Çocuklar hep bir ağızdan:
-Şehitlerimizin kanınııı!..

Peki bu beylik müfettiş sorusu neyi temsil ediyor acaba?

Şehitlerimizin kanının bayrakta temsilinin çocuk zihninde nasıl uyandığını anlamak için biraz  Piaget  çalışalım.

“Çocuk, anlamadığını anlıyormuş gibi göstermekte çok ustadır.”(1)

Bu soru Kisssinger’in vaktiyle gazetecilere dediği gibi ‘Vereceğim cevaplara sorusu olan var mı?’ türünden bir sorudur. Cevap sorudan önce gelir ve soruyu temsil etmez. Soru ve cevap bir bütün olarak kendi düz anlamını da temsil etmez. Çocukların “doğru” cevabı bilmesiyle elde edilen anlam sadece onaylanmadır. Oysa büyüklerin onaylanması, çocukların “doğru” cevabı bilmesiyle yaşadıkları tatminin ardında gizlenir. Soru-cevap bu çifte onaylanmanın dışındaymış gibi görünür. Çocuğun ‘anlamadığını anlıyormuş gibi göstermesindeki ustalığı’, müfettişin “doğru”nun ancak tekrara dayalı sıkıcı yapısını mesleği gereği anlamamasıyla çakışır.

Çocuk bayrağın kırmızı renginin şehitlerin kanını temsil etmesinden şunu anlar: Bir bez parçası ölen şehitlerin kanına bandırılır ve bayrak olur.

İşin ilginci yetişkinler de benzer bir şey anlarlar: Şehitlerimizin kanıyla sulanan bir meydana bir akşam ay ve yıldızın yansıması düşer ve bayrağımızın şekli oluşur. Bu hikâyede kafkaesk şekilde zaman ve mekân yoktur.

Her iki algılamanın da duyumun hizmetinde görünmesi tuhaf. Ama bu bir görünüm sadece. Aksine duyum algının hizmetinde. Çocuk “doğru” cevabı bilirken yetişkinin dünyasına katılıyor ama, yetişkin de çocuğun algısıyla eşitlendiği için indirgemeci bir bedel karşılığında oluyor bu.

“(…) bu nedenle de duyumlar, oluşturucu değil, oluşturulmuş öğelerdir.” (2)

J. Piaget soru-cevap ilişkisinde klinik incelemede gözlemlenebilecek beş tepki türü saptar.  Bu tepkilerden biri konumuzla ilgili olanı: “spontan inanç”; çocuk soruya cavap vermek için akıl yürütme ihtiyacı hissetmez, formüle edilebilir basmakalıp bir cevap verir. (3)

Türkiye’de işlenen bu spontan inanç kritik zamanlarda bayrakların evrensel temsil yeteneklerinden farklı olarak yerel temsilde aşırı bir “sevgi” nesnesine bürünür.  Sanki bayrağa gösterilen aşırı sevgi, diğerlerinin sevgisini ölçen bir vatandaşlık sınavı haline gelir. Aşırı "sevgi" ve diğerinden nefret iç içedir.  Taşınan bayrak gibi, elde tutulan hem bayraktır hem de sopa.  Tam da bu davranış bayrağı ulusal birliğin sembolü olmaktan uzaklaştırır ve bir kabilenin  totemi yapar. Totem bir şeyi temsil etmez, aptalca kendisidir.


(1)  Jean Piaget, Çocukta Dil ve Düşünme, Çev. Sabri Esat Siyavuşlugil, s.83, Palme Yay., Ankara, 2007
(2)  Jean Piaget, Epistemoloji ve Psikoloji, Çev. Seçkin Cılızoğlu, s. 68 Havass Yay. İstanbul, Aralık 1980
(3)  Jean Piaget, Çocuğun Gözüyle Dünya, Çev. İsmail Yerguz, s. 15, Dost Yay. Ankara 2005




5 Eylül 2015 Cumartesi

Jandarma ve Çocuk


Bir şey unutmadık mı?..
Kobani’li Aylan'ı taşıyan bu jandarma astsubay sadece görevini yapmıyor, utanç ve merhamet karışımı bişeyler de duyuyor belli.  Aylan’ı taşırken kamburlaşmış haline bakın, yükün kamburlaştırdığı bir beden değil bu, nasıl desem, sanki saygı ve titizlik karışımı bişey… sanki sokağında oturan komşunun çocuğu elinde tuttuğu… Bu astsubay bizden biri, dünyanın neresinde görsem tanırım onu. Savaş onu tanımamızı (görmemizi) engelliyor.

4 Eylül 2015 Cuma

Dilenci Çocuklar



Gezi Parkı’nın Elmadağ çıkışında caddeye inen merdivenin duvarında oturuyorum. Yorulmuşum. Zararsızım. Beş dakika sonra oradan biriyim.

Karşı duvarın önünde bir simitçi var,  onu seyretmek güzel. Bütün simitleri satmış, tezgâhı kaplayan gazete kâğıdının üzeri susam dolu. Toparlanıyor, kâğıt tomarları rulo yaparken hiç acelesi yok, bir kadın geçiyor önünden metroya doğru, kalçasını sıkıca saran mini eteğiyle, simitçi kadına bakıyor ben simitçiye. Yok gibiyim.

Güneş binaların ardında şimdi. Meydanın bu kısmı gölgelik, arada serin bir rüzgâr; rüzgârı içime çekiyorum, boş boş oturmuyorum yani, rüzgârla oyalanıyorum, bedenimle ilgili bir derdim varmış da öyle. 'Ohhh!'

Üç kız çocuğu geliyor. Büyük olanı sekiz yaşlarında, koltuğunun altında karton bir kutu. Diğer iki kızın ellerinde kuruyemiş paketleri: en küçüğünün elinde iki tane, ortancasının elinde üç. Aralarında bir münakaşa... sert tartışıyorlar. Ortanca diretiyor, en küçüğü de destek veriyor ona. Kutunun üstündeki yazıyı okuyorum: ‘Papağan.’ Bir kuruyemiş markası bu. “Hepimize verdi”, diyor ortancası. Büyüğü bir şeyler söylüyor ama duyamıyorum. Paylaşmak istemiyor belli. Acaba kardeşler mi? Üçü de çelimsiz, tenleri güneş yanığı. Saçlarının kumrallığında şehrin tozları da pay sahibi herhalde. Bir hayırsever onlara bir kutu kuruyemiş vermiş, alın aranızda paylaşın demiş. Kafamda böyle kurdum, akla yatkın. Büyük olanı en sonunda onları biraz ileriye götürüyor ve birer paket kuruyemiş daha veriyor. Sonra hep beraber, daha ileride çimlerin üzerinde oturan adamların yanına gidiyorlar. Adamların sırtı dönük. Paketi adamlardan biri alıyor, sağ tarafa doğru birkaç adım atıyor ama gerisini takip etmiyorum, dikkatim dağılıyor. 

İki genç çocuk boş simit arabasını iterek önümden geçiyor, arkalarında da simitçi. Mesai bitti. Simitçi ve iki oğlu evlerine dönüyorlar, huzur… yorgunluğum evcil bir iyimserlik aşılıyor bana… 

İçi su şişeleriyle dolu koca bir kovayla genç bir adam geliyor yanıma. Nefes nefese. Bakış alanımı o kadar daralttım ki, her şey birden oluyor ve geçiyor. Sanki bir zorunlulukmuş gibi herkesi tanımlıyorum. Kirli sakallı genç bir adam. Kürt. Kovadaki şişelerden birkaçını duvarın üstüne diziyor… 

Bir erkek çocuğu geliyor, kara kuru. “Amca su size lâzım?” diyor, bana değil sucuya söylüyor bunu, ama bana söylemiş gibi gösterdiği suya bakıyorum yarısı içilip duvarın üzerine bırakılmış bir şişe. Sucu çocukla ilgilenmiyor. “Bir su verir misiniz çocuğa” diyorum. Sucu kovadan bir şişe su uzatıyor çocuğa, çocuk bana gülümsüyor, ben de ona. “Kaç lira?” “Bir lira” diyor sucu. “Buyrun” diyorum. İstesem de istemesem de çocukla sucu arasındaki soruna müdahale eden fuzuli bir "iyiliksever" gibi göründüğümü biliyorum. Yanılmamışım. Birkaç saniye sonra “Ben bunlara her akşam on, on beş şişe su bırakıyorum,” diyor sucu. “Ya” diyorum. Belli ki üzerimde kötü bir izlenim bıraktığını düşünüyor. O sırada çocuğu gözlüyorum. Koşa koşa deminki kız çocuklarının yanına gittiği adamlardan birine uzatıyor şişeyi… Soruyorum: “Suriyeli mi bunlar?” “Hayır, bunlar Adana’dan, Mersin’den geliyorlar… Suriyeliler dilenmez… Suriyeli sansınlar diye mahsustan Türkçeyi kötü konuşuyorlar. Ne alırlarsa parkın ucunda oturan büyüklerine götürüyorlar…” 

“Suriyeli sansınlar diye Türkçeyi kötü konuşuyorlar öyle mi?” diye soruyorum. Aslında sormuyorum, kendi kendime tekrarlıyorum, şaşırmama izin veriyorum. Şaşırma hazzı. Ne dediğimi sucu duymuyor.

Sucunun yaptığım iyiliği birden boşa çıkarması keyfimi kaçırıyor ama verdiği bilgi ilgimi çekiyor. Bodrum sahiline vuran 3 yaşındaki Kobanili Aylan’ın dünyayı sarsan görüntüsüyle vicdanı güncellenen insanoğluna son derece özgün bir dilenci tuzağı. Bir icat gibi. “Tuzak” derken işin kriminolojik tarafını öne çıkarmak istemiyorum; vicdanın bu güncellenmesiyle Kobanili Aylan’ın yerine geçen dilenci çocuklar “ikame” bir rol oynuyorlar, bozuk Türkçeyle Suriyeli çocukları temsil ediyorlar. Bu temsilin o kadar güçlü bir karşılığı var ki, eğer sucu beni uyarmasa ısmarladığım bir şişe suyla hiç yoktan kendimi iyi hissedecektim. Rahatlamış vicdan yorgun bir bedene yakışırdı. Şimdiyse elimde kalan bu “gerçek” bilgiyle ne yapacağımı bilmiyorum… Şaşırıyorum… Sadece şaşırıyorum… Şaşkınlıkta bize sadece dışımızdaki olayın acayipliği yön vermez. Aynı anda içine düştüğümüz kendi bönlüğümüzle dışımızdaki acayipliğin arasında yaşadığımız ikilem de yön verir. Daha doğrusu tam da bu ikilemin adıdır şaşkınlık. Bu yüzden entelektüellerin en çok yararlandıkları ve baskıladıkları duygudur şaşkınlık… ama daha çok baskıladıkları… Ve şaşkınlıktan kurtulmak için çıkıyor ağzımdan bu söz:

“Çocuklara yazık”. 
“Onlar hayatından memnun”, diyor sucu.



"Ben Kürdüm… Biz  dilenmeyiz… Biz direniyoruz.” Gülerek kafamı sallıyorum. Sucu da gülerek karşılık veriyor, onu onaylamam hoşuna gidiyor.

Su ısmarladığım deminki kara kuru çocuk yanında bir kız çocuğuyla bana sesleniyor: "Para... Aç..." Karnını işaret ediyor.

Sucuya bakıyorum. 'Görüyor musun?' der gibi gülüyor bana...



“Siz” diyorum sucuya “Hep burada mısınız? Su mu satıyorsunuz?”
“Ben aslında tekstilciyim”, diyor. Bunu öyle bir söylüyor ki, sanki tekstil işçisi değil de iflas etmiş imalathane sahibi var karşımda… Bu ülkede herkesin 'aslında' diye başlayan gizli bir cv'si var ne de olsa. Şaşırmıyorum.