Duraktaki
kadının hali dikkatimi çekti.
Otobüs durağa yanaşınca anons: ‘Nalbant Çeşme’. Söylenince nalbant neyse de sanki çeşme hâlâ ayaktaymış gibi anlaşılıyor, göz bir çeşme kalıntısı arıyor. Yolun kenarında, musluksuz, bir duvar kalıntısı gibi. Şimdi bir oto yıkamacının, bir pizzacının ve yukarıda
lüks bir kuaför salonunun olduğu yerde vaktiyle bir de nalbant varmış. Hayal
etmek zor… Yaşlı bir adamdan dinlemiştim,
gençliğinde köyünden Sarıyer’e katırlarla odun taşırmış, o zaman yol yokmuş, bu
binalar da. Tam tepenin zirvesinde bir nalbant olması akla yatkın, hayvanların soluklanması için bir mola yeri de. Yaşlı adamlar böyle konuşunca eskiyi
mi özlüyorlar yoksa bugünkü halimize şükretmemiz için bize telkinde mi
bulunuyorlar anlayamazsınız. Galiba şaşırmamızı istiyorlar; eminim öyledir,
vaktiyle çektikleri çilenin dinleyen üzerinde uyaracağı etkinin empati değil
şaşkınlık olması işlerine gelir. Şaşkınlık=canlılık... Ne olursa olsun, durağın öyküsünün aşağıda
anlatacaklarıma bir katlısı yok. Ama ben ‘Nalbant Çeşme’ anonsunu duyunca
etrafa bakarım, ne de olsa İstanbul’da duyduğum en güzel durak ismi bu.
Ve duraktaki kadının hali dikkatimi çekti. Çantasını eliyle askısından tutmuştu, omuzda taşımak için büyük, yolculuk için
küçük sayılanlardan. Sanki günübirlik bir yolculuğa çıkmış. Daha çok hava alanlarında gördüm galiba bu çantalardan... ama
filmlerde. Çantasını tuttuğu tarafta omzu aşırı biçimde
aşağı çökmüştü. Bedenin simetrisini bozan bu çanta tutuşları belki de sürekli
çanta taşımaktan zaten deformasyona uğramış bedeni kamufle de ediyordu. Tam da
burada bir benzetme geliyor aklıma: Kocasının zoruyla çarşafa giren kadın
farkında olmadan çarşafın türev etkisine boyun eğer, artık çarşaf kadının
mutsuzluğunu gizliyordur, mutsuzluğuna sebep olan şey mutsuzluğunu koruyordur;
buna olumsuzlamanın olumsuzlanması değil, olumsuzlanmanın olumlanması denir…
Konu duraktaki kadın ama daldan dala atlamayı severim.
Çantasını tutuşunda kadının hayal kırıklığını gördüm, bir
şeyleri yoluna koyamamıştı ve geldiği yere geri dönüyordu. Bu kadar. Ben onun
hikâyesini sonlandırmışken kadın oturduğum ön koltukta bir anda gözlerimin
önünde yeniden belirdi. Kadının hikâyesini sonlandırışım aslında bakışımın kadın
üzerinde ne kadar kaldığının bir başka ifadesi. Terk ediyordum onu. Ama burada
genel bir laf edeyim, kadın ilgi çekiciyse hikâye de uzuyordu. Bunu diğer
kadınlara haksızlık olmasın diye bir nebze mahcubiyetle söylüyorum. Af edersiniz, yazıda ‘Bir nebze mahcubiyet’ sözü, sözü aynen
tekrar etmekten başka nasıl anlatılır bilmiyorum, itirafa saygı duyun.
Oysa hikâye kaldığı yerden devam ediyordu. Önce akbil
cihazından o malum ses duyuldu:
“Yetersiz bakiye!”
Pardon, bir şeyi atladım. Kadının hareketleri çok yavaştı,
donuk. Hayal kırıklığıyla uyumlu sayılırdı gerçi ama hareketlerindeki donukluk
gözlerinde yoktu, dalgın değildi. Gözlerinde yaptığı her şeyi takip eden
ihtiyatlı bir dikkat vardı; hani görmek için değil kendisini gözetleyenleri
savuşturmak için bakan insanlar vardır, üzerinde gezinen bakışlarla göz göze
gelmekten çekinmeyen bir dikkat huzmesi. Aynen öyle. Ve onunla
göz göze gelince bitirdiğim hikâye kaldığı yerden devam etti. Olan şuydu:
Kadın akbilini cihaza hemen okutmadı, akbili elinde miydi,
yoksa çantasından sonradan mı çıkardı fark edemedim. Normali durakta
bekleyen bir yolcunun akbilini elinde hazır tutmasıdır. ‘Yetersiz bakiye!’
sinyalinden sonra kadın sanki yedek bir akbili varmış gibi çantasını karıştırdı
ve sanki bulamayınca yüzünü “biz” yolculara döndü. İşte o anda önde tekli koltukta oturan benimle göz göze geldi. Ama
bana bir şey söylemedi. Zaten kimse bana kolay kolay ‘Fazla akbiliniz var mı?’
diye sormaz. Savcı bakışı var bende. Bunu Uzunköprü’de bir köfteci söylemişti
(adam bu sözüyle tüm hayatımı özetledi iyi mi).
Standart sorudur bu: ‘Fazla akbiliniz var mı?’ Ama bu soru
standart bir davranışın peşinden gelir: Sanıyorum herkes (hadi herkes
demeyeyim), otobüse binmeden akbilinde kontür olup olmadığını bilir. Ama
akbilini cihaza basar ve o ‘Yetersiz bakiye!’ sözünü duyurur. Neden?
‘Yetersiz bakiye!’ uyarısı bir duyurudur aynı zamanda,
otobüsün içindeki yolcuların üzerinde karar anını yaratır, yardım edip etmeyeceklerini
belirledikleri anı… bu an otobüsteki yolcuların akbili olmayan yolcuyu
gözlemlemek için kazandıkları zaman anlamına da gelir. Akbili olmayan yolcu
kasten bu etkiyi yaratır, insanların yüzlerine baktığında işi kolaylaşır, kime
yöneleceğini bilir. Ama asıl etki sosyolojik: kimse başkasının yardımına muhtaç
görünmeyi sevmez, bu yüzden ‘Yetersiz bakiye!’den parasızlığı değil,
unutkanlığı veya ihmalkârlığı çağrıştıran bir etki yapması beklenir. ‘Yetersiz bakiye!’ sözü
akbili olmayan yolcuyla diğer yolcuların arasına giren illüzyon sestir. Dikkat
dağıtır.
Kadın benimle göz göze geldi ve beni es geçti. Şoförün
arkasındaki koltukta oturan orta yaşlı kadına “Sizde var mı?” dedi. Duyulur
duyulmaz bir sesle söyledi bunu. Bazıları yüksek sesle söyler, ‘Fazla akbiliniz
var mı?..’ Ya ortaya, ya da birine söylerken kaçamak bakışlarla diğerlerini
sorusuna ortak ederek. Akbillerini vermeyecek yolcular kendi hallerindeymiş
gibi bir tavır takınırlar, duymazdan gelirler, ‘Yetersiz bakiye!’ sözünü
duydukları anda, bazılarının yüzünde bir seğirme olur, kararsızlık, yardım
edeceği kişiyi seçme anı falan… Soru ve karşıdan gelecek cevap net olmasına rağmen o
kadar çok olasılık vardır ki… Durun birkaç tanesini sıralayayım. İnsanları
tanımak eğlenceli bir iştir. Daha eğlencelisi bana benzediklerini keşfetmek.
Bazen daha sorulmadan akbilimi uzatırım, içimden gelir. Malûm
harici basmalarda bir akbilin fiyatı 2,15 lira. Çoğunlukla para almam. Para
uzatanlar ya bütün para uzatırlar, ya 2 lira, ya 2,50 veya 3 lira. Fazlalığı
cebime atmaktansa 2 liraya yuvarlamayı tercih ederim. Ama 2 lira uzatanlar bana itici gelir, bonkörlük hakkımı elimden alırlar, onlar kendi hesaplarını çoktan
yapmışlardır. Tamam teşekkür ederler, ama bu teşekkür sadece akbilimi vermem
yerine geçer, on beş kuruşun teşekkürü arada kaynar, hatta bir tek teşekkür bu
on beş kuruşluk alacağı örtbas etmeye yarar. Peki neden yaparım bu yardımı? Diyelim
otobüste kimse beni tanımıyor, buna rağmen bu yardımla otobüsteki yolcular
hakkımda cömert, hayırsever, bonkör gibi sıfatları bana yakıştırabilirler.
Çevremizde “iyi” tanınmak için onca lüzumsuz masrafa göre hiç de pahalı
sayılmayacak bir yöntem değil mi, maliyeti 2,15 lira. Hem o insanların daha sonra beni
görüp hatırlamaları da mümkün.
Sanıyorum diğer yolcuların akbilini vermeme tavrının nedenlerinden
ikisi şu: Uzatılan parayı almak, iyilik için para almamak gibi bir emsal varken, yapılan jesti
küçültüyor. İkincisi, birinin parayı uzatması, diğerinin almaması, parayı
uzatanın ısrar etmesi, sonunda birinin dediği olsa bile arada geçen bu gereksiz enerji kaybı ortada sevilecek bir
duygu bırakmıyor…
Orta yaşlı kadın akbilini uzattı. Akbili olmayan kadın akbili
basıp orta yaşlı kadına verdi, cüzdanını çıkardı kolundaki çantanın ağırlığıyla
bana doğru eğildi, yan gözle baktım, görmek istediğim bu değildi ama gördüm,
cüzdanı boştu. Orta yaşlı kadın ‘lütfen’ dedi, parayı kabul etmeyeceğim demekti bu.
Bence kadının parasız olduğunu baştan anlamıştı.
Akbili olmayan kadınla göz göze geldik, cüzdanını çantasına koyarken gülümsüyordu, bu gülümseme orta yaşlı kadına gülümsemesinin son kalıntısıydı, başımı eğdim ve selamlaşıyormuş gibi gülümsemesine karşılık verdim.
Akbili olmayan kadınla göz göze geldik, cüzdanını çantasına koyarken gülümsüyordu, bu gülümseme orta yaşlı kadına gülümsemesinin son kalıntısıydı, başımı eğdim ve selamlaşıyormuş gibi gülümsemesine karşılık verdim.
Yukarıda açıklamaya çalıştım ama kimseyi kandırmak istemem, akbilinde kontürü olmayan insanların bunu bildikleri halde neden akbil cihazına söylettirdikleri hâlâ muamma benim için. Bunun tek tek
insanların değil genel bir davranış olması gizemli geliyor bana. Cihazın
önceden tasarlanmış psikolojik bir işlevi olmamasına rağmen, insanların cihaz
üzerinden kendi psikolojilerini üretmeleri...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder