Kapitalizm Derken Ne Kastediyoruz?
Michael Moor’un 2009 yılı yapımı ‘Kapitalizm:
Bir Aşk Hikâyesi’ belgesel filmini geç de olsa izledim. Dünyanın en gelişkin
kapitalist ülkesinde de ‘kapitalizm’in pek matah bir sözcük olmaması tuhaf. İyi
ama bu kadar düşman edinmesine rağmen kapitalizmi ayakta tutan ne? Sözcük tu
kaka, ama nesnesine herkes teşne. Gerçi filmde
George W. Bush iktidarının son zamanlarında yaptığı bir konuşmada kapitalizme
açıktan övgü de düzmüştü, “Kapitalizm gelmiş geçmiş en iyi sistemdir,” diye,
sonra söz bir an ağzından kaçmış gibi “hür teşebbüs sistemi” diye düzeltmişti…
Ne de olsa ‘hür teşebbüs’ eski Soğuk Savaş döneminin meşru dili.
Komünizmle karşıtlığına dayanarak
bir takım iktisatçılar tarafından patavatsızca savunulsa da kendi içinde
sorunlu bir sözcük kapitalizm, gayri ihtiyari bir tınısı var (ekonomik yapıdan çok gayri ahlaki biir çağrışımı olduğu için). Sadece sitem edilirken, öfkelenirken
anılıyor; işsizliğin, enflasyonun, iflasın, sömürünün, adaletsizliğin vb sebebi
olarak gösterilen bir uzlaşı sözcüğü… Yani olumsuz ne söylerseniz içine çekmeye
hazır bir sünger gibi, mezhebi geniş. Tam da bu özelliğiyle insanoğlunun başına
musallat olmuş bir doğal afet muamelesi görüyor. Kaderci bir sızlanmanın nesnesi. Sözcüğün
asıl sorunlu tarafı burası. Herkes kapitalizme karşı, ama o kimseye karşı
değil. Şeytan gibi dilsiz… Çünkü bu sızlanma ve karşı olma hali kapitalizmi temsil eden bir irade karşısında
yapılamıyor (çünkü böyle bir irade yok). Sözcük bu hale nasıl geldi? Şeytan
inancının pragmatik tarafını anlamaya çalışalım… İnsanı baştan çıkaracak hazları yaşatıp ondan
sonra pişmanlıkla akla gelmesi. Yani ayartmanın değil, pişmanlığın adı olarak
Şeytan. Günahların sebebi ilan edildiğinde arıtıcı bir sözcük: cezbedici tarafı
ayartmasında değil, arıtmasında!.. İş olup bittikten sonra bütün suç üzerine
yıkılabiliyor. Kapitalizm de Şeytan gibi
kendini her tür olumsuzlamaya teslim edebiliyor. Kapitalizm bir icat değil, ama
sözcüğü bir icat.
İnsan Marx’tan beklerdi bu sözcüğün icadını,
Almanca eserlerinde ‘kapitalismus’ diye
bir sözcüğü hiç kullanmamış. Ama sözcüğün olumsuz anlamı üzerinde manipüle
edici rolünü (özellikle başyapıtı Kapital’le) kimse inkâr edemez. Bu sözcüğün
etimolojisi 1880’lerin sonlarında Engels, Franz Mehring ve Werner Sombart’ın
yazılarına dayanıyor(1), dönemin her şeyi bir “izm”le modelleme modası
sayesinde kapitalizm adlı bir sözcük literatürümüze girmiş. Sözcük, kendi
olgusal tarihinden daha yeni. Bu durum,
bir hastalığın adının hastalığın tarihinden daha yeni olmasına benzetilebilir
mi? Tam değil. Bir hastalığın adı, teşhise yönelik olduğu için tedaviyi ve
korunma yöntemlerini de akla getirir. Oysa kapitalizm sözcüğü, adlandırmanın
karakteri gereği diğer kavramlardan ayrışmaya hizmet etmesi gerekirken, bunu
yapmaz; kendi üzerine gelen bütün sitemkâr kavramları içine çeker ve onları
birbirine karıştırır, kendi özelliği kılar. Hep söylenir adaletsizlik ve
eşitsizliktir kapitalizm diye. Doğrudur. Ama bu adaletsizlik ve eşitsizlikten söz
etmenin kendisi de kapitalizmdir. Adaletsizlik ve eşitsizlik sadece kapitalizme
özgü olmadığı halde faili kapitalizm olarak belirlemek kapitalizmin izin
verdiği bir tepki biçimidir.
Dünyada kötü olan her şeyin
müsebbibinin kapitalizm olması bir şey, bunu durmadan dillendirmek, müzmin
mızmızlanmanın sebebi yapmak başka bir şey. Birincisi olguysa, ikincisi
ideoloji. Ama nasıl bir ideoloji?
Kapitalizm kötü… Son iki yüz
yıldır tüm dünyada kötülüğü sözcük olarak temsil ediyor. Hemen bir çelişki:
İnsanlar kötü olanı biliyorlar ama kötüyü ortadan kaldıracak iradi güce sahip
değiller. Sakın kapitalizm sözcüğünün yaydığı ideoloji kendini insan
bilincinden muaf tutan aşırı harici bir şeyin adı olmasın. Nesnel olduğu için kendine
yönelik her tür eleştiriyi tolere eden bir sistem… yani kendi bilincini de
nesnel olarak öte tarafa koyan insanoğluna sorumsuzluk imkânı tanıyan.
Öncelikle bir dil alışverişi bu. Sebebi biliyorsunuz, ama bu bilmenin de sebebe
intikal ettiğini bilmiyorsunuz.
Çok daha adaletsiz ve eşitsiz
toplumlar da oldu bu dünyada ama adlarına kapitalizm demiyoruz. Üstelik
adlarına kapitalizm dediğimiz, birbirinden dağlar kadar farklı ülkeler var.
Mesela Almanya ile Bengladeş’i alalım. Aralarındaki uçuruma rağmen bu iki
ülkeyi ‘kapitalizm’ adı altında birbirine nasıl benzeştiriyoruz? Kapitalizmin
bütün dünyada ortak olan tözü ne? Emperyalizm ve kapitalizm kategorik ayrımı
bunu anlamamız için yetmiyor. Bu ayrımın daha aşağılık, daha sömürücü, daha
ilkel, vahşi kapitalist toplumda yaşadıkları halde azgelişmiş ülkeleri kendi
sefil hallerinin sorumluluğundan azat eden özel bir işlevi de var. Batı’dan
Doğu’ya doğru gidildikçe kapitalizm sanki dışarıdan gelen, yerele ait olmayan
bir sistem gibi algılanıyor. ‘Kapitalizm’ sözcüğünün yaydığı ideolojiden
kastımız bu: dikkati nesnesinden negatif anlamla yüklü sözcüğe kaydırmak.
Ama kapitalizme bu kavramlarla karşı çıkarken
bir muhatap bulamazsınız, muhatap bulduğunuz insan da zaten dile getirdiğiniz
adaletsizliği ve eşitsizliği sizinle malûm kapitalizme bağlamaya hazırdır. Bu sefer
de sizin suçlayacak bir fail bulmak için çıktığınız yolda kapitalizm karşınıza
bir nesnel durum olarak çıkar ve suçlamalarınızı da kendi nesnelliğine dahil
eder, kendi içinde bağdaşık kılar.
Tuhaf… Sanki “hayalet”e benzer. Marx’ın sözünü ettiği komünizm hayaleti
gibi korkutucu değil ama… kapıdan kovulsa bacadan giren sırnaşık bir hayalet
bu. Evet, tekrar soralım: Kapitalizm nasıl bir sözcük?
Adeta kurban edilmiş, sahipsiz.
Ama asla mağdur olmayan orta malı bir sözcük…
Sözcüğün anlamı sözlükte nesnel
bir ölçüyle tanımlanır, ‘zeitgeist’ denilen çağın ruhu (yorumu) pek hesaba
katılmaz. Sözlük yazarları nihayetinde anlamı konuşulan dilin içinden elde
ettikleri halde, sözcükleri bir gelenekmiş gibi konuşmanın canlı ruhundan
soyutlarlar. Bu yüzden sözcükler sözlüklerde konuşmada olduğundan daha muhafazakârdırlar. Belki de sözlük
yazmanın şöyle bir çekiciliği var: sözcükleri insanlara Tanrı vermiş gibi
anlamları içinde dondurmak. Ama burada takılıp kalmayalım, başka bir yere
varacağım. Bazı sözcüklerin yaydıkları
olumsuz imaj sözlük anlamlarından önce gelir. Hemen nakde çevrilen, peşin bir
anlamdır bu. Sözcüğün olumsuz vurgusu bir tür kült anlam yaratır. Mesela
‘şişman’ sözcüğü… Sözlükte bize herhangi bir yargıda bulunmadan bedenin
görünümüyle ilgili bir tanım verilir. Oysa ben, ‘O yıl biraz şişmanlamıştım,’
gibi bir cümle kurduğumda kendimle ilgili olumsuz bir durum bildirmiş olurum.
Olumsuzluk, hastalık ve çirkince bir fiziksel görünümün çağrışımıyla şişman
sözcüğünden ilk izlenim olarak öne fırlar.
Kapitalizm sözcüğü de olumsuz bir
anlam iletir. Ekonomik kriz dönemlerinde daha da olumsuz. Kriz öncesi günlük
yaşamda pek kullanılmayan bu sözcük birden manşete çıkar. Bunu kapitalizme
karşı olanların başarısı sayabiliriz. Ama bu kapitalizmin de başarısıdır:
Sözcüğe vur, sisteme dokunma.
Kapitalizm sözcüğü (gönderen)
sanki gönderilenin üstünü örtüyor; gönderen bu yapının izin verdiği boşluklarda
dümen çevirenleri deşifre edebiliyor sadece. Ama yapıdan sapma olarak. Suçlanacak
failler ortaya çıkarken, kapitalizmin tüm toplumu saran (iflah olmaz) bir haleti
ruhiyeymiş gibi algılanması kaydıyla. Kolay iş. Kapitalizme karşı çıkmanın suçu
yok. Aksine kapitalizmi savunmak tabu bile sayılabilir. Kapitalizme karşı
çıkanlar bu konfor içinde rahatlar. Hükümete karşı çıkmaktan daha risksiz.
Çünkü kapitalizm bir doktrin değil, var olagelen bir toplum zemini, insanı
tuhaf bir genellemeyle ekonomik-insana çeviren yapı. Kapitalizm hiçbir yerde
böyle tarif edilmemesine rağmen, sözcüğün ilettiği bu olumsuzluk insanoğlunun
genel olumsuzluğunu da üstleniyor. Adeta insanoğlunun alameti farikası. Bu
yüzden ‘kapitalizm’ sözcük olarak kapitalizmin koruyucusudur da.
Çünkü salt sözcüğü söyleyince
hiçbir şey söylememiş de oluyorsunuz. Dedik ya, özel bir sözcük kapitalizm.
Bu işin ehli olan Marx’a
başvuralım. Ama bir Marx eleştirmeni olan Karl Popper’dan başlayarak.
Karl Popper
Karl Popper
Marx, Marksisistlerce de zor
okunan bir yazar olduğu için ikinci elden, didaktik okunur. Buna kelepir okuma da denebilir. Anti-Marksistler
neredeyse hiç okumazlar, ansiklopedilerden, başvuru kaynaklarından bilgi almak
yeter onlara. Biraz daha entelektüel olanlar Batı’da birçok Marx eleştirmeni
arasında belki de en önemlisi sayılan Karl Popper’ı tercih eder. Türkiye’de de
üniversite çevresi aydınlarını etkilediği bilinir. Karl Popper’ın Açık Toplum
ve Düşmanları adlı eserinin 2. cildinin nerdeyse tümü Marx eleştirisine
ayrılmıştır. Bundan on beş yıl önce okumuştum, benden hiç beklenecek bir
davranış değil ama bu yazı dolayısıyla yeniden okudum; ve fark ettim ki, Popper
Marx eleştirisini kapitalizm üzerine yaptığı kategorik bir ayrım üzerinde
temellendirmiş. Gariptir, Popper bu ayrımı bir dipnotta vermiş. Dipnotlar
yazarların mütevazı bir açıklaması gibi görünse de okuyucuyla irtibatı
koparmayan, sonradan akla gelen gizli telkinler de içerir. Şöyle demiş: “Marx’ın incelediği ve ‘kapitalizm’ adı
verilen devreye ‘dizginlenmemiş kapitalizm’, kendi devremize de ‘araya
girmecilik devresi’ demeyi öneriyorum.” (2) Popper demeye getirmiş ki,
Marx, ‘dizginlenmemiş kapitalizm’ devresinde yaşadığı için sonradan yapılan
iyileştirmeleri göremedi. Ömrü yetmedi değil, kehaneti yanlış çıktı anlamında.
Gerçekten de Komünist Manifesto’da
yer alan ‘en gelişkin ülkelerde’ yapılabileceklere ilişkin taleplerin büyük bir
kısmı bugün Batı’da gerçekleşti. Popper’ın göremediklerini de katarsak
fazlasıyla gerçekleşti. Hatta bugün Batı’da miras hukuku tartışılıyor, miras
vergisi çok ağır. Özel mülkiyetin kaldırılması ise Marx’ın ironik biçimde dile
getirdiği gibi zaten kapitalist üretim ilişkilerinin büyük oranda hallettiği
bir şey. Acaba komünizm mi gerçekleşti? Acaba biz dille ilgili bir yanılsama
yaşıyoruz da ‘kapitalizm’ eskinin bir kalıntısı olarak ara sıra hortlayan bir
sendromun adı mı?.. Şaka… Hayır, ne böyle bir şaka ne de Popper’ın
denetlenebilir bir ‘kapitalizm’ sözcüğünü tercih etmesi bizi yanıltmasın. Sözcükler
değişince yaşam değişmez. Ama sözcüklerle yaşamı ideogramlara çevirebiliriz. Verili
bir sistem olan kapitalizmi, komünizm karşıtlığında güya seçilmiş bir sistem
halinde görebiliriz. Adam Smith,
Ricardo gibi büyük iktisatçılar
kapitalizmin kurucu düşünürleri değildi, iktisat teorisinin kurucularıydı ve Marx’ın
kapitalizm eleştirisinin sürekli teyakkuzda olan tarafı bu teoriye yönelikti.
Unutmayalım Kapital’in alt başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Kapitalizm, planlı, hesap edilmiş bir
doktrinle kurulmadığı (işin
deterministik kısmından, yani ‘başka türlü olamadığı için öyle olan’dan söz
ediyorum), iktisat teorisine göre selef olduğu halde (teoriden önce deney),
Popper garip biçimde bir teorinin değil aslında bir nesnelliğin tarafı oluyor.
Bir düşünür için ne acı! Acaba Popper kapitalizmi arkeolojik bir kalıntı, bir
sit alanı gibi mi görüyor?..
Komünizm-kapitalizm karşıtlığı
içinde anlaşılmayan ve kendini kanıtlamak zorunda bırakılan hep komünizm
olmuştur. Kapitalizmin ise kendini savunmaya ihtiyacı yok, o zaten var. Ama
meşruiyetini var olmasından değil, bu karşıtlık içinde hatırlanan varlığından
alır; sürekli yenilenen varlığından. Marx komünist toplumda yaşam hakkında çok
az şey söyledi bize. Söyleseydi de ayıp ederdi. En veciz sözü uzun süredir
slogan olarak da kullanılan ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına
göre’dir (Gotha Programı’nın Eleştirisi). Marx’ın ideal toplum için verdiği
küçük bir ipucudur bu, kapitalizm karşısında etik çıkışı göstermesi
bakımından ise derin bir söz: Üretime az, entelektüel (zihinsel ve meziyet
geliştirici) faaliyet için bol zaman. Marx sadece kapitalizmi eleştirmedi,
ekonomi politiğin asli kavramlarını eleştirdi, geleceğin toplumunun ne
olacağını değil, kapitalizm üzerinden ne olmaması gerektiğini anlattı bize.
Buna göre mesela olmaması gereken bir şey reel sosyalizmde oldu: Çalışma
fetişizmi!.. Marx'ın anlattığı nihayetinde kapitalizme varan, ama insana rağmen değil insanın eğilimi olarak varan ve metafizik metada töz haline gelen bir yapı. Marx'ın eleştirisini kapitalizmin değil insanın eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Marksistlerin hiç yapmadığı bir tarzda.
Karl Marx
Karl Marx
Adı kapitalizmin karşıtı
biçiminde söylenegelen komünizm tarihsel bir dönemde hem muhalefette hem de
iktidardaydı. Aslında muhalif olurken de kendi içinde birilerini muktedir
yaparak sıkı bir hiyerarşiyi gelenekselleştiren komünist hareket
anti-kapitalist olmayı beceremedi. Ve bugün bir ad fetişizmine gerek yok. Adlar
da kirlenir. Çünkü ‘izm’ler arasındaki karşıtlık ‘ist’ler arasında yok. Amprik
olarak böyle. Karşıt anlamlı sözcükler benzeş bir düzlemin iki ayrı ucunda
konumlanır (genellikle sıfatlar arasında olur bu). Yaşlı-genç (ömürle ilgili
bir düzlem), iniş-yokuş (arazi yapısıyla ilgili bir düzlem), aydınlık-karanlık
(ışıkla ilgili bir düzlem) gibi. Oysa bir kapitalist, sermaye sahibi bir
girişimciyken; komünist, bir zihniyetin taraftarıdır; aynı düzlemde yer
almazlar. Bir kapitalist bal gibi komünist olabilir mesela (tersi de doğru).
Nasıl hâkim bir üretim ilişkisi
haline gelirse gelsin, hangi değişimleri geçirirse geçirsin kapitalizmin
hastalıklı yapısı değişmiyor. Marx’ın anlattığı kapitalizmin değişmeyen, mutlak
özellikleri var. Marx kapitalistlerin sırlarını açığa çıkaran bir maliye
müfettişi değildi. Bir ve birçok sır var ortada ama, bunlar sırdaş burjuvalar
tarafından gizlenen sırlar değil. Farkında olunmayan (kapitalistin de farkında
olmadığı) ve Marx’a kadar da keşfedilmeyen sırlar. Marx kapitalist toplumun
analizine metadan, kendi deyişiyle ‘ekonomik hücre’ biçiminden başlar. Yani
meta denilen şey evrensel kapitalizmin tüm yapısal özelliklerini bünyesinde
toplayan ana birimdir. Nasıl Big Bang Teorisi evrenin başlangıç noktasını
hidrojen atomunda temellendirdiyse Marx da kapitalizmin başlangıç noktasını
metada temellendirir. Bu temellendirme
aynı zamanda insanoğlunun kendi eliyle içine düştüğü yanılsamanın tarihini de başlatır.
Meta yüzünden insanlar varlığını absürt bir düalizm üzerine kurar. Marx
kurgusal olarak bu düalizmi ilk formüle eden düşünürdür: Metanın kullanım
değeri ve değişim değeri olarak. Amacım konuyu özetlemek değil burada. Merak edenler
için bol kaynak var, bilenler için de tekrara düşmek istemiyorum. Metanın bu
düalist karakteri, Popper’ın, birçok Marx eleştirmeninin ve tabi ki insan
evladının anlamadığı kurucu yanılsamaya denk gelir. Meta, içinde “metafizik incelikler, teolojik süslerle dolu
pek garip bir şey”(3)dir. İnsanlar arasındaki ilişkiler metalar arasındaki
ilişkidir aslında. Absürdün kurucu temeli değil mi bu? Ekonomi politik bu
kurucu absürt durumu çözümlemeye çalışmaz, rasyonalize etmeye çalışır. İki anlamda da rasyonalize eder: hem
kapitalizmi akılcı hale getirir, hem de insanı kadim bir töze indirger. Marx
daha Kapital’in önsözünde uyarmıştı bizi meta çözümlemesinin sığ bir gözlemciye
küçük ayrıntılar gibi gelebileceğini. Gerçekten de Marx’ın değer teorisi
Kapital’in anlaşılması en zor kısmıdır. Oysa Marx naif bir noktadan çıkış yapar:
O değişim değerinden değil, kullanım değerinden taraftır!
Kanuni Sultan Süleyman zamanında
Hollanda büyükelçisi tarafından İstanbul’dan alınıp ilk kez Hollanda’ya getirilen
lale soğanı yaklaşık bir asır sonra spekülatif bir meta olmuş. Şaibeli bir
tarih bilgisidir ama insanlar bundan söz etmeyi severler. Güya 1636 yılında
Hollanda halkı lale soğanını tıpkı konut gibi bir yatırım aracına dönüştürmüş.
Yükte hafif pahada ağır bir statü sembolü haline gelen lale soğanlarını
biriktirmeye başlamış. Öyle ki bir lale soğanı yetenekli bir zanaatkârın yıllık
gelirinin on katına kadar alıcı bulmuş. Bir yıl sonra lale borsası birden
çökmüş… Bugünden bakıldığında lale borsası bir çılgınlık gibi algılanır. Münferit,
tarihin çok kısa bir aralığında ve koca dünyanın sadece belli bir yöresinde olmuş
bitmiş bir olay gibi. İnsanlığa ya da tümüyle Hollanda ulusuna mal edilemeyecek,
kimseyi böyle bir cedde sahip olduğu için rencide etmeyecek manik bir olay.
Oysa bu olay insanlığın içinden çıkamadığı bir metafor olarak da ele alınabilir.
Mesela lalenin yerine ‘altın’ı koyarsak ne fark ederdi? Ve soralım: Altın neden
değerlidir?
Dünya’da az bulunduğu için diye
kestirme bir cevap verilebilir. Dünya’da az bulunan birçok şey vardır ve hiç de
değerli değildir. Mesela doğal bir aşınmayla kalp şeklini almış çakıl taşı da
dünyada çok azdır herhalde. Bir şeyin değerli olabilmesi için talep edilmesi
ve üretimi için harcanan (ortalama emek süresi) zamanın fazla olması gerekir.
Azbulunurluk harcanan emeğin süresini uzatır. Mesela 1 ton kaya/toprağa 5 gram
altın gibi. Meta olması azbulunurluğu doğurur, az bulunması onu meta yapmaz…
İyi ama sorunun karşılığı gelmedi hâlâ, altın neden değerlidir? Değerini
kendinden alan metafizik bir metalin kendi içinde kurduğu döngüsel nedensellik:
-Altın neden değerlidir?
-İnsanlar değer verdiği için.
-İnsanlar neden değer verirler?
-Altın değerli olduğu için.
Altın, kullanım değeriyle değişim
değeri arasındaki tam bir kopukluğu gösterir bize. Bunun görülmeyişinin nedeni
altının para olarak da kullanılmasıdır. Para özelliği metanın bu karakterini
iyice örtbas eder. Marx, Kapital’i yazmadan önce notlar biçiminde tuttuğu
defterlerden oluşan Grundrisse adlı eserini nispeten daha özgür yazmıştır.
Altın hakkında bir yığın teknik bilgi verir bize. (4) Bütün bu bilgiler altının
para olmaya yatkınlığıyla ilgili metalik bilgilerdir. Yani altının para olarak
kullanımıyla, değişim değerinin özdeş olduğu durum. Oysa günümüzde kağıt para
karşısında altının bu kullanım değeri iptal edilir, veya ondan ayrıştırılır.
Altının talebe bağlı değişim değerini sürdürmesinin nedeni insanın tıpkı bir
zamanlar laleye duyduğu mani gibidir. Klasik mani. Altına olan bu düşkünlükle
ilgili çok eskilere bakmak gerekir. Altın
ilk başlarda dinî bir metaldir; oksitlenmez, asitte çözüşmez, ergime gücü
yüksektir vb. Altın bu özelliğiyle kralların sembolüdür, ölümsüzlüğü temsil
eder. Marc Eliade ayrıntılarıyla anlatır bu tarihsel süreci. (5) Ama artık
altın ölümü temsil eder, altın ocakları ve yoğun arsenik kullanımıyla doğanın
ölümünü!.. Kapitalizmde değişim değeri kullanım değerine karşıdır.
Nobel ödüllü iktisatçılar George
A. Akerlof ve Robert J. Shiller metanın bu ikili karakterini gösteren bir başka
metafordan söz ederler, Enfes Elma metaforu. Biraz uzun ama “kullanım değeri”
güzel:
“Halen Enfes diye anılan elma çeşidinin tadını günümüzde neredeyse hiç
kimse sevmiyor. Ve buna rağmen bu elmalara her yerde rastlıyoruz. Genellikle
kafeteryalardaki, büfelerdeki ve hediye sepetlerindeki tek seçenek bu elmalar.
Ancak Enfes Elmalar, bu isim altında bütünüyle başka bir elmanın pazarlandığı
on dokuzuncu yüzyılda çok daha lezzetliydi. Enfes çeşidi 1980’lerde ABD’de
giderek en çok satan elma haline gelmişti. Elma meraklıları başka çeşitlere
geçmeye çalıştığında elma yetiştiricileri kârlarını kurtarmaya çalıştılar.
Enfes Elma’ya bir Pazar talebi yarattılar. Bu elma türü, insanların
başkalarının sevdiğini sandığı ucuz elma haline geldi. Çoğu yetiştirici
lezzetten vazgeçti. Daha yüksek getirisi ve daha uzun raf ömrü olan nesillere
geçerek elmayı ucuzlattılar. Bütün bir bahçenin ürününü bir anda toplayarak
fiyatı düşürdüler, artık elmalar olgunlaştıkça toplanmıyordu. Enfes Elmalar
lezzetli oldukları için satılmadığına göre, lezzet için fazladan harcama yapmaya
ne gerek vardı? Kamuoyu bir elmanın bu kadar ucuzlayabileceğini düşünemediği
gibi, genellikle lezzetsiz elmanın böylesine yaygın biçimde satılmasının
ardındaki gerçek nedenleri de anlayamıyordu.” (6)
Tabi bir de artı değer var,
doğrudan üretimden elde edilip günümüzde kambiyo senetlerinin, bonoların, türev
araçlarının, kredi iflas takası gibi muamma kağıtların içine sızıp iyice
görünmez olmuş sömürü biçimi. Absürt sömürü… Her zaman sorulacak soru şu: Sömürü bitti mi?
(1) Gerçi
Braudel bunu daha eskiye Louis Blanc’a kadar götürür. (bkz. Ferdinand Braudel,
Maddi Uygarlık, C. 2 s. 205, Çev. Mehmet
Ali Kılıçbay, gece yay., Ankara 1993
(2)
Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, s. 309,
Bölüm 19, dipnot 9, Çev. Harun Rızatepe, Remzi Kitabevi, 4. Basım, Nisan 2000,
İstanbul.
(3)
Karl Marx, Kapital, c.1, s.92, Çev. Alaattin
Bilgi, Sol Yay. 1. Baskı, Ankara 1975
(4)
Karl Marx, Grundrisse, c. 1, s.103-114, Çev. Arif Gelen, Sol Yay. Ankara 1999
(5)
Mircea Eliade, Demirciler ve Simyacılar, Çev.
Mehmet Emin Özcan, Kabalcı Yay. İstanbul 2000
(6)
George A. Akerlof ve Robert J. Shiller,
Hayvansal Güdüler, s. 166, Çev. Neşenur Domaniç, Levent Konyar, Scala
Yayıncılık, 2010 İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder