Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö'yü ağırlayan Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, görüşme sonrasında ortak basın toplantısı gerçekleştirdi. Yabancı bir gazetecinin sorduğu "Halk sizden
korkuyor. 'Diktatör' olduğunuzu söyleyenler var. Ne diyorsunuz?" sorusuna
"Diktatörün olduğu bir ülkede herhalde böyle bir soru soramazsınız.”
dedi.
Bu bir diyalog mu, yoksa retorik bir soru üzerinde saltanat sürmek mi? Konuşma
bir soru-cevap şeklinde, diyalog haliyle değil de monolog olarak yeniden kurulsa
yeridir, o zaman şöyle bir cümle çıkar: ‘Benim diktatör olduğumu söyleyenler
var, diktatörün olduğu bir ülkede bunu kim söyleyebilir ki?’
Buna hazırcevap bir retorik olarak bakmayalım sadece. Bir klişe bu elbette
ve klişelerde cevvallik arayanlar bunu abartılı bir iltifat için yaparlar.
Cumhurbaşkanı benzer bir soruya daha önce de aynı şekilde cevap vermişti.
Hatırlıyorum. Başka ülkelerin devlet başkanlarına da benzer sorular sorulmuş,
benzer cevaplar verilmiştir. Burada patinaj yapmayalım. Ama bu klişenin
konuşanları aşan ilginç bir mantığı var, bir söz oyunu bu ve oyun böyle
kurgulanınca cevap veren konuşmanın akışını kesmiş oluyor. Bakın konuşmaya tek
taraflı son veriyor demiyorum, konuyu bitiriyor. Müsamerede son sözü söyleyip
galip gelmek gibi. Nakavt.
Elimde Michael Clark’ın ‘Paradokslar Kitabı’ var, daha önce okuduğum
bölümleri şöyle bir karıştırdım yukarıdaki paradoksa birebir uyan bir paradoks
yok. Ama öncelikle yukarıdaki konuşmanın bir paradoks olduğunu açıklamam
gerekiyor. Şunu hemen baştan belirteyim, paradokslar bizi çözümsüzlüğe itmez,
paradoksa ilişkin soracağımız soru böyle birbiriyle çatışkılı iki önermenin
nasıl bir arada bulunabildiği değil, nasıl kafamızı karıştırdığıdır. Algımız
nasıl birinden diğerini seçmeye eğilimliyken hep aynı çıkmaza düşer? Bu
önermeler içinde belli bir kavramı aklımızda bir kerteriz olarak, bir sabite
olarak tutarız ve bunun farkına varmayız, sorun tam da buradadır oysa.
Mesela ‘Hovarda Paradoksu’: Yaptığınız kötü bir şeyden utanmak, utanmazca
davranmaktan iyidir. Ama utanç duymaktan ötürü kendinizi iyi hissederseniz, bu,
utanç duygunuza gölge düşürür… Utanmazca bir iş yapmakla bir duygu olarak utanç
eşleşince sanki ortaya bir erdem çıkacakmış gibi bir formüle dayandırırsanız
önermeyi paradokstan kurtulamazsınız. Burada paradoksu güçlendiren, sırf
erdem adına kendi utancı için teyakkuzda olan özbilincin bu “iyi” sayılabilecek
aynı utancın ayağını kaydırmasıdır. Ama utanç zaten özbilinçle deneyimlenebilen
bir duygu değil. Utancınızı bizzat kendiniz analiz etmeye kalktığınızda utanç
olmaktan çıkıyor, yani utancınızı ele almaya utanmadığınızda ve üstelik bu
utancı duyduğunuz için “iyi” tarafta olduğunuzu size telkin eden uyanık bir
tarafınız varsa. Yani utanç bu durumda duyduğunuz şey değil, yendiğiniz şey
oluyor. Bir süreçten geçtiğimiz halde kavramın da aynı kaldığını düşünüyoruz.
Yukarıdaki diyalogun paradoksu şurada: Ortada bir diktatör varsa ona
diktatör diyemezsiniz. Eğer ona diktatör diyebiliyorsanız ortada diktatör
yoktur… Ama bu mantık tam da yakındığı şeyi talep etmez mi? Şimdi birinci tekil
şahısla devam ettirelim mantığı: 'Benim diktatör olduğumu söyleyin ki, diktatör
olmadığım anlaşılsın…' Saçma. Bu mantık kendini diktatörlükten feragat üzerine
mi kuruyor, yoksa lafı ben diktatör sözcüğünün içini dolduracak her şeyi
yaparken siz de varın bana “diktatör” diyerek kendinizi özgür hissedin demeye
mi getiriyor?.. Bence feragatin narsisistik bir yatırıma dönüştüğü kurgusal bir
eşik burası. Burada “diktatör” sözcüğünün kötü izlenimi üzerinde uzlaşılmış
gibi görünüyor. Ya diktatör olmaktan ve bu sözcüğün kendisi hakkında
kullanılmasından gizlice haz alan biri varsa karşımızda?.. Yani paradoksun
bütün yükünü 'diktatör' sözcüğünü dile getirene yıkarak. Öyle ya, eğer ortada
bir diktatör olsaydı 'diktatör' sözcüğü korku yüzünden bu sözcüğü kullananın
ağzından çıkamazdı. Bu durumda paradoks şöyle olur: Eğer 'diktatör' diyorsanız,
ortada sizi korkutacak kadar bir diktatör yoktur, eğer demiyorsanız bu zaten
diktatörün hem olduğunu gösterebilir hem de olmadığını... Her halükârda paradoks
'diktatör' diyenin değil, diktatörlükten hoşlanan ve olamayan (korkuyu hep
yeniden üretmek zorunda olan) diktatörün paradoksudur. Bir devlet başkanına
'diktatör' diyebilme gücü devlet başkanının saldığı korkunun yetersizliğiyle
açıklanabilir tabi, ama rasyonel olan söyleyenin cesaretiyle açıklamaktır.
İletişim kanallarına konulan sansür yüzünden, diktatörlük, 'diktatör'
diyenlerin cesaretlerinden kamuoyunun haberdar olamadığı durumla ilgilidir ki,
devlet başkanının bu monologu zaman zaman dış bir soruyla diyalog
kılığında görünür... Yani gerçek-diğeri’nin cesaretini dolayımlaştıracak güçtür
diktatör, cesareti gösteren yoktur burada, vekaleten dile getiren vardır. Yani, tam da bu çatlak seslerin olmadığı ortamın kendisi olarak diktatörlük.
Ama yine de gizli bir paradoks her şeye yön veriyor: Hiçbir diktatör
günümüzde ‘diktatör’ sözcüğünün tasarrufuna sahip değil. Ben diktatörüm
diyemiyor. ‘Diktatör’ sözcüğünün kötü izlenimi üzerinde uzlaşmak zorunda: Bir
diktatör, ben diktatörüm dediği zaman diktatör olamaz, diktatör olduğu zaman
ben diktatörüm diyemez… Cumhurbaşkanı kendisi dışında dilin evrimiyle gelişen paradoksa tabi, asalakça...Yoruldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder