Gezi Parkı’nın Elmadağ çıkışında caddeye
inen merdivenin duvarında oturuyorum. Yorulmuşum. Zararsızım. Beş dakika sonra oradan biriyim.
Karşı duvarın önünde bir simitçi var, onu seyretmek güzel. Bütün simitleri satmış, tezgâhı
kaplayan gazete kâğıdının üzeri susam dolu. Toparlanıyor, kâğıt tomarları rulo
yaparken hiç acelesi yok, bir kadın geçiyor önünden metroya doğru, kalçasını sıkıca saran mini eteğiyle, simitçi kadına bakıyor ben simitçiye. Yok gibiyim.
Güneş
binaların ardında şimdi. Meydanın bu kısmı gölgelik, arada serin bir rüzgâr;
rüzgârı içime çekiyorum, boş boş oturmuyorum yani, rüzgârla oyalanıyorum, bedenimle ilgili bir derdim varmış da öyle. 'Ohhh!'
Üç kız çocuğu geliyor.
Büyük olanı sekiz yaşlarında, koltuğunun altında karton bir kutu. Diğer iki
kızın ellerinde kuruyemiş paketleri: en küçüğünün elinde iki tane, ortancasının
elinde üç. Aralarında bir münakaşa... sert tartışıyorlar. Ortanca diretiyor, en
küçüğü de destek veriyor ona. Kutunun üstündeki yazıyı okuyorum: ‘Papağan.’ Bir
kuruyemiş markası bu. “Hepimize verdi”, diyor ortancası. Büyüğü bir şeyler
söylüyor ama duyamıyorum. Paylaşmak istemiyor belli. Acaba kardeşler mi? Üçü de
çelimsiz, tenleri güneş yanığı. Saçlarının kumrallığında şehrin tozları da pay
sahibi herhalde. Bir hayırsever onlara bir kutu kuruyemiş vermiş, alın aranızda
paylaşın demiş. Kafamda böyle kurdum, akla yatkın. Büyük olanı en sonunda onları
biraz ileriye götürüyor ve birer paket kuruyemiş daha veriyor. Sonra hep beraber,
daha ileride çimlerin üzerinde oturan adamların yanına gidiyorlar. Adamların
sırtı dönük. Paketi adamlardan biri alıyor, sağ tarafa doğru birkaç adım atıyor
ama gerisini takip etmiyorum, dikkatim dağılıyor.
İki genç çocuk boş simit
arabasını iterek önümden geçiyor, arkalarında da simitçi. Mesai bitti. Simitçi
ve iki oğlu evlerine dönüyorlar, huzur… yorgunluğum evcil bir iyimserlik
aşılıyor bana…
İçi su şişeleriyle dolu koca bir kovayla genç bir adam geliyor
yanıma. Nefes nefese. Bakış alanımı o kadar daralttım ki, her şey
birden oluyor ve geçiyor. Sanki bir zorunlulukmuş gibi herkesi tanımlıyorum. Kirli
sakallı genç bir adam. Kürt. Kovadaki şişelerden birkaçını duvarın üstüne
diziyor…
Bir erkek çocuğu geliyor, kara kuru. “Amca su size lâzım?” diyor, bana
değil sucuya söylüyor bunu, ama bana söylemiş gibi gösterdiği suya bakıyorum
yarısı içilip duvarın üzerine bırakılmış bir şişe. Sucu çocukla ilgilenmiyor.
“Bir su verir misiniz çocuğa” diyorum. Sucu kovadan bir şişe su uzatıyor
çocuğa, çocuk bana gülümsüyor, ben de ona. “Kaç lira?” “Bir lira” diyor sucu. “Buyrun”
diyorum. İstesem de istemesem de çocukla sucu arasındaki soruna müdahale eden fuzuli bir "iyiliksever" gibi göründüğümü biliyorum. Yanılmamışım. Birkaç saniye sonra “Ben bunlara her akşam on,
on beş şişe su bırakıyorum,” diyor sucu. “Ya” diyorum. Belli ki üzerimde kötü
bir izlenim bıraktığını düşünüyor. O sırada çocuğu gözlüyorum. Koşa koşa
deminki kız çocuklarının yanına gittiği adamlardan birine uzatıyor şişeyi… Soruyorum:
“Suriyeli mi bunlar?” “Hayır, bunlar Adana’dan, Mersin’den geliyorlar…
Suriyeliler dilenmez… Suriyeli sansınlar diye mahsustan Türkçeyi kötü
konuşuyorlar. Ne alırlarsa parkın ucunda oturan büyüklerine götürüyorlar…”
“Suriyeli
sansınlar diye Türkçeyi kötü konuşuyorlar öyle mi?” diye soruyorum. Aslında sormuyorum, kendi kendime tekrarlıyorum, şaşırmama izin veriyorum. Şaşırma hazzı. Ne dediğimi sucu duymuyor.
Sucunun yaptığım
iyiliği birden boşa çıkarması keyfimi kaçırıyor ama verdiği bilgi ilgimi
çekiyor. Bodrum sahiline vuran 3 yaşındaki Kobanili Aylan’ın dünyayı sarsan
görüntüsüyle vicdanı güncellenen insanoğluna son derece özgün bir
dilenci tuzağı. Bir icat gibi. “Tuzak” derken işin kriminolojik tarafını öne
çıkarmak istemiyorum; vicdanın bu güncellenmesiyle Kobanili Aylan’ın yerine
geçen dilenci çocuklar “ikame” bir rol oynuyorlar, bozuk Türkçeyle Suriyeli
çocukları temsil ediyorlar. Bu temsilin o kadar güçlü bir karşılığı var ki,
eğer sucu beni uyarmasa ısmarladığım bir şişe suyla hiç yoktan kendimi iyi hissedecektim. Rahatlamış vicdan yorgun bir bedene yakışırdı.
Şimdiyse elimde kalan bu “gerçek” bilgiyle ne yapacağımı bilmiyorum… Şaşırıyorum… Sadece
şaşırıyorum… Şaşkınlıkta bize sadece dışımızdaki olayın acayipliği yön vermez.
Aynı anda içine düştüğümüz kendi bönlüğümüzle dışımızdaki acayipliğin arasında
yaşadığımız ikilem de yön verir. Daha doğrusu tam da bu ikilemin adıdır şaşkınlık.
Bu yüzden entelektüellerin en çok yararlandıkları ve baskıladıkları duygudur
şaşkınlık… ama daha çok baskıladıkları… Ve şaşkınlıktan kurtulmak için çıkıyor
ağzımdan bu söz:
“Çocuklara yazık”.
“Onlar hayatından memnun”, diyor sucu.
“Onlar hayatından memnun”, diyor sucu.
"Ben Kürdüm… Biz dilenmeyiz… Biz direniyoruz.”
Gülerek kafamı sallıyorum. Sucu da gülerek karşılık veriyor, onu onaylamam
hoşuna gidiyor.
Su ısmarladığım deminki kara kuru çocuk yanında bir kız çocuğuyla bana sesleniyor: "Para... Aç..." Karnını işaret ediyor.
Sucuya bakıyorum. 'Görüyor musun?' der gibi gülüyor bana...
“Siz” diyorum sucuya “Hep burada mısınız? Su mu
satıyorsunuz?”
“Ben aslında tekstilciyim”, diyor. Bunu öyle
bir söylüyor ki, sanki tekstil işçisi değil de iflas etmiş imalathane sahibi
var karşımda… Bu ülkede herkesin 'aslında' diye başlayan gizli bir cv'si var ne de olsa. Şaşırmıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder