L’amant
Double (2017), Yön. François Ozon
Chloe: Paul…
Paul : Efendim.
Chloe: Benden sır
saklamayacağına söz verir misin?
Paul : Sen de özel eşyalarımı
karıştırmayacağına söz verir misin?
Chloe: Söz.
Önce bir şaşkınlık nöbeti.
Kalktım filmi dondurdum, aynı sahneyi yeniden izledim.
Hemen görülüyordur, birbirini dışlayan
iki ilke var burada. Ama asıl tuhaflık meselenin
tatlıya bağlanmasında. Nasıl diyeyim beynime işleyen bu tuhaflık beni filmden
alıkoydu… Bu diyalog bir anlam bütünlüğü de sunuyor. Birbirini dışlayan iki
ilkeyi barındırmasına rağmen böyle. Dikkatimi ilk başta çelişki çekse de bundan
çabuk vazgeçtim. Asıl sorun uzlaşmadaydı. Bir tarafın diğer tarafa verdiği
tavizle ya da ödeşmeyle gerçekleşen uzlaşma değildi bu.
Tek tek bakınca kavramlar montaj gibi. Bir
anlaşma sözü nasıl oluyor da bu kadar aksi kavramı uyumlu biçimde bir araya
getiriyor, dedim. Senaryo hatası mı bu? Hayır, insanlar gerçek hayatta da böyle
uzlaşıyorlardı. Ama gerçek hayatta bu ilkeler anlaşma zemininde birbiri peşi
sıra söylenmediği için sırıtmıyordu. Kavramları çatısından sökünce daha da
tuhaf oldum: Sır ve sır saklamak; özel eşya ve özel eşyaları karıştırmamak;
tarafların sır saklamayacağına ve özel eşyaları karıştırmayacağına söz
vermeleri... Hırsızla polisin şöyle uzlaştığını düşünün. Hırsız bir şey
çalmayacağına söz veriyor. Buna karşı polis de onun üzerini aramayacağına. Söz
vermek iki ahlaki ilkenin çiğnenme olasılığının üzerinde bir örtü görevi
görüyor. Tek bir yorumla kapatılacak konu değil. Bu diyalog rahatımı kaçırmasa iyiydi.
Taraflardan her biri sır saklamayacağım,
söz veriyorum; özel eşyanı karıştırmayacağım, söz veriyorum; derken kabahati
sadece kendiyle sınırlamıyor, sözü her iki tarafı da bağlayan ilke haline
getiriyor. İki sevgili bu ilkeleri kendileri icat etmediler, dışarıdan, sosyal
yaşamdan devraldılar. İlkeleri art arda dillendiriyorlar: Sevgililer
birbirlerine karşı sır saklamamalılar ve daha genel anlamda insanlar
birbirlerinin özel eşyalarını karıştırmamalılar. Sosyal sözleşme. Burada genel
insanlar arası ilişkiyi düzenleyen özel eşyanın karıştırılmaması ilkesiyle; iki
insanın çok daha dar ilişkisinde, birbirlerine açık olması ilkesi yan yana
kediyle köpek gibi. Yine de her iki tarafı da incitmeyecek bir sözleşme
ortaya çıkmış. Nasıl oluyor bu? Olgunun bu soruyu hak ettiğini teslim etmemiz
gerek. Çünkü ufak bir değişiklikle olgu bu soruyu baştan berhava edebilirdi.
Şöyle:
-Sır saklamayacağım, söz veriyorum.
-Özel eşyam olmayacak, söz
veriyorum.
Ama insanların özel eşyaları var.
Üstelik bu özel eşyalar özel hayatlar üzerinde kurucu rol oynadığı için varlar
ve tarihsel bir değere de sahipler. Yani özel hayatın bir meta olarak tarihi; tarihte
satın aldıkça sahip olabildiğin bir değişkenlik süreci. Ne kadar özel eşyan
olursa özel hayatını o kadar takviye ediyorsun. Tabi bedenin cinsel varlığıyla cisimlenen mahremiyeti
özel yaşamdan ayrı tutuyoruz. Karıştırmayalım. Cep telefonu, mektup, fotoğraf
albümü, cüzdan, günlük, gardırop, komodin, kendine ait oda, çekmece… bunlar hep
özel eşyalar. İki örnekle ne demek istediğimi daha iyi anlatacağım sanıyorum.
Geçtiğimiz yüzyıllarda sevgililer arası mektup taşıyan hizmetçiler olurdu.
Hizmetçileri özel yaşamın dışında tutan güvence iki kanaldan da gelebilirdi: ya
okuma yazma bilmezlerdi ya da onların başkasına verecekleri haberin alt sınıf
oldukları için bir sır değeri yoktu. Şimdi iki sevgili aracısız
mesajlaşabiliyor. Zarfın kapağını yapıştıran zamkın yerini özel şifre aldı. Şifreyle
korunan e mail özel yaşamı diğerine men etmiyor sadece, ulaşılmaz da kılıyor. Yani böyle bir koruma
özel yaşamı başka bir boyutta yeniden kurarak teşvik ediyor. Diğer örneğim
komodin. Eskiden hacetin yapıldığı lazımlığın saklandığı yer. Komodin o haliyle
daha çok mahremiyeti çağrıştıran bir eşyayken günümüzde bir yatak odası
bileşeni, özel eşyaların konulduğu yer. Komodinin, gardırobun, şifonyerin varsa
yatak odasını misafirine gösterebilirsin, öbür türlüsü zor.
Özel eşyaları karıştırmamak: Diğerinin bakışından
kaçırdığımız nüveler. İçleri bilgi dolu. Bu bilgiler sadece bana ait
olmayabilir. Ama özel eşya bunları “özel” kılarak mimliyor. Bu eşyalar ortada
olsa bile içine bakmaya çalışan açısından sakıncalı. Bu gizliliğin etkisi
bulaşıcıdır, özel eşyayı karıştıranın beden dilini de biçimlendirir; özel eşya
bilinen formuyla kendini sakınırken, özel eşyayı karıştıran da bedenini sakınır.
Güvenmeyen tarafta olmayı hak etmek için güvenilmeyenin açığını aramanın
tekinsiz macerası diyelim. Onunlayken imtina ettiğiniz şey, onsuz ihlal ettiğiniz
şey. Özel eşya ille de bir sır saklıyor anlamına gelmez tabi. Ama böyle bir
olasılık diğerine karşı sizi saygı konumunda tutuyor. Onun sırrı olabileceğine
dair saygı. Erkek kadından özel eşyalarını karıştırmayacağına dair sözü alınca
kendisinin sır saklamayacağına dair sözünü otomatikman çiğneyebileceğini garanti altına almış görünüyor. Bu gizli avantaj hiç de stabil değil oysa,
kadının lehine de çevrilebilir. Çünkü özel eşyaların çeşitliği sır imkânımızı
da çoğaltıyor. Sır saklamaya niyetimiz olmasa bile eşyanın tabiatı gereği özel
olan bize kendi yasasını dayatır. Tek kişilik sır, daha sır olduğu bile belli
değilken özel eşya sayesinde ortalığa gizemli bir enerji yayıyor.
Şöyle diyebiliriz, eskiden daha az
sırlarımız vardı. Belki ama şunu demek daha akla yatkın: eskiden farklı bir sır
kavramımız vardı. Ama kavramın tözünden uzaklaşmamaya da ihtiyacımız var, şimdi
tam da şu soruyu sormanın sırası: İnsan neden sır saklar? Utandığı için,
kendini aşağıladığı için, zayıf düşeceği için, suçlu olduğu için vb. Tüm
bunların ötesinde sır bize kişilik kazandırdığı için. Evet kişilik. Sır
saklamamak, sırrı yaratan bu unsurların olmayacağı anlamına gelmiyor (yoksa sır
olmazdı; sır vuzuhla karşıtlık içinde kendini kronik biçimde saklayan bir
ketumluğun enerjisine yazgılı) ama sırrı açıklamak bu duygular üzerinde bana
bir kontrol yetkisi tanıdığı için saf halini otomatikman yitiriyor. Bu yüzden
itirafla sırrı açıklamak birbirine karıştırılır. İnsan itiraf ederken sırrı
üzerinde bir hesap yapıyor. Olumsuzlanmaktan kendimi nasıl kurtulabilirim? Sanat
ikame araçlarla bize bunu sağlıyor. Ama söz diplomasiden uzak amiyane haliyle
bunu nasıl yapabilir? Bir de şu açıdan bakalım: sır gerçekte saklanan şey değil
de semptomsa ne yapacağız? Freud’dan beri insanın sırrı mırrı kalmadı. Elimizde
psikanalizin sunduğu olanaklar var. İki aşamalı bir sır süreci. Sır, hastanın
anlattığı şey değil, hastanın anlattıkları karşısında psikanalistten talep
ettiği şeydir. Hasta psikanaliste kendisine sırdaş olması için gitmez. Tamam
birtakım sırlarını döker, ama kendisi için de bir sır olan durum vardır ortada,
psikanalistten bunun açıklığa kavuşturulmasını ister. Psikanalizin bu ikinci
safhasında hadi sırlarını bana anlat diyen hastadır. Sır var ama bu sırrın ne
anlama geldiği daha gizemli bir sırdır!
Biraz da totolojiye dikkat çekmek
istiyorum.
Sır:
Saklanan bir şey.
Sır
saklamamak: Saklanan bir şeyin saklanmaması. Yani senden bir şey saklamamam için
önce onun bir sır olması gerek. Ama sakladığım için sır oluyor, sır olduğu için
saklamıyorum. Öyleyse sır açıklamayla senkronize olamadığı için hep var. Sır
anlamını, sadece saklı olmasıyla değil kendini açığa çıkarırken de kuruyor. Sır
saklamamam benim hakkımda her şeyi bilme merakına cevaz veren bir şeffaflıkta
olmalı. Diğer taraftan merakın durduk yerde ürettiği bir sırdan da söz
ediyoruz. Sır saklamamak deyimi gerçek anlamına ‘sır’ sözcüğünden muaf biçimde
kavuşacakken bize fuzuli bir tekrarın içinden sesleniyor. Neden yapıyor bunu?
Valencia- Barcelona maçında (26.11.2017)
Messi’nin şutu top kale çizgisini geçtiği halde hakemin oyunu devam ettirmesi
spikere şöyle bir cümle kurdurmuştu: “Hakem golü vermedi.” Gol ancak hakemin
kararıyla gol olurken bu nasıl bir dil?..
Spikerin verilmeyen ‘gol’den kastettiği neydi? Hakemin dışında ahretlik
bir gol kavramına mı sahiptik? Değiliz ama sözcükler bizi oraya yönlendiriyor.
Hakemin hata yapabileceğini, hatta kasten yapabileceğini söylesek bile gol
ancak skora yansıyınca gol olur. 'Goldü
ama gol değildi.'
Deyimimize dönelim. Sır saklamazken
sırdı. Aynı şekilde sır saklamamak derken karşısında kendimizi hizaya
sokacağımız üst bir “sır” kavramından mı direktif alıyorduk? Adı geçen durum
sırra değil de şeffaflığa ilişkin bir vurgulama olamaz mı? Sana karşı açık
olacağım, sır saklamayacağım… Totoloji anlamı pekiştiren vurgu gibi görünse de
aldanmayalım. Henüz o aşamaya varmadık. Dikiz aynasına bakıp arkasını kollayan
sürücünün gördüklerinden emin olmak için geri dönerek tekrar bakması arasında
bir bölünme oluşur ya; sanki ikinci benlik birinci benliği onaylar gibi. Bu
durum, güven farkına tekabül eder. Totoloji (burada tekrar diyebiliriz) bu
güven açığını kapatır. Kapatır derken sözcükler bir dolgu malzemesi işlevi
görmezler, algı yanılsaması yaratırlar.
Sır saklamamak deyimi bir sırrı açığa
vurmadığı halde salt söylenişiyle edimsöz haline geliyor. Bak şimdi sırrımı
açıklıyorum sözünün tersi. Duyduklarını daha önce kendime saklamıştım,
duydukların önemli çünkü daha önce sırdı (senden saklamıştım). Sır
saklamayacağım çünkü aramızda sır da olmayacak. Sır içeriğini berhava ederken olmamasıyla
da bir vaade dönüşüyor. Ama sözcüğü var. Yokken bile var. Tıpkı özür dileyerek
hatamı nesnel olarak telafi etmediğim halde, salt bu sözle boyun eğişimin karşı
tarafı teskin etmeye yetmesi gibi. Edimsöz. Sadece söz kendini
gerçekleştiriyor. Sır saklamayacağıma söz veriyorum. Ama sır benim elimde değil…
Buraya kadar yazdıklarımın popüler
deyişle siyasi ayağı eksik kaldı. Aslında hukuk felsefesine ilişkin ayağı. Özel
yaşamın korunumu kanunuyla suç saklanabilir mi? Mesela Alfred Hitchcock’un Arka
Pencere (1954) filminde özel yaşamı röntgenleyerek ihlal eden James Stewart komşusu
katili başka ne türlü ele verebilirdi?
Muktedir politikacılar bizden özel
eşyalarımı karıştırma (mesela telefon dinleme) diye söz istiyorlar (aslında
bunun için yasa çıkarıyorlar) ve yanındakilere sırdaşlık payı veriyorlar…
Arka Pencere filminin başlangıcında yer
alan bir sahneyle bitireyim: Bir kadın masasını mum ışıklarıyla donatmış, sanki
bir misafir bekliyormuş gibi. Ve sanki kapı çalınmış gibi seğirtiyor,
misafirini karşılıyor. Ama görünürde misafir yok. Kadın varmışçasına onunla
konuşuyor, onun şarap kadehini dolduruyor, sanki o karşısındaymış gibi kadehini
kaldırıyor. ‘Yalnız Kalp.’ Kadının marazi olanı görmemizi sağlayan bir hata
yaptığını düşünelim; yani kapı çalınmış gibi sevinçle koşup da misafiri gelmiş
gibi sırtı dönük konuştuğu ve tam misafiri varsa bile görünmeyeceği kör
noktadayken perdeyi kapamayı unuttuğu anı. Kadın yalnız ama bize göstermek
istediği yalnızlığın aldığı bu marazi boyut değil. Kadın bize yalnız
olmadığını, bir sevgilisi olduğunu ve mutlu olduğunu göstermek istiyor. Onun
perdelerinin açıklığının anlamı bu. Ama onun maraziliğini anlamamızı sağlayan
şey de bu açıklık. Yani onu normal insanlardan ayıran şey perdeleri gerektiği
yerde kapatmaması değil mi?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder