KÜÇÜK BUZDOLABI
Yaşlı adam kendisi için aldığı ve
buzdolabına koyduğu yiyecekleri ev ahalisinin bitirdiğinden yakınıyordu. Evin küçük odası ona aitti, hayatında bir değişiklik yaptı küçük
bir buzdolabı satın aldı. Artık kimse yiyeceklerine dokunamıyordu. Bana bu
hikâye anlatıldığı zaman yaşlı adamın küçük buzdolabının çalışma sesi eşliğinde huzurla uykuya dalışını hayal ettim. Çünkü daha önce onu hastane odasında tek
başına yatarken ziyaret etmiştim. Buzdolabından bana su ikram edişi, peçeteyle
buzdolabının içindeki su lekesini silişi gözümün önüne geldi. O sırada bir an gördüklerim: ilaç kutuları, meyve suları, rengarenk ambalajlarıyla bisküvi türü yiyecekler,
hatta kolonya şişesi; her şeyi düzenli biçimde yerleştirmişti. Yani yeni bir
buzdolabı almasının ona ait yiyeceklerin ev ahalisi tarafından tüketilmesi gerekçesi
tam doğru değildi. Evinin odasını hastaneye çevirmişti. Ancak böyle iyileşeceğini sanıyordu.
KÜÇÜK HİLE
Et reyonunda bekliyoruz, tezgahtar adam
sol başta eleman bir kızla konuşuyor, elleri bir şeyle meşgul. İşini bırakıp
(ya da kızla konuşmasını bırakıp) bizimle ilgilenmesini bekliyoruz. Ve
bekliyoruz. Adam tezgâhtan çıkıyor etrafımızdan dolanıyor ‘Buyrun’ diyor.
Galiba ben tam ‘Bakar mısınız?’ dediğim sırada. ‘İki yüz elli gram kıyma’
diyorum. ‘Hangisinden?’ diye soruyor. ‘Az yağlı olsun.’ Tezgâhtarın kastettiği
belki de kuzu mu dana mı olsun sorusu. Ç.’ye bakıyorum, dolaptaki eti işaret
ediyor. Adam kıymayı tartıyor, ‘Üç yüz on iki gram’ diyor. ‘Tamam’ diyorum. Bu
tür gramaj fazlalıklarını onaylamanın sınıfsal bir anlamı var. Hep aynı tongaya
düşüyorum. Kıyma her zamankinden daha kırmızı. Adam ‘Yağlı yağsız, keçi, koyun,
inek peynirlerimizden ister misiniz efendim?’ diyor. Adamın hürmetinden biraz
şaşkınım, sesi duyabileceğimden daha yüksek.
Migros’tan dışarı çıkıyoruz, Ç. anlatıyor: ‘Adamın kıymayı ilk çekişinde kıymanın rengi bir tuhaftı, onunla göz göze gelince kıymayı kabından aldı tekrar çekti, sonra da bize şu bu peyniri ister misiniz diye şirinlik yaptı.’ Ç.’nin kıyma hilesini fark edişine karşılık adamın telafi hamlesi. Hileli eti bize verseydi kendine hiçbir maddi kazanç sağlamayacaktı. Ama müdürü nezdinde başı sıvazlanacak bir işçi olacaktı. Ama böyle bir hileyi yapabilmeye ehil olması daha fazla tatmin edici galiba. Şirinlik bir tarafta telâfi, bir tarafta ödül. Şirinlik her halükârda onun varoluşu. Adam Şafak Sezer’e benziyordu.
Migros’tan dışarı çıkıyoruz, Ç. anlatıyor: ‘Adamın kıymayı ilk çekişinde kıymanın rengi bir tuhaftı, onunla göz göze gelince kıymayı kabından aldı tekrar çekti, sonra da bize şu bu peyniri ister misiniz diye şirinlik yaptı.’ Ç.’nin kıyma hilesini fark edişine karşılık adamın telafi hamlesi. Hileli eti bize verseydi kendine hiçbir maddi kazanç sağlamayacaktı. Ama müdürü nezdinde başı sıvazlanacak bir işçi olacaktı. Ama böyle bir hileyi yapabilmeye ehil olması daha fazla tatmin edici galiba. Şirinlik bir tarafta telâfi, bir tarafta ödül. Şirinlik her halükârda onun varoluşu. Adam Şafak Sezer’e benziyordu.
KÜÇÜK TEKRAR
‘Güzelliğin yanlışlanabilirliği.’ Aşk söndükten
sonra herkesin başına geliyor. Ya da bir sanat eserinin ilk etkisini
hatırlamanın o sanat eserinin varlığından bağımsız huşû hali. Hatırlamak sanki
bu huşû halin muhafazası. Sonra yeniden o sanat eseriyle karşılaşınca insan hayal
kırıklığına uğruyor ve o ilk etkiyi (içimizde kök salmış) ne yapacağını, nereye
koyacağını bilemiyor. Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını yeniden okurken başıma
geldi bu. Bir korku filmini yıllar sonra ikinci kez izlerken artık korkmamak gibi.
KÜÇÜK AŞK
Yıllar önce oldu. Bahçe kapısının
kapanış sesini duyunca pencereye gittim. Siyah ıslak saçlı kızı bir an
profilden gördüm, yüzünün ciddiyeti çekti beni. Saçı boynunu kapatıyordu ancak.
Açık alana geçti, sonra ağaçların arasına. Bir görünüp bir kayboldu. Dizlerinin
üstüne gelen kırmızı bir etek giymişti ve beyaz bir atlet, yürüyüşü çok
güzeldi. Bir yürüyüş nasıl tarif edilir ki? Sola kıvrılan yola saptı ve yitti.
Ama geri dönecekti, herhalde burada bir yerde oturuyordu. Dikkatim başka
şeylere mi kaydı yoksa onu bahçe kapısının sesiyle özdeşleştirdim de bir daha
kapı mı açılıp kapanmadı bilmiyorum. Sonraki günlerde bahçenin demir kapısının
her sesini duyduğumda pencereye koştum. Kızın arkadan gördüğüm yürüyüşü (hafıza
yürüyüşün özgünlüğünü arkadan algılar) ve giydikleri o kadar bütünleşmişti ki
zihnimde, bu kızı sonra cepheden görmüşsem bile tanıyamamışımdır.
KÜÇÜK ENTELEKTÜEL
TRT2’de Kelimeler ve Şeyler programında
üç yazar... Aklımda sadece o sırada o konuştuğu ve altyazı geçtiği için Aykut
Ertuğrul’un adı kaldı. Programın adı
Foucault’nun malûm kitabının adını taşıyor. Herman Melville’in Katip Bertleby
romanı üzerine konuşuyorlardı. Belli ki hazırlıklı gelmişler, kitap hakkında
daha önce yazılmış belli başlı eleştirileri okumuşlar. Harcıalem
değerlendirmeler, Bartleby’nin ‘Yapmamayı tercih ediyorum’ sözünün pasif
direnişin sloganı haline gelmesi falan. Bir şeyi unutuyorlar, bu kitabın
anlatıcısı Kâtip Bartleby değil, onun patronu. Bir kâtip parçasının ‘Yapmamayı
tercih ediyorum’ sözünün patron üzerindeki paralize edici etkisi. Yapmamak bir
eylem olmadığı halde sözün söylenmesi bir eylem hüviyeti elde ediyor ve
söyleyenin bunu hangi saikle yaptığını (yapmadığını) nedensizleştiriyor, kaale alınmayan sıradan birinin göz göre
göre kendini sır olarak lanse eden bir iç dünyası oluşuyor… Patron çalışanının
sıradan gibi görünen kişiliğini merak ediyor. 19. Yüzyılda yeni bir şey bu… İleride
söylediklerime kulak verecek ve arada bıraktığım boşluklardan sıkılmayacak
birine daha ayrıntılı anlatabilirim belki.
Kendime şaştım, programa katılan bu üç
yazarın İslamcı olduklarını anlayamadım. Aslında buna öncelikle kendilerinin şaşması gerekiyor. Şaşırma duygusunu kaybedenden entelektüel olmaz.
KÜÇÜK SAPTAMALAR
Junichiro Tanizaki’nin Nazlı Kar’ı:
Yarı anaerkil bir toplum. Yarı dememin
nedeni eniştelerin gelinin tabiiyetine geçmeleri; ama bunu soy olarak değil de
ailenin sorumluluğunu üstlenme babında göstermeleri ilginç. Yine de anaerkil yanıltıcı bir sözcük. Enişteler erkek otoritelerini koruyorlar. Baldızların gelin
gitmelerinde birinci derecede söz sahibiler.
Çöpçatanlık çok önemli bir kurum.
Çöpçatanlar kadın. Bunu bir görev, bir iş olarak yapıyorlar; çiftleri
birbirlerinden haberdar etmek, tanıştırmadan önce birbirlerine uygunluklarını
belirlemek gibi bir uzmanlıkları var. Bundan maddi bir kazanç elde etmiyorlar.
Muhtemelen çiftlerin aileleri nezdinde saygınlıkları artıyor. Nasıl? Biraz daha
araştırmam gerekir. Belki de saygınlıktan çok mahremiyete sızmak gibi bir
ayrıcalık onları çeken. Çöpçatanlık dolayısıyla bu bilgileri biriktirmek
(emanet almak) asıl diğer aileler nezdinde onlara gizemli bir saygınlık veriyor
olabilir. Çiftler ayrıca karşı aile hakkında kendi özel araştırmalarını da
yapıyorlar. Bu araştırma karşısında defosu olmamak (ailenin herhangi bir ferdi dahil) herkesin titizlendiği bir husus. Mesela gelin-damat araştırmalarında
okul devamsızlığı bile kayda değer bir veri. Bu diğerinin ıcığını cıcığını çıkarma halinin Japon
toplumunun kendi kendini dizayn etmesinde çok önemli bir rolü olmalı.
Genç kızlar ablasından önce evlenemiyor.
Hiç değilse romanın anlattığı 1936-41 arasına kadar böyle.
"Lehçe" acaba doğru bir çeviri mi? Tokyo “lehçe”sinin
standart bir dil haline gelmesi. Acaba bu ne zaman başladı? Başka bir şehirden
biriyle konuşurlarken adeta motor bir davranışla Tokyo “lehçe”si konuşan
insanlar.
Japonların ben zamirini kullanmamaları, tam
tersine Batılıların her cümlesinin başına “ben” eklemeden edememelerini
küçümsüyorlar.
Batı’yı küçümsüyorlar ama Batı’ya gidip
gelmek statü sayılıyor.
Kiraz çiçeklerini izlemenin başlı başına
bir gezi konusu olması. İki duygu bir arada yaşanıyor böylelikle: Kiraz
çiçeklerinin dökülüşünün verdiği hüzün, belki de çiçeklerin birden gümrah
biçimde açmasının verdiği sevinçle ardışıksız birbirine karışıyor.
Kiguro dansı (üç yüz elli yıllık
gelenek), erkeklerin zenne rolüne çıkmaları kadınların seyir halini yumuşatıyor. Bizdeki köçeklerle karşılaştırılabilir.
Ukai denilen karabatakla balık avlamak…
KÜÇÜK VAROLUŞ
Tiktok videolarında influencer
(etkileyen) denilen kişilere hediye gönderilmesi. Hediye “para” anlamına
geliyor ve hediye gönderen izlediği ‘influencer’in sayfasında görünüyor. Bu
aslında görünmenin satın alınması. Bir de izleyen fanı olduğu kişiye skor
kazandırıyor. İzlenme gücünden izleyen de nasipleniyor.
KÜÇÜK SIR
Kızımın anlatımından: kendi yaşıtları
birçok youtuber izliyor ama bunu herkes birbirinden gizliyor. Dolayısıyla en
çok vakit harcadıkları şeyi aralarında konu edinemiyorlar. Bir youtuber izleyen onun
izini telefonundan hemen siliyor. Es kaza arkadaşına telefonunu verdiğinde ne
izlediği belli olmasın diye. Hepsi sıradan olmaktan korkuyor. Bu yüzden küçük
bir yaş farkını kuşak çatışmasına dönüştürmüşler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder