Bir
sabah köylülerin kasabayı istila etmesi...
O gün aklımdan çıkmış olurdu ve hep
gafil avlanırdım. Her yerde rengârenk yerel giysileriyle hiç tanımadığım
köylüler, sokakta aşina olduğum kimse yok, kayboldum duygusu... herkes nerede?
Sonra dank ederdi kasaba bir günlüğüne el değiştirmişti.
Yolunuz Bulancak’a düşmüş
ve orada birkaç gün konakladıktan sonra 20 Mayıs sabahı erkenden uyanıp sokağa
çıksaydınız ve bu şenlikten de habersiz olsaydınız aynısı sizin de başınıza gelirdi, afallayıp kalırdınız. Yıllar öncesinden söz
ediyorum, belki 40, 50 yıl öncesinden. Her yer rengârenk yerel giysileriyle
köylülerle doludur. Hareket halinde, kadınlar, genç kızlar, çocuklar, gülen
yüzler, bağırarak konuşanlar, yayla taraflarından gelmiş alyuvarları yüksek,
yanakları pembe insanlar. Aynı köyden olanlar klan halinde geziyorlar ve hiç
yabancı gibi davranmıyorlar, hoyratlar.
Mayıs
helvası, bir geçiş toplumu tatlısı...
Sadece o güne has olması yüzünden sanki bir yıl boyunca şekeri düşmüş insanlar o anı beklemişlercesine hep beraber tatlı histerisine kapılıyorlardı.
Beni en çok giysileri çekerdi. İlle peştamal olurdu,
genç kızlarınki altta, yaşlıca olanlarınki başlarının üzerinde. Kasabanın yaz
başlangıcı sıcak havasına göre biraz kalınca giysiler. Yüksek köylerin serin
havasının aldatıcı seçimi diyebilirsiniz ama tam olarak bu değil, soğuk hava
giysilerinin Karadeniz dağlarından aşağıya taşınması tesettür eğilimini de
karşılıyordu. Bir de giysinin insanı zengin göstermesi, ne kadar çeşit olursa o
kadar iyi mantığı. Ben en çok dizlere kadar çekili beyaz yün çorapları
hatırlıyorum. Bir de renklerin cırtlaklığını. Bir de çamura bulanmış topuklu
ayakkabıları. Bir günlük çiçek açan ağaçlar gibiydiler. İskele ve deniz kenarı
onların hedefiydi. Kayığa binmek, onlar için uçağa binmek gibiydi herhalde. Bir değişimi tam da değişirken gözlemlemek... bu fırsatı ta o zamandan teptiğimi anlıyorum şimdi. O zamanlar galiba küçümsüyordum, sınıfsal bir küçümseme değil de daha çok geri kalmış bir davranışın heyecanını yadırgamak diyeyim. İçlerinde ilk kez denizi görenler vardı eminim. Köylerine
döndüklerinde hiç denizi görmemiş akrabalarına coşkuyla denizi anlatacaklardı.
Senede bir kez de olsa kasabaya inmek sanıyorum meşru bir flört ortamı da
yaratıyordu. Hem de kasabalıların sokakta hiç yaşamadıkları cinsten. Kol kola
girmiş, el ele tutuşmuş kızların mahcup gülüşleri. Kol kola, el ele diye
söylüyorum ama galiba klişe yanılgısı bu, bedenleri düğüne giden kasabalı
kızları çağrıştıran bu dilden uzaktı henüz. Belki de bir liderin etrafında
birbirlerinin dirseklerini tutmuş halleri... böyle resim daha iyi oturuyor. Eller;
kaba, iri iş yapmış eller. Şimdi düşünüyorum da severmişim onları. Onların
acemi şehirleşme çabalarını. Ne olursa olsun dünyalarını genişletme arzularını.
Kasabaya inmek bir kariyerdi onlar için.
Keşke
o zamanlar aralarında daha çok dolaşsaymışım, iskelede peşlerine takılıp ne
konuştuklarına kulak verseymişim, dalgalara yedi çift bir tek taş atsaymışım... sanki
yokmuşum gibi dikkat çekmeden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder