Karşısındakine işaret diliyle loser diyen bir çocuk.
“Ağrının sözel ifadesi çığlık atmanın
yerini alır, onu betimlemez.” Ludwig Wittgenstein.
Hakaretimiz sözcükler övücü sözcüklerden fazla. Galiba bütün dünya dillerinde böyle. Dahası hakaretamiz sözcükler övücü sözcüklerden daha yüksek sesle söylenir. Bunu meşhur ‘İnsan insanın kurdudur(Hobbes).’ önermesine bağlamak mümkün. Başka bir şey söyleyeceğim... belli bir dönem popüler olan olumsuzlayıcı sözcükler sosyal hayatın bozulan dengeleriyle ilgili bize ışık tutabilir.
İngilizce ‘loser’ın (kaybeden) Türkçeye ezik diye
çevrilmesi anlamı türeyen sözcüğün kökünde değil ne demek istediğinde aramamıza
yön gösteren güzel bir örnek. Ezik sözcüğü Türkçede bu çeviri sayesinde
yaygınlaştı. Ama loser sözcüğünün İngilizce konuşulan ülkelerde de
yaygınlaştığı bir dönem var. Amerika’da Trump’ın seçilmesiyle başlıyor.
Kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Trump Amerika Devlet Başkanı olunca
‘loser’ı rakipleri için söylüyor.
Kaybeden karşılığı neden ezik?
Kaybeden, dışarıdan kaybeden diye yaftalanınca anlama
horlama da karışıyor. ‘Loser’ın kaybedenden çok, Amerika gibi bireysel
rekabetçiliğin kıran kırana geçtiği toplumlarda kaybedenin içine düştüğü
bedbaht ruh halini ifade ettiği durum. Ama bu diğerinin kaybedende gördüğü bir
şey değil, bir adlandırma olarak kaybedende yaratmak istediği de bir etki.
Kaybeden sadece düz anlamıyla kaybetmiyor, kaybettiğini başına kakan diğerinin
gözetiminde ikinci kez küçülüyor. Ezik sözcüğünü ‘loser’ın bu derinleşen
anlamına yakıştırdım. Yine de ezik ile ‘loser’ın eş anlamlı olduğunu söylemek
için yeterli mi bu?
Ezik ‘loser’dan daha sert geliyor bana. Sözcüğün içi
hınçla dolu gibi. Sanki ‘loser’ın bilişsel bağlamı ezikte bedensel bağlama
dönüşmüş.
Ezik sözcüğünün kullanımına daha çok anaokulu
öğrencileriyle ergenler arasında tanık oldum. Yaş ilerledikçe kullanımı
seyreliyor. Bunun bir nedeni (asıl nedeni sona sakladım) sanıyorum küçük
yaştakilerin hakareti kolay tolere etmeleri; akran baskısını ve küçük yaşlarda
kavgaların büyük zararlara yol açmadığını da eklemem gerek. Diğer yandan
çocuktan al haberi atasözünün pedagojisine güvenirim. Çocuklar hınçlarında
yetişkinleri de temsil ederler. Çocuklar bu sözcüğü yüz yüze kullanırken
büyükler üçüncü kişiler için kullanır. Sözcük sanki sınıflar üstü olumsuz bir
mizacı anlamlandırıyor gibi dolaşır. Oysa sözcüğün yaygınlaşmasına yol açan şey
görünür sınıf “eşit”lenmesine tepkidir. Görünürde “eşit” olmanın ideal ortamı
da okuldur. Alt sınıf yeni davranışlar edindikçe eski davranış kodlarını
anıştıran her sözcük hakaret tınısıyla kendisine geri döner. Tıpkı zenci
sözcüğünün asıl hakaret anlamını köleliğin kaldırılmasından sonra kazanması gibi
alt sınıflar da üst sınıfları taklit eder ve onlarla kendilerini eşitler
biçimde davrandıkça ezik sözcüğünü kendilerine çekerler. Ezik, sanki eski
bedensel formun diriltilmesidir (hayaletidir).
Trump’ın favori sözcüğünün ‘loser’ olmasının seçmen
tabanıyla tuhaf ilişkisini kurabiliriz şimdi. Bilindiği gibi Trump alt
sınıflardan epey destek aldı. Kendilerini Trump öncesi loser hisseden bu alt
sınıflar sözcüğü kullanma yetkisi kazandılar. Sözcüğün olumsuz imajı değişmeden
hedef kitlesinin değişmesi anlam sulanması olmadan gerçekleşemezdi. Trump zaten
‘loser’ı sadece siyasi rakipleri için değil kendisine karşı olan herkes için
hoyratça kullanıyordu; hali vakti yerinde, şöhretli, statü sahibi vb fark
etmez, herkes sözcükten payını alıyordu. Anlam sulanmasından kastettiğim muğlak
bir anlam genişlemesi. Trump’ın ve AKP’nin alt sınıflara verdiği ivme: haklı
olan liderin peşinden değil kazanacak liderin peşinden giderek loser ve ezik
gibi sözcükleri kullanma ayrıcalığı edinmek. Ya da bu davranış kodlarını
üzerlerinden silkeleyerek kazanan liderlerinin peşinde bedenlerini yapıntı bir
gururla donatmak.
Ama bu yapıntı gurur ezik olmanın bir başka versiyonu
değil mi? Olsun, onlar bunu bilmiyor.
‘Loser’ hem birinin ismi hem de diğerinin adlandırma
işi (fiil)... ‘Loser’ sözcüğünü duyunca sadece gösterilene değil gösterene de
bakarsak anlayacağız (göstergebilimdeki gösteren değil, bizzat sözcüğü kullanan
olarak gösteren). ‘Loser’ hakaretamiz biçimde mimliyor. Loser kaybetmenin faili
olsa da dışarıdan duyduğumuz ‘loser’ diye aşağılayan ses bir başka fail. Yani
burada anlam, verili olanın sesle belirlenmesi ile sözcüğü seslendirenin cüreti
arasında bölüşülüyor. Ama biz anlamı işaret edilende görmeye eğilimliyiz.
Temizlik işçisinin eş anlamı diye çöpçü sözcüğünü tercih eden birinin itibarsızlaştırması
mesela. Dikkatimiz de bu anlam kaymasına uygun cereyan ediyor. Oysa sadece sözü
edilen çöpçüye bakmayacağız, çöpçü diyene de bakacağız. Çünkü dışarıyı işaret
eden sözcük seslendirenin hakikatini gizleyebilir. Yapacağımız şey sözcüğün bu
yeni imkanına bakmak. Bir bakmışız ezik diyenin kendisi ezik.
Sokakta ‘Hey siz oradaki!’ çağrısını duyan insanların
ses bir polise ait olmasa da yüz seksen derece geri dönüp hep beraber sesin
muhatabıymış gibi davranmaları önceden hazır bir ideoloji normunun içinden
geçer (Althusser). Hatırlayalım ki, sese icabet eden insanlardan önce sesin
sahibi bu çağrıyla ruhsatlı. Kimlik lütfen gibi bir sorma ruhsatı değil,
çağrının failini muğlaklaştıran, bizzat çağrının fail olduğu ruhsat. Rol
kolaylıkla değişebilir. Burada Althusser’den farklı olarak şunu söylemek
istiyorum: günümüzde ideoloji insanların rol kesinliği üzerinden değil, bu rol
kayganlığı sayesinde hayat buluyor. İdeoloji günümüz insanına başkası olma
imkanı veriyor. Bir oyun gibi düşünelim.
Karşısındakine ‘loser’ diyen bir Amerikalı iki heceli
sesi aslında anlamın üç aşamalı sentezi olarak dile getiriyor.
- Sen
kaybedensin.
- Kaybettiğin
için enayisin.
- Bu
sözcüğü duyup bana karşı koyamadığın için zavallısın.
Üçüncü aşama ‘loser’ın cari anlamını kuruyor. Dil
filozofu John L. Austin’in edimsöz (performatif) dediğine benzer bir işlevle.
‘Loser’ın sözcük kendisine söylendiğinde üzerinde
bıraktığı etki, yani sus pus olması hem söyleyen tarafından önceden
hesaplanıyor (en azından deneyim olarak) hem de sözcük ilgili kişiyi bu zavallı
haliyle yapılandırıyor. Diyebiliriz ki sözcüğün söylenmesinden bağımsız bir
loser yok, onu sözcük var ediyor. Öngörülü bir sözcük. Ama sözcük varlık
ilişkisinin sadece bir yüzü bu, diğer yüzü sözcüğü seslendirenin kendisini güç
olarak var etmesi, güce duyduğu hasedin kendi ezikliğini gizlemesi.
Aklıma senaristliğini ve yönetmenliğini Ilmar Rang’ın
yaptığı Estonya filmi Klass (2007) geliyor. Filmde kurbanı oynayan Joosep kendi
başına ezik değildir; o, sınıfın alfa kişisi Anders ve Anders’le işbirliği
yapan diğer öğrenciler tarafından yaratılır. Henüz filmin başı; Joosep’in
fiziksel beceriksizliği ve yanlış kararı yüzünden basketbol maçında takımının
kaybetmesine neden oldu diye itilip kakılması ve en sonunda üzerindeki giysiler
çıkarılıp kızların soyunma odasına atılması ezik halin varabileceği en uç
noktayı gösterir bize: Çıplak bedenin cinsel organların görünmemesi için aldığı
cenin pozisyonu. Kavramın tecessüm etmesi, bedenlenmesi. Ezik, tam da bedenin
bu küçülmesini ifade ettiği için metafordur da. Eziyet gören, çaresiz ya da
otorite karşısında biat eden arkaik bedenin metaforu. Biz seyirciler haksızlığa
uğrayan zavallı birini görürken Anders ve arkadaşları gülünç birini görürler.
Zavallılık üzerindeki merhamet iptal edilince popülerlik besin zincirinin en
altında ezik kalır, ortaya gülünç olan çıkar. Ezik diğerinin gülünçlüğü üzerine
de bir çağrıdır. Hem ezik sözcüğü bu gülünçlüğü iletmez mi?
O zaman şu soruyla devam edelim, zavallıyla gülünç
arasındaki fark nasıl kuruluyor?
Bu kez Yılmaz Güney’in Zavallılar (1975) filmi geliyor
aklıma. Yılmaz Güney kendisiyle cezaevinden tahliye olan evsiz iki arkadaşı
sağda solda sürttükten sonra üç gündür aç biilaç halde bir lokantada yemek
yerler. İki arkadaşı tüyer Yılmaz Güney yakalanır. Planın bir parçası değildir
bu, içlerinde saf olan Yılmaz Güney’dir. Karakolda komiser sorar: “Niye
kaçtınız?” Yılmaz Güney boynunu büker (komiserin yüzünün ters tarafına).
Komiser tekrar sorar: Niye kaçtınız dedim!” Yılmaz Güney “Üç gündür üçümüz de
açtık sayın komiserim, paramız yoktu.” der. Komiser susar. Genel tavır gereği
komiserin şöyle demesini beklerdik: ‘Koskoca adamsın, çalışsaydın, sabıkasız
olsaydın da bu duruma düşmeseydin, utanmaz herif!’ Komiserin susmasında bir
zavallılık empatisi vardır. Gel gör ki empati böyle bir şey değildir, sahici
empatide Yılmaz Güney’in yerinde olsak bu zavallı görünümüyle ondan daha fazla
acı çekeceğimiz hayalini kurarız. Filmin sonunda zavallı imgesi bir fotoğraf
olarak donar; Yılmaz Güney eski paltosunun içinde büzülmüş, ellerini
koltuklarının altına kıstırmış, mart ayazında yarı koşar halde sahilde
yürürken, sonrasında birinden kaçarken... Bu filmi ilk izlediğimde on sekiz
yaşındaydım; merhamet, şefkat, hayranlık ve öfkeyi tek duyguda harmanladığım
zamanlar. Muhtemelen gözümden yaş da gelmiştir.
Ama zavallıdan eziğe geçiş sosyolojisinde bir ara
aşamadan söz etmesem olmaz. Yine bir film, bir İbrahim Tatlıses filmi. Adını
unuttum, 80’lerdeydi. O zamanlar tv’de bolca reklamı yapılan filmin bir sahnesinde
Tatlıses sevgilisine söylüyordu: “Benden nefret et ama asla acıma!” Aşkın ve
sevginin en önemli bileşeni kapı dışarı ediliyordu.
Yazının özüne vurgu olsun diye (aslında meramımı tam
anlatamadım kaygısı ve biraz da telaşla) son olarak şunu söyleyebilirim: alt
sınıflar beden dilleriyle üst sınıflar gibi davrandıkça, daha önceki zamanlarda
üst sınıflar karşısında gösterdikleri itaatlerine ironik biçimde gönderme yapan
sözcüklerin işgaline uğrarlar. Ama gözden kaçırmayalım, anlam sulanması
sayesinde mağduru oldukları sözcükler silahlarıdır da. Ezik ve loser sözcükleri
geçmişi bugüne ikame eder, aşağılayıcı dil görgünün en zayıf halkası olan
çocuklarda patlak verir (‘loser’ diyen Trump’ın da bir ergen havası yok mu?).
Anlam sulanır. Anlam sadece diğerinin söyleme gücündedir.
Başka bir ezik imkanı daha var. Geçen kış gittiğim bir
Karadeniz kasabasında yaşadım bunu. Avare bir hüzün vardı üzerimde. Ortam da
uygundu, sahilde çise altında tek başıma yürüyordum, iç sesim tekrarlayıp
duruyordu: ‘Ne yapacağım ben?.. Ne yapacağım ben?..’ Bildiğim tek şey
kaldırımın beni götürdüğü yere kadar gidecek olmamdı. Karşıdan gelen bir sokak
köpeği gördüm, aramızdaki mesafe kısalınca durdu, kenara çekildi ve gözlerini
benden kaçırdı, ürkmesin diye ben de kaçırdım gözlerimi, biraz açığından
geçtim. Beş altı metre sonra geri döndüm aynı yerinde duruyordu ve bana
bakıyordu. Eğer geri dönüp birine bakarsanız onunla göz göze gelme olasılığınız
yüz yüze olduğunuzdan daha fazladır. Yürüdüm ve yine geri döndüm. Üçüncüde
peşimden geliyordu. Yarım metre gerime kadar sokuldu. İkimiz de eziktik. Ezik
sözcüğümüz yoktu. Ama sükût içinde eziktik. Birbirimiz karşısında ya da üçüncü
kişiler karşısında değil, hayat karşısında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder