M.'yi üniversite sınavına götürüyoruz. Yürüyoruz, sınav yeri Marmara
Üniversitesi Göztepe kampüsü, evden bir km uzakta.
Ben biraz geride kalıyorum, bir genç sınava gireceği adresi soruyor bana,
gözü telefonunun haritasında; tek başına ve telaşlı, bizim gibi refakatçisi yok.
Okulun adını bilmiyorum, haritaya bir de ben bakayım diyorum, okul yarım km
aşağıda. Biri adres sorunca çoğu insan kendini dürüst hisseder, ben mahalleden
biri gibi hissediyorum.
Caddenin iniş tarafında trafik tıkalı, üniversiteye varınca belli oluyor, sağda arabalar park etmiş yol tek şeride düşmüş, teneke kervanı… durup yolcu indiren arabalar, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar, keşmekeş. İstanbul’da otomobil kullananların evleriyle işyerleri arası ortalama 5 km imiş, küsürü de var ama unuttum, herhalde çocuğunu sınava getiren arabacıların mesafesi daha kısadır. Sınavın başlamasına elli dakika var daha. Öğrenci başına en az iki veli. Ben şikâyet ettiğim ortalamanın fazlalığı olarak eşimi ve kızımı okulun önünde bırakıp otobüsle Kadıköy’e gidiyorum. Sahaftan bir kitap alacağım. Tarihçi Marc Bloch’un Büyücü Krallar’ı. Buldun mu kaçırmayacaksın.
Kadıköy ne kadar ıssız böyle!
Ç. bana ne kavgalar oldu görmeliydin diyor. Trafik polisleri artmış. Birisi
otomobilini yolun kenarında terk etmiş, otobüs geçmekte zorlanıyor, arkada
klakson sesleri, bir çekici geliyor, vinç mekanizması harekete geçince orası
karışıyor… seyri bedava refüje koşuyoruz. Benim amacım sürücüyü görmek, nasıl
bir tip acaba? Kilolu, çene sakallı bir adam, saçı da at kuyruğu galiba,
arabasına atladığı gibi uzaklaştı. Kendime dangalak koleksiyonu yapıyorum, beni
yormasın görür görmez tanıyacağım dangalak tipolojisine katkısı olsun
istiyorum. Ç. bana on yaşlarında bir kız çocuğunun ellerini açarak bağıra
bağıra şöyle dua ettiğini söylüyor: ‘Allah’ım nolur kimse kazanamasın sadece
ablam kazansın nolur Allah’ım.’ Bir kadın ağacın gölgesinde Yasin okuyor. On
yaşındaki kızın bedduası kadının duasından daha sahici. Dini sahtekarlık da
burada değil mi? Kontenjan sorunu ve eleme: Allah’ım Cennet kontenjanına beni
de al. Sınav sistemiyle birbiri yerine geçen metafor.
Portatif sandalyeler ve güneş gözlükleri, yüzlerdeki tevekkül ve hırs. Bu
toplumun bir aidiyeti var mı? Çocuklarını bekleyen veliler, işte sana aidiyet…
sadece benim çocuğum kazansın işte sana melanet.
Ben gidiyorum dedim Ç.'ye.
Bir yemek yapsam, ne yapsam? Marc Bloch oku beni diye gözümün içine
bakıyor.
Bitse...
Sınav için bekleşen velilerin bir kısmı portatif sandalyelerini yanlarında
getirmişler; duvar dibinde, ağaç altında, refüjde, yaya kaldırımının kıyısında, her yerdeler. Oturdukları yer özerk bir mekan haline geliyor. Bunu sağlayan şey
sandalye.
Sandalyeyi kılıfında omuz askısıyla taşıyabiliyorsun. Hatta kiralayanlar
bile var, geçen yıl Caddebostan sahilinde on liraydı.
Biraz tarih bilgimi döktüreyim şimdi... yeni tanıştığım bir kadın olsa bak şimdi biraz hava atacağım sana derdim. Neyse, oturmayı bir vücut formuna dönüştüren ilk araçlar bildiğimiz
kadarıyla eski Mısır’da yapıldı, günümüze kalan resimlerden, heykellerden
biliyoruz. Firavunun tahtında oturması, sıradan yaşamda çömelmekten, devrilmiş
bir ağaç gövdesine, bir taşın üzerine oturmaktan çok farklıydı. Firavunun
oturması bedenini oturduğu aracın formuna sokması, onunla özgün bir duruş
kazanması anlamına geliyor. Ve bu tür oturma diğer insanların ayakta durmasıyla
kontrast oluşturduğu için hakimiyeti deklere eden bir mesajdı. Günümüzde
oturanlar, ayakta duranlar karşısında kadim çağlardan gelen bu ayrıcalıklı
statü mirasını da sürdürürler.
Ama oturmayı kral, firavun, imparator vb hükümdarlar karşısında
demokratikleştiren aparat da sandalyeydi.
Sandalyenin tarihi bir anlamda demokrasinin de tarihidir. (İlk üretimde alt
sınıflar kısa bacaklı taburede oturuyorlardı.)
Sandalye ilk başta muhtemelen tahtın alternatifi olarak değil taklidi olarak
üretildi. Taklidin ironize edici tarafı önemli burada, yerini alıp
yaygınlaşması daha sonra. Batı’dan Uzak Doğu’ya sandalye ihracı 13. yüzyılda
başlıyor. Çin’de hemen benimseniyor. Ama Japonya sandalyeyi asla kabul etmiyor.
Neden? Bu soru büyük tarihçi Braudel’i okurken aklıma gelmişti. Acaba Japonlar
Batılı misyonerlerin kendilerine empoze etmeye çalıştıkları Hıristiyanlığa
karşı dirençlerini yine Batılı sandalye üzerinden antipatileriyle mi sembolize
ettiler? Gerçi Japonlarda oturma hakimiyeti yerden yükseltiyle değil topoğrafik
yön konumuyla belirleniyordu.
Portatif sandalyelerin mekanla kurduğu eğreti ilişki… Eğreti kavramını da değiştiren bir ilişki bu. Portatif sandalye konduğu yeri (orada durduğu sürece) muhkem kıldığı için eğreti kavramını ayakta duranın üzerine yıkıyor. Oturan kalksa bile sandalyenin saltanatı sürüyor. Yalnız küçük bir kusuru var portatif sandalyenin, içinde oturanın poposu aşağı çöküyor, bu da bedenin olması gereken ihtişamını zaafa uğratıyor. Belki de bu yüzden portatif sandalyede oturanlarda bacak bacak üstüne atma yaygın, bir de gölgede güneş gözlüğü.
Son iki cümleyle harika bir kapanış oldu:)
YanıtlaSilTeşekkür ederim N. Narda
YanıtlaSil