Sınıf çatışmalarını kendi bünyesine
çeken ara insan formu... diğerine yapılan haksızlığı içinde hissedenler... Duygular icat edilebilir mi? Acaba empati duygusu tarihin özel bir anında mı ortaya çıktı? Daha önce
olmadık bir şekilde. Tarih empati duygusunun icadıyla bir yerde
sapmış olmalı. Mutasyon gibi. Hatta demeliyiz ki sınıflar arası zıtlık hakikate varmak için bu ara
insan formuna kadar beklemek zorunda. O zamana kadar her şey yerli yerinde
görünüyor. Ara insan formundan ne kastediyorum? İsmiyle müsemma, arada kalanlar: orta sınıf, küçük burjuva vb…
gezgin; düşmeyi ve yükselmeyi tatmış, tampon bölgede yaşayanlar. Meraklılar.
Anlamaya çalışıyor, gözlemliyor.
Anlamak kendini değiştirmenin en önemli hamlesi.
Amerikan suç tarihinde gerçek bir
hikâyeye dayanan Mindhunter dizisini izlediğim günlerde Tom Amca’nın
Kulübesi’ni de okuyordum. Tom Amca’nın Kulübesi’nde köle yaşamı beni Hegel’e
götürdü. Tinin Fenemonolojisi’nde yer alan ilgili bölüme yeniden baktım,
aslında birkaç kez. Sonra Robinson Crusoe’u elime aldım. Şuradan buradan okumanın önüme serdiği
kesişmeler bazen hayatın olumsallığından daha çarpıcı olabiliyor. Ne arıyordum?
Belki bir kıyaslama ama sonrası karmaşık. İşin içinde çakışmalar ve
çağrışımlar var. Bir tür serbest dalış.
Hegel arı kovanına çomak sokanlardan
biri. Ama yine de Efendilik ve Kölelik başlıklı meşhur yazısını sınıf temeline
oturtmuyor. Yazı başlığıyla böyle bir şey vaat etse ya da bizim
beklentimiz yazıyı eninde sonunda bu içeriğin etrafında dönen bir tartışma gibi
algılamaya eğilimli olsa da böyle. Zaten ilgili başlığın bütün dünya dillerine
“yanlış” çevrilişi bu eğilimi gösteriyor. Doğru çeviri: Herrschaft: Efendi,
Knechtschaft: Uşak (1) olmasına rağmen. Uşak köle anlamına gelmiyor, daha çok efendinin özel hizmetinde, evin içinde çalışanlar. Efendi ve uşağın doğrudan ilişkide göründüğü, bir arada bulunduğu karşıtlık. Biraz dikkatli okuyunca bu yazı başlığının sınıfsal
zıtlıktan çok semantik zıtlık için seçildiğini anlıyoruz. Hegel’in kölenin tarafını tutup tutmadığı muğlak. Hegel ben ve öteki
bağlamında özbilinç kavramının nasıl oluştuğuyla ilgili. Özbilinç kavramı için
efendi ile köleyi denek olarak kullanıyor (düşünürün antik çağdan beri kendine
tanıdığı imtiyazdır bu; en kralı bile yazı konusudur sadece). Yazının sonunda
efendinin özbilince sahip olmadığını kölenin ise sahip olabileceğini söyler. Özbilinci
tinin kemale ermiş merhalesi olarak kabul edersek, bundan özbilinçli kölenin
özbilinç yoksunu efendi karşısında köle olduğuna sevinmesi gerekir anlamını
bile çıkarabiliriz. Yani Hegel’in köle taraftarlığı özbilinç kavramıyla baştan
manüple edilmiş. Şöyle yazar:
“Özbilinç
önünde bir başka özbilinci bulur; kendi dışına çıkmıştır. Bunun iki anlamı
vardır: ilkin, kendi kendisini yitirmiştir, çünkü kendisini başka bir (somut)
öz olarak bulmaktadır; ikincisi, bu yolla başkasını ortadan kaldırmıştır, çünkü
başkasına öz olarak bakmamakta, tersine başkasında kendi kendisini
görmektedir.” (2)
Bir köle efendisinde nasıl kendini görebilir?
Emek gücüyle yarattığı zenginliğin aslında kendisine ait olduğunun bilincine
vararak mı? Hayır, Hegel de kölenin bu olası dirayetine konan yasağa baştan beri riayet
ediyordu. Hegel’in kölesinin özbilinci başka türlü işliyor. Köle, efendisinin
çalış buyruğuna uymakla diğerinin özbilincini devralıyor ve bunu eşya üzerinde
çalışmayla olumluyor. Birbirini kapsayan bu bilinç takası köleye efendisi
yanında hiç değilse epistemolojik anlamda bir paye veriyor:
“(…)korkuda
kendi-için varlık kölenin kendisinde
bulunur.” (3)
Kölenin bilinci, bilinç akışı, özel
dünyası yokken (köle sorunu oldum olası varken bile yokken) Hegel’in köleye
özbilinç payesi vermesi düşün tarihinin dönemeçlerinden biri. Ama kölenin
özbilinci onun yerine düşünen Hegel’in özbilinci aslında. Köleler o dönemde de
hâlâ kitap yazamıyor. Metafizik bir köle var karşımızda.
Tuhaf. Tuhaf ama köle algısında bir
aşama bu. Yoksa Hegel de henüz köleliğe karşı değil.
Biraz uzaklaşalım... Hem kendi
ülkelerinde hem de dünyada ilk romancılardan sayılan Cervantes’in yazarlığa
başlamadan önce tutsak düşüp köle olması ile Daniel Defoe’nun yazdığı gerçekte Alexander
Selcraig adlı bir İskoçyalı denizcinin başından geçen olaylara dayanan Robinson
Crusoe’un tutsak düşüp bir zaman köle olması 'Batı Kanonu' açısından ilginç bir tesadüf. Anlatacak şeyleri var.
Köleliğe içeriden bakan bir deneyim kazanmışlar. Ama yine de tutsak köleliliğin
dili doğal (determinist) köleliğin dili olmayı başaramıyor. Çünkü kölelik her iki yazar için
de bir macera.
Robinson Cruose ıssız bir adaya
düşmesine yol açan yolculuğa köle tüccarlarıyla yaptığı bir sözleşmeyle
başlamıştı.
Kölelerin alınıp satılırken sergilenmelerinde bedenlerinin ikili bir anlamı oluşuyor. Köle bedene duyulan yakınlık: güç, metanet, güzellik vb. Öte yandan bedenin aşağılamaya müsait asaletten yoksun bir itaat duruşu. Robinson Cruose Cuma’yı bize anlatırken her iki yönü de harmanlıyor. Ama Cuma’nın zencilerden farklı olduğunu özellikle belirtiyor, “Derisinin rengi kapkara değil, koyu esmerdi.” diyor. "Öyle Brezilyalılar, Virginialılar, öbür Amerika yerlileri gibi iğrenç, sarı kara renkte değil, ışıltılı bir koyu zeytin rengindeydi; anlatılması pek kolay değilse de renginde hoşa giden bir şey vardı.” (5) Robinson Cruose romanını sömürge metaforu olarak ele alan çok şey yazıldı. Ben semantik zıtlığın hiç de çatışmalı bir zıtlık anlamına gelmediğini anlatmak istiyorum. Cuma köle olmayı canını kurtarmanın bedeli olarak gönüllü kabul ediyor. Cuma’nın ilk öğrendiği sözcükler kendi adı ve sahibine hürmet etmenin kendisi de olan ‘Efendi’ sözcükleridir. Köleye adının efendisi tarafından verilmesi adın sahibiyle ad vereni kurumsallaştırıyor. (6) Köle zenciler özel adları olsa da onları bu adlarından soyutlayan ırk adlarıyla (zenci) özdeştirler. Adlandıran aşağılar. İnsan topluluklarında üstün olanın zayıf ve “kötü” olanı belirlemesi anlamına da gelen adların tarihi etimolojik içeriklerinden takip edilebilir. Kendilerine takılan adı benimseyen topluluklar sonradan bağımsızlıklarını kazandıklarında adlarının orijinal anlamını unuturlar. Adları yeni durumda övünç kaynağıdır artık... Cuma ile Robinson arasında bir başka temel hiyerarşi daha kuruluyor. Dil. Robinson Cuma’nın yerli dilini değil, Cuma Robinson’un dilini yani İngilizceyi öğreniyor. Daha da önemlisi roman beyaz adamın gözüyle birinci tekil şahıs ağzından yazılıyor. Köle henüz kendi dünyasını içeriden anlatan yazı yeteneğine kavuşmamış.
Kölelerin alınıp satılırken sergilenmelerinde bedenlerinin ikili bir anlamı oluşuyor. Köle bedene duyulan yakınlık: güç, metanet, güzellik vb. Öte yandan bedenin aşağılamaya müsait asaletten yoksun bir itaat duruşu. Robinson Cruose Cuma’yı bize anlatırken her iki yönü de harmanlıyor. Ama Cuma’nın zencilerden farklı olduğunu özellikle belirtiyor, “Derisinin rengi kapkara değil, koyu esmerdi.” diyor. "Öyle Brezilyalılar, Virginialılar, öbür Amerika yerlileri gibi iğrenç, sarı kara renkte değil, ışıltılı bir koyu zeytin rengindeydi; anlatılması pek kolay değilse de renginde hoşa giden bir şey vardı.” (5) Robinson Cruose romanını sömürge metaforu olarak ele alan çok şey yazıldı. Ben semantik zıtlığın hiç de çatışmalı bir zıtlık anlamına gelmediğini anlatmak istiyorum. Cuma köle olmayı canını kurtarmanın bedeli olarak gönüllü kabul ediyor. Cuma’nın ilk öğrendiği sözcükler kendi adı ve sahibine hürmet etmenin kendisi de olan ‘Efendi’ sözcükleridir. Köleye adının efendisi tarafından verilmesi adın sahibiyle ad vereni kurumsallaştırıyor. (6) Köle zenciler özel adları olsa da onları bu adlarından soyutlayan ırk adlarıyla (zenci) özdeştirler. Adlandıran aşağılar. İnsan topluluklarında üstün olanın zayıf ve “kötü” olanı belirlemesi anlamına da gelen adların tarihi etimolojik içeriklerinden takip edilebilir. Kendilerine takılan adı benimseyen topluluklar sonradan bağımsızlıklarını kazandıklarında adlarının orijinal anlamını unuturlar. Adları yeni durumda övünç kaynağıdır artık... Cuma ile Robinson arasında bir başka temel hiyerarşi daha kuruluyor. Dil. Robinson Cuma’nın yerli dilini değil, Cuma Robinson’un dilini yani İngilizceyi öğreniyor. Daha da önemlisi roman beyaz adamın gözüyle birinci tekil şahıs ağzından yazılıyor. Köle henüz kendi dünyasını içeriden anlatan yazı yeteneğine kavuşmamış.
Aristo ta zamanında ilginç bir öngörüde
bulunmuştu:
“… diyelim dokuma tezgâhının mekiği
kendiliğinden gidip gelse, lirin mızrabı kendiliğinden çalsaydı, o zaman ne
yapımcıların işçiye gereksinmesi olurdu, ne de efendilerin köleye.” (4)
Kölelik olgusunu doğal bir işbölümü
sayan Aristo’nun bu sözlerini bir temenni değil, olmayana ergi metoduyla
köleliğin gerekliliğinin kanıtı (çabası) olarak okumak gerek. Gerçekten de
köleliğin kalkmasını böyle teknolojik bir tekâmüle bağlayan öngörünün sahibine
sempati duysak da insani zihniyet değişiminin hangi yollardan geçtiği bizi daha
çok ilgilendiriyor. Aristo bu insani zihniyetten henüz çok uzak.
İnsanlık köleliğin kaldırılması için
neyi bekledi? Buharlı makinenin icadını mı? Evet bir yönüyle böyle ama
Aristo’yu doğrular biçimde değil. Beklenen başka bir şey daha vardı: Tom Amca’nın
Kulübesi.
Başkan Abraham Lincoln Amerikan iç
savaşının başlarında kitabın yazarı ufak tefek bir kadın olan Harriet Beecher
Stowe ile tanışınca ‘Demek bu büyük savaşı başlatan küçük hanımefendi buymuş.’
demiş. Elbette Başkan Lincoln mübalağa
ederek latif davranmış. 1852’de yayınlanan Tom Amca’nın Kulübesi yalnızca
döneminde değil 19. yüzyılda İncil’den sonra en çok satan kitaptı.(7) Bu kitabın Amerika’da
iç savaşın başlamasıyla değil belki ama savaşın en önemli sonuçlarından
köleliğin kaldırılmasıyla (12 Haziran 1862) hiç de mübalağalı olmayan bir
bağlantısı var. Bağlantıyı kitabın ortalarında buldum. Hegel’in referansı
yararsız; kölenin özbilincindense efendi ve kölenin paylaştığı bilinçdışını
tercih ederim.
Kitaptan açıklayayım:
İyi huylu efendi Augustine St. Clare,
kuzini Miss Ophelia’ya dokuz on yaşlarında Topsy adında bir köle kız hediye
eder. Kız, Augustine St. Clare’ın her gün önünden geçmek zorunda olduğu berbat
bir lokantayı işleten ayyaş bir çiftin kölesidir. Kızın çığlıklarına, yediği
dayaklara ve sövmelere dayanamaz ve onu satın alır. Topsy şarkı söyler, dans
eder; ama yazar, ‘gözleri kötücül bir
maskaralıkla bakıyor… duruşunda garip,
şu kötü huylu cüce cinlere benzer bir şey var.’ diye baştan bizi uyarır. Yani
bize der ki, hemen ona acımayın, hikâyesine hemen teslim olmayın. Gerçekten de
kendi ağzından hikâyesinde sorulara dikbaşlılıkla samimiyet arası budalaca
cevaplar verir Topsy.
“Kaç
yaşındasın Topsy?”
“Bilmiyorum
hanımım.”
“
Kaç yaşında olduğunu bilmiyor musun? Kimse söylemedi mi sana? Annen kimdi?”
“Hiç
olmadı ki!”
“Hiç
annen olmadı ha? Ne demek istiyorsun? Nerede doğdun?
“Ben
hiç doğmadım.”
“Tanrı
konusunda bir şey duydun mu Topsy? Seni kimin yarattığını biliyor musun?”
“Bildiğim
kadarıyla hiç kimse. Sanırım ben öylece büyüdüm.”(8)
Miss Ophelia bir pedagog gibi küçük
Topsy’nin eğitimini üzerine alır. Kendi yatak odasının temizliğini, düzenini
Topsy’ye devretme niyetindedir. Ona yatak yapmayı vb öğretir; niyet gayet iyi. Ama hanımefendi arkasını dönmüşken Topsy kaşla
göz arasında bir çift eldivenle bir kurdeleyi kapıp kol ağzına saklar. Ama
kurdele kol ağzından düşer. Topsy kurdeleyi çalmadığını, kol ağzına kurdelenin
nasıl sıkıştığını bilmediğini söyler. Ağlar. Bu kez de eldivenler diğer kol
ağzından düşer. Topsy eldivenleri çaldığını ama kurdeleyi çalmadığını ısrarla
söyler. Miss Ophelia doğru söyle seni kırbaçlamayacağım deyince Topsy her
ikisini de çaldığını itiraf eder. Bu kadarla kalmış olamaz, başka neleri
çalmıştır Topsy? Miss Ophelia eğer doğru söylerse kırbaçlamayacağına bir kez daha söz verir.
Kırbaç yememenin iyi bir şey olduğunu bilen Topsy Miss Eva’nın boynuna taktığı
o kırmızı şeyi ve Rosa’nın küpelerini de aldığını söyler. Hemen koş ikisini de
getir der Miss Ophelia. Topsy, getiremem onlar yandı der. Neden yaktın diye
sorar Miss Ophelia. Topsy çünkü kötüyüm, ben kötüyüm, elimde değil der. Tam o
anda Topsy’nin kırmızı şey dediği boynunda kırmızı mercan kolyesiyle Eva gelir.
Eva’nın ardından içeri giren Rosa’nın da küpeleri kulaklarındadır. Peki Topsy
onları almadığı halde neden yalan söylemiştir? Burada ahlâki bir çarpıtma yok
yine de. Topsy itirafın iyi bir şey olduğunu düşünerek ister istemez kendi
yalanını çarpıtmıştır. Hem yapmaması gereken bir şeyi yapmış hem de sanki
suçunun diyetini ödemek için bonkör bir itirafta bulunmuştur.
Daha sonra Ophelia kendisine Topsy’yi
hediye eden St. Clare’la konuşur:
“
Bu çocuğu kırbaçlamadan nasıl yola getiririm bilmiyorum.”
“Eh,
içiniz rahatlayacaksa kırbaçlayın, istediğinizi yapma hakkını size veriyorum.”
“Çocuk
dediğin kırbaçlanır, onsuz büyütenini de hiç duymadım.”(9)
“Ah,
pekâlâ, nasıl iyi olacağını düşünüyorsanız, öyle yapın. Yalnız, bir önerim
olacak. Bu çocuğun sopa, kürek ve maşayla –artık o ara hangisi el altındaysa-
dövüldüğünü gördüm. Bu tip davranışlara alışık olduğu için etkili olması için
kırbaç vuruşlarınızın epey zorlu olması gerekecek (…) Efendi gitgide
acımasızlaşıyor, hizmetçi de duygusuzlaşıyor. Kırbaç ve kötüye kullanma afyon
gibidir, duygular nasırlaştıkça dozu iki katına çıkarmalısınız. Ben bunu mal
sahibi olur olmaz fark ettim ve işi asla buna başlamamakla çözdüm. Çünkü ne
zaman duracağımı kestiremeyebilirdim ancak böylece kendi ahlakımı korumayı
başarabildim. Ama ne oldu? Benim hizmetçilerim şımarık çocuklar gibi davranmaya
başladılar, yine de bence bu her iki tarafın da giderek kötüleşmesinden iyidir.”
Ophelia elinden gelenin en iyisini
yapacağını söyleyerek sohbeti sonlandırır.
Bir gün Miss Ophelia Topsy’yi en iyi
kızıl Hint krepten şalını başına sarmış, aynanın önünde müthiş bir tavırla
prova yaparken buldu. Miss Ophelia ömründe yapmadığı bir şey yapmış, anahtarı
çekmecenin üstünde unutmuştu.
“Sabrının
son noktasında, ‘Topsy!’ diye bağırdı. ‘Neden yapıyorsun bunları?’”
“Bilmiyorum
hanımım, herhalde kötü olduğum için.”
“Seninle
ne yapacağım bilmiyorum Topsy.”
“Beni
kırbaçlamalısınız hanımım, benim eski hanımlarım hep kamçılayıp dururlardı.
Kırbaçlanmadan çalışmaya alışık değilim ben.”
“Ama
Topsy, ben seni kırbaçlamak istemiyorum. Aklın varsa, iyi şeyler yapmayı da
düşünebilirsin, neden yapmıyorsun?”
“Tanrı’m,
hanımım, ben kırbaca alışığım, sanırım bana iyi geliyor.” (10)
Miss Ophelia reçeteyi uygulamaya
kalktığında (elbette başka bir zenciye kırbaçlatırken) Topsy bağırıp inledi,
yalvarıp yakardı, müthiş bir yaygara kopardı. Ama sonradan çevresini saran
yeniyetmelere yediği kırbacın sivrisineği bile incitmeyeceğini söyledi. Eski
efendisi kırbaçlarken insanın etini nasıl kaldırdığını görecektiniz dedi, eski
efendisinin işi bildiğini söyleyerek ona övgü bile düzdü! Tam burada yazar çok
ilginç bir şey söyler:
“Topsy
günahlarıyla iğrenç kötülüklerini çok ayrıcalıklı özelliklermiş gibi göstererek
büyük bir sermayeye dönüştürdü.” Ve Topsy’nin ağzından devam eder:
“Siz
zenciler, günahkâr olduğunuzu biliyor musunuz? Eh öylesiniz, herkes öyle!
Beyazlar da günahkâr… ama bence en büyük günahkâr zenciler! Yine de Tanrı’m,
hiçbiriniz elime su dökemezsiniz! Ben öyle kötüyüm ki, kimse benimle nasıl başa
çıkacağını bilmiyor…” (11)
Uzun bir alıntı oldu.
Köleliğe karşı yazılan bu kitabın kötü
bir köleyi hem de bu kötülüğü kölenin ağzından teyit ederek anlatan bu en zayıf
bölümünün aslında köle efendi çelişkisini gün yüzüne çıkaran en güçlü bölümü
olduğunu açıklamam gerek.
Neler var bu konuşmaların içinde?
1. Bir kölenin
efendisinin özel eşyalarını karıştırması düşünülemezken Topsy bunu yapıyor. Hem
de cüretkârca yapıyor, efendisinin eşyasını üzerine giyiyor. Sadece bununla
kalsa iyi; eylemin kabahati artıran açılımı cabası: köle kıyafet değişimiyle
sembolik olarak kölelikten sıyrılmış halini bir oyun olarak yaşıyor. Kendisi
için eğlenceli, efendisi için rencide edici. Efendinin şalının köle üzerinde
aldığı şeklin bir indirgemeye yol açması ilginç burada. Efendiyi taklit eden
köle! Kölenin amacı bu olmasa bile neden efendisine böyle görünüyor? Bu bize
köle efendi statüsünün pek de dayanıklı olmayan bir aşamaya geldiğini
gösteriyor. Efendi, taklitle kendi hicvedilişini görüyor, kendi üstünlüğünün ne
kadar eğreti olduğunu. Topsy gibi artık yavaş yavaş uç veren marijinal tipler
efendilerinin özel eşyalarını karıştırırken kendi gizli dünyalarını kuran
kölelerin varlığına da işaret ediyor. Kölenin efendinin dünyasına bu sızışı düz
anlamda sınıfsal bir yakınlaşmanın tezahürü. Karşılıklı yakınlaşma. Adabı
muaşeretle kurallar üzerinden benzeşme imkânı… kölenin efendi gibi olmayı deneyimlediği
bu geçiş döneminde vicdansız köle sahipleri karşısında nispeten mutedil bir yol
izleyen Ophelia gibiler empati için olmasa da verecekleri cezayı yumuşatmak
için soruyorlar:’Neden?’ Hem anlama çabası hem de diğerine söz hakkı
tanıyan bir çift anlam saklı bu soruda.
2. “Bilmiyorum
hanımım, herhalde kötü olduğum için.”
Topsy suçu
üstlenmiyor sadece kendi türü üzerinden tanımlıyor da: ‘Zenciler kötüdür.’
Suçun naif hali. Kötülüğü nedensizleştirerek kötülüğe kendi başına var olma
kudreti bahşetmek. Bu efendi Ophelia’nın
pedagojik çabasını sıfırlıyor tabi. Takdir edelim ki, bunu yaparken Topsy’nin
izlediği yol çok kurnazca. Biraz önce
kötülük yapan kendini bundan söz eden
olarak ötekileştirerek ikiye bölüyor. İki sözcükten yararlanıyor: ‘bilmiyorum’
ve ‘herhalde’. Yaratıcı muğlaklık diye bir şey var. Kötü-kendine karşı
efendisiyle teklifsiz işbirliği yapan ikinci kişiliğini devreye sokuyor. Kötülüğe boyun eğen iradeyle, kötülükten söz
eden irade aynı benlik içinde ayrışmış gibi.
3. Ceza
hükmünü verenlerden biri cezalandırılan ile aynı kişi olmasına rağmen. Başka
nasıl anlamalıyız bunu? Cezalandırılan kötü (bu durumda köle Topsy) karşısında
ceza hükmünü veren Topsy belki de tarihte ilk kez kendi bedeninin efendisi gibi
davranan bir köleyi temsil ediyor. Ama kırbaçlanarak acı çeken beden bu
işbirliğini sonlandırıyor. İroni yerini tüm kölelik düzenini çarpıtan yaygaraya
bırakıyor. Cezalandırılan kötünün bedensel acısı, cezalandıranın da kötü
olabileceği bir durumla yüzleşme İmkânı demek. Topsy farkında olsun ya da
olmasın, cezalandırılmasını isterken efendisini pis bir işin içine sokuyor. Bir
bulaştırma söz konusu burada.
4. Topsy
kötülüğünü abartarak efendisinin kafasını karıştırıyor.
“Seni bu
kadar kötü yapan nedir Topsy? Neden iyi olmaya çalışmıyorsun? Hiç kimseyi
sevmiyor musun Topsy?”
“Sevgiye
ilişkin hiçbir şey bilmiyorum, ben şekerle yemiş severim, o kadar.” (12)
Bir kölenin
efendisiyle kendisi hakkında konuşması! Karşısında önyargılı ama meraka da
evrilebilen bir potansiyel yavaş yavaş filizleniyor. Bu yeni bir şey.
Topsy ile
sahibinin konuşması insanları köleliğe karşı ikna edecek öğeler içermez.
Konuşmalar biraz absürt tiyatro diyaloguna
benziyor; absürt uyumun hayatın tutarsızlığını gözümüze sokan işleviyle. Hatta bu
tutarsızlık okuyucuya dışarıdan izleyip kendini yeniden rasyonalize edemediği
bir ruh hali olarak yansır. Öyle ya da böyle bulaşıcı olan tutarsızlıktan
kaçınma çabası ancak samimiyet kriziyle mümkün. Samimiyetle tutarlılık
birbirine karıştırılmasın (samimiyet tutarsızlığa daha yakındır). Köleliğin kalkmasını sadece kölenin değil, köle
sahibinin de istediği bir aşamadayız artık. Toplum köle ve köle sahipleri
olarak bölünmekten, köle sahipleri ve diğer köle sahipleri olarak bölünmeye
geçmiştir.
Topsy ve
Ophelia ilişkisi bize iyi zenciyle kötü beyaz efendinin zıddını gösteriyor;
kötü zenciyle iyi efendinin karşılaşması. Efendiyi verdiği cezayla kötüleştiren
bu durum pedagojiyi de işe yaramaz bir hale sokar. Bu, dünyanın değiştirilmesi
gerektiğini de akla dayatır.
Gelelim Mindhunter
dizisine…
Yetmişli
yılların başlarında mahkûm olmuş seri katillerle cezaevlerinde görüşüp suçlu
profili çıkarmaya çalışan detektif Holden Ford’un işi hayli zordur. Çok sınırlı
bir çevre tarafından onaylanan ve biraz da özel yürütülen bir iş. Anlamaya
çalışır; seri katilleri cinayete sürükleyen nedenler ne? Acaba neden sorusu
doğru mu burada? Seri katille detektifin bir masanın iki yakasında sohbet
ettiği an. Suç itirafından nedensellik itirafına geçiş. Suç itirafı karşıtlık
yaratırken nedensellik itirafı her iki tarafı anlamlandıramadıkları bir
korelasyonun içine itiyor. Holden Ford başlangıçta sorguladığı seri katillerden
dişe dokunur bir şey elde edemiyor. Cinayet nedenini seri katil için de
çözülmesi gereken sır haline getiren asıl muammanın peşinde. Çünkü seri katil
tamlamasında adlandırma aslında nedenin yerine ikame edilmiş! Failin kavramsal
etiketi, işlediği suçun nedenini de temsil ediyor. Kıskançlık, para, kan
davası, aşağılanma, intikam vb hiçbirinin olmadığı cinayet nedeni ‘seri katil’
adıyla başka bir nedensellik formuna kavuşabilir mi? Hannah Arent’in Kötülüğün
Sıradanlığı’nı aşan bir şey. Holden Ford meslekdaşı dedektif Bill Tench ile
birkaç seri katili sorguladıktan sonra en az dört kadını öldürmekten hüküm
giymiş Jerome Brudos’un sorgusuna gider. Jerome Brudos itiraflarına ve mahkûmiyetine
rağmen işlediği cinayetleri inkâr eder. Detektiflerle oyun oynar. Pes eden Bill
Tench üçüncü sorgulamaya katılmaz, Detektif Holden Ford sorgulamayı tek başına
yapar. İnkâr devam eder. Ama konuşmanın
akışı içinde detektifin ağzından soru ilginç biçimde dökülür:
“Sence
katil saldırılarını planlamış mıdır?”
Bu soru
katili üçüncü tekil şahıs olarak konumladığı için bir icat gibi işliyor. Seri
katil Jeremo Brudos üçüncü tekil şahıs olarak dile geliyor. Bu suçunu itiraf
etmekten ‘nasıl’ı itirafa geçen sıra dışı bir sorgulamadır. Ancak anlamanın
hizmetinde dinleyebilirsek varabileceğimiz bir aşama. Detektiflik çağımıza
uygun bu aşamanın mesleği olarak…
Jeremo Brudos (1939-2006)
Peki detektif Holden Ford ile efendi Ophelia ve seri katil Jerome Brudos ile köle Topsy arasındaki bağ ne?
Üçüncü tekil şahsın dolayımı...
Üçüncü tekil şahsın dolayımı...
Her zaman yaptığım şeyi yapıyorum, bunu düşünmeyi erteliyorum...
(1)Hegel’in köleliğe bakışı hakkında
internette doküman ararken Chris Arthur’un makalesine rastladım, çeviri
yanlışlığına dikkat çeken oydu.
(2) Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev.
Aziz Yardımlı, s.125, İdea yay. İst. 1986. (İtalikler bana ait değil.)
(3) Hegel age. S.132, İtalikler Hegel’e
ait)
(4)Aristotales, Politika, Çev. Mete
Tuncay, s.12, İst. 1975
(5)Danie Defoe, Robinson Crusoe, Çev.
Akşit Göktürk, s.195, Yapı Kredi Yay. İst. 1997
(6)Adlandıranın hiyerarşik üstünlüğü iki
kişi arasında belirlenmiş yazılı olamayan bir hukuku ortaya seriyor. Atatürk’e
matematik öğretmeni tarafından verilen ‘Kemal’ isminin hiyerarşik yansımasını
sonradan soyadı kanunu çıkınca Atatürk’ün yakın çevresine isim vermesinde
görüyoruz. Bunların en ironiği Halide Edip ve kocası Dr Abdülhak Adnan’ın zaten
tanınan kişiler oldukları için soyadı almak istememesi ama hem kanuna uyarak
hem de tepki olarak ‘Adıvar’ soyadını almaları.
(7) Bu klasik kitaplar 19. yüzyıldaki kadar olmasa bile hâlâ çok satıyor ama okunmuyor. Kitapların sahip olduğu şöhret okunmamalarının da nedeni. Haklarında ansiklopedik bilgi alınmış, filmleri izlenmiş, özeti okunmuş vb.
(7) Bu klasik kitaplar 19. yüzyıldaki kadar olmasa bile hâlâ çok satıyor ama okunmuyor. Kitapların sahip olduğu şöhret okunmamalarının da nedeni. Haklarında ansiklopedik bilgi alınmış, filmleri izlenmiş, özeti okunmuş vb.
(8) Hariet Beecher Stowe, Tom Amca’nın
Kulübesi, Çev. Tülin Nutku, s. 315,316, Can yay. İst. 2017
(9) age s. 323
(10) age s. 327
(11) age s. 327
(12) age
s. 367
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder