İsa çarmıhtayken acılar içinde “Tanrım,
Tanrım neden terk ettin beni?” der ve ölür. (1)
Elbette biz biliyoruz ki İsa soru
sormuyor, sitem ediyor.
Bir anlaşmazlık var burada. Terk eden
kim? Tanrı mı, İsa mı? Fesat düşünmeyelim, ortasını bulalım: Acının son
raddesine kadar Tanrı İsa’yı terk etmiş, bu belli; İsa da bu sözle Tanrı’yı
terk ediyor. Bu sitem acıyı daha da çoğaltıyor. Çünkü muhatap cevap vermiyor,
söz monolog olarak kalıyor. Oysa sitemin acıyı azaltması beklenirdi. Nasıl açıklayacağız
bunu?
Bedeni çivilerle çarmıha gerilmiş İsa’nın
son yoğun acıyı yaşaması için bir evre daha kalmıştı. Terk edildiğini sanması.
Uğruna acıya katlandığı Tanrı tarafından terk edilmek İsa’nın ödeyeceği son
kefaretti. Bu acıyı anlamak için sözün devamını şöyle getirebiliriz: ‘Ben sana
ne yaptım?’ Ölmek üzere olan birinin şuuru bedenini terk etmeden önce sarf
edeceği son söz. İsa, kendi öyküsünün devamını bilmediği için bu acıyı
çekiyor. Ama dikkat! bu acıyı bizzat kendi sözleri yaratıyor.
Sözün monolog olarak kalması ölüme kadar
geçen o kısacık sürede terk edildiğinin de kanıtı. Fiziksel acı yanında bizzat
sözün yarattığı en yoğun acı anı. Şimdi İsa açısından bunun yaşanması gerekir;
acının tavan yapması için şart. İsa, tüm insanlık adına acı çekecekse bu özel,
bu zirve acıyı da tatmalıydı. Öte yandan bu ruh hali İsa’yla tutarlı da olmalıydı.
Nasıl? Ölünce! Biz İncil’i okurken öldükten sonra kafası aydınlanan İsa’yı
dinliyoruz aslında. Bunu unutmayalım.
İsa’nın sözünü şimdi de soru olarak
okuyalım. Sorunun cevabını Tanrı, İsa’nın ölümüyle veriyor, onu yanına alıyor.
Kabul. Ama İsa’nın paradoksunun çözümü değil bu. Tekrar edelim, İsa son yoğun
acıyı yaşaması için Tanrı’nın kendisini terk ettiğine inanmalıydı. Bu durum
Tanrı’ya inanmamaya mahal verecek kadar da uzun sürmemeliydi. Ölüm tam da bu
hassas evrede duruma el koyuyor işte. Benim itirazım da buna. İsa böylelikle
çok daha yoğun yaşayacağı bir acıdan sanki kasten muaf tutuluyor. Eksik acı. Herkes adına acı çektiği söylenen İsa ateistleri es geçiyor. İsa’nın
yukarıdaki sözü söyledikten hemen sonra ölmediğini düşünelim. Tanrı’dan tıs yok
ve İsa acı çekmeye devam etsin. Nihayet İsa “Tanrı yok!” (şöylesi daha yufka
yürekli olurdu: ‘Ah ne aptalım Tanrım, sen yokmuşsun ki!') desin. Uğruna acı
çektiği varlık gerçekten de yok. Sakın kimsenin aklına oportünist bir İsa
gelmesin, varsaydığımız İsa ‘Tanrı yok’ derken bunu Romalılardan af dilemek
için söylemiyor, hakikate eriyor. İşte bu gerçek acı olurdu. Hakikatin acısı. Acının sebebi ortadan kalktığı halde acı daha da katlanıyor. Böyle bir İsa’yı
tahayyül etmek zor. Cevabı basit: İnsan salak olmanın acısını çekmektense biri
tarafından kazıklanma duygusunu yaşamaya eğilimlidir. İsa bir dahi değil.
İsa terk edildiğini asla bilmeyecek ve
terk edildiğini sanma noktasına kadar gelecek.
Tanrı, İsa’nın terk edildiğini sanma
noktasına kadar bekleyecek.
İsa cevabı ölünce öğrenecek.
İsa paradoksunun başka bir versiyonunu
Yepyeni Bir Hayat (A Brand New Life 2009) filminde izlemiştim. Baba kızını bir
misyoner yetimhanesine yerleştiriyordu. Baba terk ettiğini biliyor kız
bilmiyordu. (2) Kızın sevgisini ve umudunu ayakta tutan bilmemesiydi.
Kavramların içine çöreklenmiş metafiziği terk
etmeli. Bu tamamıyla mümkün değil tabi. Ama körü körüne bel bağlarsan onlar seni terk ediyor. Varmışçasına terk etmek değil,
bir sevgiliyi terk eder gibi değil. Yokluğu anlamak. Nesnedeki göz boyayan artıyı elemek. Varlığın içindeki
metafizik tözü anlamak. Halk yok! Proletarya yok! Bir kurtarıcı yok! Ebedi aşk
yok! vb...
(1) ‘Eli Eli,
lama sabakhtani’ Matta 27/46
(2) Matta ve Markos’ta
(15/34) Aramice geçen ‘Eli’ sözcüğü hem Tanrı hem de baba anlamına gelir. (bkz
Kitabı Mukaddes, 1981)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder