Gitmek
Fransızcada gitmek (partir)
sözcüğü pay/bölüm (part), paylara ayırma, bölme ya da bölüşme, partisyon
(partition) sözcükleri ile aynı ailedenmiş. Jean-Luc Nancy bu etimolojik
bilgiden kalkarak ‘Gitmek adeta daima bölünmektir.’ demiş.
Gitmek, hem gidenin eylemsi hali
hem de geride kalana düşen boşluk. Bölünme diyeceksek; sözcükten iki taraflı, yani hem gidene hem de kalana
yer açan bölünmeyi anlamamız daha adil. Yani gitme eylemi kalanı da kapsayan –buna
gidenin geride bıraktıkları diyebiliriz şimdilik (ama ikisi birbirinden ayrı ve
bu ayrım açıklanmaya muhtaç); sözcüğün kuvveden fiile geçmesi bizzat kendi taşıdığı
anlamı değil, bedeni bölüyor. Gözümüzde canlandırabiliriz. Zahmet olacak. Gidenin cepheden
görünümü, gidenin varacağı yer. Gidenin sırtı, gidenin gittikçe silüete
dönüştüğü, uzaklaştığı yer.
Gitmek terk edilen yeri
çirkinleştiriyor, inkâr ediyor. Bu aynı zamanda bir reddetme, küçümseme…
‘Gideceğim buralardan…’
Giden, ‘gitme’nin etkisini
‘kalan’da varsayar, biraz da bu etki için gider. Ama gidişiyle bu etkiyi
kontrol etmesi, takip etmesi pek mümkün olmadığından bu varsayımı sürekli
akılda tutması gidişin öz etkisidir aslında. Bu etki ‘giden’den ‘kalan’ üzerine
ötelendiği için, gidenin kalan üzerinde mayaladığı da bir etkidir. Hadi bakalım
çık işin içinden. Giden kalan üzerinde varlığını (elbette yokluğunu) bir
kalıntı olarak bırakır. Birincisi diğerinden özlem beklentisidir bu.
Gidebilmek, gitmeye muktedir olmak, bir başkası olmaktır da; daha o anda,
gitmeyi çıtlattığında ya da gaybubeti belli olduğunda. ‘Nerede?’ ‘Gitti.’ Cevap
soruyla dayanışma içinde değildir burada, çünkü bu biraz da ‘Siz gidemediniz’
anlamına gelir. Hiç ummazdık ama gitti. Sürpriz. Demek ‘kalan’ açısından
tanınmayan bir durum var ortada. ‘Neden gitti?’ sorusunu ‘Nerede’ sorusuna
verilen cevap karşılar hemen: ‘Gitti.’ Yani o gidebilen biri. Bir anlamda ‘yerli’yi
‘kalan’ (bakiye) olarak yeniden iskân eden. Ve gidişiyle bunu ‘kalan’ın yüzüne vuran.
İlk gençlik yıllarımda bazı
akranlarımın pat diye İstanbul’a kaçtığını duyardım. Bir taşra furyasıydı bu.
Altmışların sonları yetmişlerin başları. Yaşandı ve bitti. Özel bir gitme, bir
rüşt davası. Gitme arzusu ve engellenme bir soğukluk yarattığı için, bu
soğukluk sonradan gitme nedenine ekleniyordu, ancak gidince küskünlük gitmenin
sonucu oluyordu. Küskünlük bağımsızlaştırır insanı. Uzaklaşmayı tutarlı hale
getirir... Genellikle fındık toplanıp satıldıktan sonra, eylül ayının başlarında.
On dört, on beş ve biraz daha yukarısı yeniyetmelerden söz ediyorum. Şöyle
öyküler duymuşluğum vardı ve kaçışın bu biçimi yaygındı galiba: Çocuk
ailesinden gizli kendine ayırdığı ve bahçenin bir yerinde sakladığı fındığı
satıyor ve eline geçen o parayla kaçıyordu. Kaçışa kriminal bir hava da
veriyordu bu durum. Daha meşru kaçış yolları da vardı. Otobüse muavin olarak
girmek ve Topkapı’da (eski otogar) sırra kadem basmak. Her iki yöntemi de
deneyen arkadaşlarım oldu. Daha radikal gitmeler de vardı, yaz başlangıcında,
henüz fındıklar olgunlaşmadan, her şeyi yüzüstü bırakarak ve aylarca geri
dönmeden. Geride kızgın babanın öfkesinin yatışmasını beklemekle, İstanbul’da
belli bir süre sonra duyulan sıla özlemini dengeleyen bir ertelemeye dayanan. Bu gitmeler
temelli terk etme amacı taşımıyordu; bir kaçıştı ama geriye dönüşü vaat
ediyordu. Vaat süresi aşıldığında ailenin endişesi acaba temelli mi gitti
değil, acaba başına bir şey mi geldi?..
Zaten kaçmak geri dönüşü vaat
etmez mi?
Kaçmak, ‘gitme’nin şiddetini mi
artırıyordu sadece?.. Kaçma, sizi tutan bir şeyden kurtulma, aniden yok olma,
kaçtığınız yerle hesabınızı kesemediğiniz için kaçma. Öte yandan sadece orayı
istemediğiniz için değil, oranın da sizi istemediği bir tekamüle erişemediğiniz
için kaçma. Biraz dolaylı biçimde posta güvercinin kaçması gibi: siz kapağı
açtığınızda posta güvercininin kaçtığını sanırsınız, o yuvasına dönüyordur.
Oysa bu kaçmanın nasıl da düz bir
anlamı vardır. Kaçma sözcüğü, içerdiği risk, macera ve belki de diklenmeyle
gitmenin asıl anlamı olan bu düz anlamı
gizliyordu. Anadan üryan düz bir anlamdır bu: Erkeklere has kaçma!
Ve bu kaçma, sürecini tamamlamış
diğer bir ‘kaçma’yla kavuşmaya gidiyordu. Anadolu’nun Avrupa’yla tek bağlantısı
Galata Köprüsü’nün (henüz Boğaz Köprüsü yapılmamış) beri yakasında bir semtin
yukarılara doğru tırmanan yokuşunu (aslında yokuş ve iniş ifadede eşit
ağırlıkta kullanılabilecekken taşralı bunu hep yokuş diye dillendirirdi…
Beyoğlu tarafından değil de Karaköy tarafından) kesen bir sokağına, milli
olmaya. Anadolu’da yoldan çıkmış bir dişinin kaçıp kaçıp geldiği yerle,
Anadolulu yola düşmüş bir er kişinin kaçıp geldiği yerin aynı yer olması
tuhaftır. Bu betimleme ta kadim zamanlardan günümüze insanlık tarihi için de
yapılabilseydi tuhaflığın dozajı yerli yerine otururdu. Unutmayalım, düz anlam derin
anlamdır ve tuhaftır. Evet çocuğum seni leylekler getirdi, bu bir metafor
değil.
Taşra evliliğin endogamik, flörtün ise egzogamik olduğu bir ortamın adıdır aynı zamanda. Bir kızdan başka bir mahalledense hoşlanırsınız. Arkadaşın kızkardeşinden hoşlanılmaz. Hoşlandığını etrafına duyurma flörtün birinci adımıdır, bu duyuruyla hoşlanılan kızla bir sahiplik ilişkisi kurulur. Artık ondan kimsenin hoşlanamayacağı ilân edilmiş olur. Geriye kızın da hoşlanıp hoşlanmadığını anlamak kalmıştır, bunun da yolu araya çöpçatan sokmaktır (asıl flörtü çöpçatan yapar, flört onunla meşrulaşır). Flört evliliğe gider ya da gitmez, cinsellik içermeyen bakışmaya dayalı bir birliktelik. Kısır döngü… İşte İstanbul, fallusun egzogamik kaçışıdır. İstanbul bir falliktir.
Taşra evliliğin endogamik, flörtün ise egzogamik olduğu bir ortamın adıdır aynı zamanda. Bir kızdan başka bir mahalledense hoşlanırsınız. Arkadaşın kızkardeşinden hoşlanılmaz. Hoşlandığını etrafına duyurma flörtün birinci adımıdır, bu duyuruyla hoşlanılan kızla bir sahiplik ilişkisi kurulur. Artık ondan kimsenin hoşlanamayacağı ilân edilmiş olur. Geriye kızın da hoşlanıp hoşlanmadığını anlamak kalmıştır, bunun da yolu araya çöpçatan sokmaktır (asıl flörtü çöpçatan yapar, flört onunla meşrulaşır). Flört evliliğe gider ya da gitmez, cinsellik içermeyen bakışmaya dayalı bir birliktelik. Kısır döngü… İşte İstanbul, fallusun egzogamik kaçışıdır. İstanbul bir falliktir.
İstanbul’a kaçma, anlatacak bir
hikâyesi olma imkânı tanıyordu. Milli olmaktan daha önemlisi milli olmaktan söz
etmekti. Eğer bir toplulukta İstanbul’a kaçan birileri varsa size dinlemek
düşerdi. Eskiden sinemada bir Yeşilçam filmi izlemenin ek getirisi başroldeki
kadınla erkeğin mutlu anlarını İstanbul’un mutena semtleriyle birlikte
görmekti. İstanbul’u taşranın ayağına getirmek değil miydi bu? Bir tür
propaganda ama karanlık salonda seyirciler arasında o patavatsız seslerle
bölünen bir propaganda: ‘Bak oğlum Galata, Bak Taksim, Maçka’dan Beşiktaş’a
yürümüştük şu yoldan, bak oğlum şu pavyonda rakı içtim vb.’ İstanbul’un
propagandası İstanbul’a gidenlerin propagandasına dönüşürdü. Gördüğü yeri
sinemada yeniden görmek bir zafer gibiydi. Bir görmüş geçirmişlik, bir taşra
kariyeri.
İstanbul acemiliğinin tekrar
taşraya dönüşte bir ustalıkla anlatılması, adeta yaşam ve anlatının birbiriyle
takasa girmesi… Gülünç anlatılardı bunlar, gülünçlük bir anlatı yapısıydı. Köyden
şehre gitmiş bir adamın şaşkın halleri. Türkiye’de groteskin standart kaynağı. Mesela
batı karşısında zübbenin düştüğü durum böyle gülünç değildi; gıcıktı, iticiydi.
Taşralı kendine güldürür.
Yaşarken gülünç savunmasızlığı anlatıda usta işi bir komediye dönüşür. Nedir
bunun çekiciliği? Öncelikle sevimlilik tabi. Kendini gülünçlüğe feda etmenin
karşılığı olarak diğerinden talep edilen şey: Sevimlilik… İnsan evladında
aramamız gereken asıl deha.
Şehirlinin karşısında aşağılanma
payını da içerecek biçimde tek taraflı gülünç olan taşralı, sonradan anlatıda
nasıl olur da kendisinin de katıldığı bir gülünç yapı elde eder? Hegel’in
‘komedi tözün yabancılaşmasıdır’ sözünden hareketle hikâye etmede bir adım daha
ileri giderek buna, ‘ve şehirli karşısında oluşan yabancılaşmasından taşralı kendi
tözünü icat etti’ diyebiliriz. Bu töz tam da taşralı olmanın gülünçlüğüdür. Ah
taşralı yerinde dursaydı hiç sorun yoktu, ama İstanbul’a gidip geldiğinde bir
gülünçlük üretimi de başlamış oluyordu. Evet İstanbul’a gidip gelmek bir üretim
faaliyetiydi: Gülünçlük üretimi. Kendi gülünçlüğü üzerinde söz sahibi olmak;
kaygı duyulanın, korkulanın gülünçlükle alt edilmesi… gülünçlük cesaret üretimi
anlamına da geliyordu böylece. Taşralı tam da böyle bir görüp geçirmişlikle
taşralı oluyordu işte. Lacan’ın komik olanın son kertede daima fallusa bir atıf
içerdiğini söylemesini taşralının tüm eril bedeni üzerine havale etsek kabahat
mi olur? Fallus İstanbul’a kaçtı.
Fallus anlatıyor…
Kendi haline gülen değil, kendi
haline güldüren. Güya kadınlarla yaşanan gülünçlükle. Muhtemelen gerçek halinde
dile gelmeyen bir çarpıklık ve huzursuzluk varken oluşur bu anlatı, yani bu
anlatı yaşamın mahremiyeti ile anlatının aleniyeti arasındaki tutarsızlıkları
törpüler bir yandan. Olayı yaşamış geçmiş kişiyle (İstanbul’da), olayı anlatan
şimdiki kişinin arasındaki ayrım, anlatıcının yönlendirmesiyle (kontrol sahibi)
güldürmeyi hedefleyen bir sona doğru akar. Dinleyenler de bunu bekler. Anlatıcı
geçmişte kalan kendisine ‘çaylak’ muamelesi yapar, geçmişteki kendisinin
‘çaylak’ konumu, şimdi anlatıcı nezdinde ‘çaylak’ bir güldürü nesnesidir, bir
karakterdir. Anlatıcı geçmişteki kendini taklit eder, gülünçlük de buradan
gelir. Gülünçlük, bu ayrımın üretilmesidir. Kahramanımızın yaşadığı özü
itibarıyla bir uyumsuzluk ve bunu çözme biçiminin başka bir uyumsuzluğu ortaya
çıkarmasıdır ki, bu durum özellikle taşra diliyle (taşra metaforlarıyla) gülünçleştirilir.
Anlatı, dinleyici tarafından daha
sonra başka birilerine anlatıldığında aynı gülünçlük anlatıcının maharetine
göre devam eder. Demek ki anlatıyla kurulan bir yapı var burada. Bir
anımsamadan çok (olayın anımsanmasından çok; unutmayalım ki olayın gerçekliğine
önce bizzat yaşayan-anlatıcı sadık kalmaz), gülünçlüğün, gülünç biçimde
kurgulanmış anlatının anımsanması. Dinleyiciler anlatıcıya kefil olurlar, sonra
aynı hikâye üzerinden dinleyiciler anlatıcı olur, hikâyenin gülünç ve aleni
olması onlara bu vekâleti verir.
Anlatı olayı tekrar edilebilir
bir forma kavuşturur, anlatıldığı için olay anlatıya benzer artık.
Anlatılmayana kadar zihinde taşınan olay ancak anlatılınca başkası için de var
olur. Daha ötesi olay ıskartaya çıkar (zihinde taşınan ve henüz gülünç olmayı
becerememiş olay), belki de ömür boyu gün yüzüne çıkmaz.
Anlatma dürtüsüyle gülünçlük
dürtüsü neden aynı dürtüdür?
Güdü kendi kendini tekrar
etmesine rağmen, güdünün geçmişteki bir anlık tatmini (genelevde) bu kez ondan
söz etme, ya da onu gerçekleştirmiş olarak bilinme tatminiyle el değiştirir.
Erkekliğin bu yanı gariptir. Gülünçlük güdüyle (cinsel) dürtünün (konuşma) bu
garipliğini görmezden gelmeyi sağlar.
Bastırma nedenin bastırılmasıdır,
henüz neden ortada yokken olur bu.
Tam burada iki gün önce başımdan
geçen bir olayı araya sokuşturayım:
Minibüsle eve dönerken Gümüşdere
Mezarlığı’nın orda karşı yönden gelen bir motosikletli gözümüzün önünde
devrildi. Minibüsten indik, genç bir çocuk, ağzı, dirseği kan içinde, sol
elmacık kemiğinde bariz bir şişlik. Minibüs şoförü ambulansı ararken ben de hem
yaralının başında dursun hem de motosikleti
alsın diye tanıdığım bir tamirciyi çağırmak için aşağıya koştum. Dönüşte
yolculardan tanıdığım bir kadının yaralı gence tuhaf sorular sorduğunu gördüm.
Sorusuna her aldığı cevapta da (çocuk güçlükle konuşuyordu) kendi merhametini
dillendiriyordu, daha çok elinden bir şey gelmeyişine yazıklanarak. Farkında
olmadan azarlıyordu da, öyle ya durduk yere neden kaza yapmıştı?.. Daha sonra ben bu olayı insanlara üç ayrı kurguyla anlattım. İlkinde
olayın trajikliği, olduğu gibi. Ve kazanın nedenini de ekledim: Motosiklet
önündeki kasisi geç fark etmiş, aniden fren yapınca savrulmuş. İkincisinde
kadının sorularını olayın trajikliği karşısında tuhaflaştırarak, sanki kadın evine boya badana yapmaya gelmiş birine
meraklı sorular soruyordu, sonra da sözü gencin yaralarına getiriyordu. Bunu
anlatırken karşımdakinin güleceğini biliyordum, ben de gülmek için anlattım
zaten… Başka bir gülünç şey daha kurguladım. Ben okulun orada dolmuşu koşarak
durdurdum ve şoföre fırından ekmek alacağımı bir dakika beklemesini rica ettim.
Şoför bekledi. Eğer bu bekleme olmasaydı bu kaza yaşanmayacaktı. Minibüs
Gümüşdere Mezarlığı’nın önündeki kasiste motosikletle karşılaşmayacaktı.
Türkiye’de kazalar taşıtlar arası karşılaşmalarla değil sürücülerin
birbirleriyle karşılaşmalarıyla olur. İki sürücü bakışının gerginlik salgısı…
anlatının bu son versiyonu da gülmek için kurgulanmıştı.
Bir kasabalıyı gülüşü ele verir,
yani gülüşünün ses özelliği ve ağzının aldığı biçim, eşlik eden elleri. Kasabalının
rahat ve gerçek gülüşü yine kasabalıların yanında olur. Ama taşralılık başka
bir şey, iki türlü ortaya çıkar: Ya kenti temsil eden dışarıdan gelenin
karşısında, ya da kentte kentli karşısında kasabalı acemiliğiyle. Bu yüzden
taşralılık bir bileşimin adıdır, kendi halinde saf değildir. “Bir
taşralı ‘Ne içersiniz?’ sorusuna hep aynı cevabı verir: ‘Çay!’ Taşralılığın en
tedirgin edici hali: daha önce taşralı olup da kentleşmiş biri karşısında.
Aleniyetten kaçış, şehir öykünün
kontrolünü insana verir. Kasabada aleniyet anlatının sağladığı şey değil,
anlatı sırasında olan şeydir.
Yerlilikle taşralılık arasındaki
fark: Yerli, kendi bölgesinde kendi dilini, alışkanlığını, âdetini sürdürür. Taşralı
ise şehirli karşısında ortaya çıkan yerli tözünün semptomlarını kendini ele
verme olarak yaşar.
Bu yazı nereye varacaktı? Yazıya başlarken kafamda olan önerme şuydu: 'Gitmek yabancı olmak...'
Başka sefere...
Bu yazı nereye varacaktı? Yazıya başlarken kafamda olan önerme şuydu: 'Gitmek yabancı olmak...'
Başka sefere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder