Metroda… Otuz yaşlarında saçları kızıla çalan uzun boylu bir adam sırtına bağlı iki yaşlarında bir erkek çocukla,
tam karşımıza oturdu, yanımda kızım var. Erkek çocuk habire konuşuyor ve
adam kafasını hafifçe doğrultup cevap veriyor, kafasını doğrultmadan da veriyor
ama bu durumda sanıyorum çocuğun sorusu daha usandırıcı bir hal aldığı için
ister istemez kambur duruşunu bozup kulağını ondan yana çevirmesi gerekiyor. Elinde
bir şeyler karalanmış ciltli bir defter tutuyor. İyice öne eğilmiş. Defterin
açılı sayfasında birinci satırla ikinci satır arasında bayağı bir boşluk var,
oturduğum yerden görebildim bunu. Bence okuyormuş gibi yapıyor. Bir savunma bu.
İngilizce konuşuyorlar. Adamın üzerinde uzun kollu bir tişört sadece, içinde de
boğazını saran beyaz bir fanila, hiç üşür gibi bir hali yok, insanların soğuğa
dayanıklı olduğu bir bölgeden gelmiş herhalde. İskoçya… İrlanda… İzlanda… Evet,
İzlanda olabilir. Kirli sakalı da kızıl. Ama çocuk daha sıkı giyimli, kırmızı montu ve bol kapşonu
sarıp sarmalamış onu, uzun saçları alnının yarısını kapatmış. Güzel bir çocuk. Göz
göze gelmek için bir süre kolluyorum onu. Niyetim göz göze geldiğim anda bir
gülüş çakıp sempatik görünmek. Varlığımdan herkese dağılabilen ve bana geri
döndüğünü hissettiğim bir sempati. İyi geldiğinden değil, taklit bir davranışı
yerine getirme isteğinden (Doğal haliyle kalsa iyi gelirdi tabi, ama kendi
gerçekliğimin farkına varınca mutluluk aniden kurguya dönüşüyor). Herkeste bu kadarcık sosyalleşme yeteneği vardır, etrafta bir çocuk bulursun ve ona gülümsersin. Maliyeti yok. Şimdi bunun
üzerinde durayım mı biraz? Hayır durmayayım. Ama çocuk bir türlü benimle göz
göze gelmiyor, ya daha uzağa bakıyor, ya da babasının kafasının arka tarafına
bakarak bir şeyler söylemeye devam ediyor. Bir an bana baktığını sanarak bir gülümseme koyveriyorum,
ama karavana, gülümsemem havada kalıyor. Yanımdaki cep telefonunu karıştıran
kadın, çaprazımdaki mor bereli adam, ayaktaki taytlı kadın çevrede kim varsa
herkes onlara bakıyor. Adamın solundaki bir kadın göz kırpıyor çocuğa ama çocuk
oralı olmuyor. Bir ara çocuğun şöyle dediğini duydum (onca konuşma içerisinde
duyup anladığım tek söz de buydu zaten, çünkü birkaç defa tekrarladı) : “Daddy,
who they are?” (Baba kim bunlar?)
Akşam eve dönerken otobüste… Solda, engelliler ve yaşlılar için
ayrılmış karşılıklı ikişerli koltuğun gidiş yönünde ve pencere kenarında
oturuyorum. Otobüsün en berbat koltuğu ama ne yaparsın Kadıköy, Beşiktaş derken
ayaklarıma kara sular indi, Sarıyer’de boşalır boşalmaz oraya çöküverdim, hiç
değilse pencere kenarı olması durumu kurtarıyor. Karşıma genç bir çift
oturdu; adetten olduğu üzere kız pencere kenarına. Oğlan kolunu kızın
koltuğunun arkalığına doğru uzattı, bayağı da uzun bir kol. Bacaklarını iki
yana doğru yaydı. Birkaç defa bacaklarına baktım sertçe, toparlanır gibi oldu
ama, bakışımdan mı etkilendi yoksa kıçını mı rahatlattı bilemem. Tamam kızı
sahipleniyor ama bence daha çok işgal ediyor. Kız pek rahat değil; aslında
benim varlığımdan da rahat değil, oğlan da rahat değil. Ben de değilim. İçimden
hassiktirin inin bir durak sonra diyorum. Pencereden dışarı bakıyorum, bir şey
görmüyorum, cam dışarıdan çamurlanmış, içerinin gölgesi baskın zaten, sadece
ışıklar var. Aptal bir bakış… Oğlanın koltuğun arkasındaki parmakları arada
kızın omzuna dokunuyor ama bir okşama biçiminde değil, bir yoklama, hatta parmak uçlarında nevrotik tempo. Kız omuzlarını
büzmüş, koltuğunda iyice küçülmüş. Sevgili olduklarını sanıyorum. Henüz
aleniyete dökülecek kadar değil. Kız huzursuz. Hadi inin artık diye diye kaç
durak geçti… Nihayet indiler… Bütün kaslarım gevşedi o an… Otobüs de seyreldi…
Son durakta inip yokuş aşağı evin yolunu tutarken soğuk rüzgâr içime işledi,
terimi soğuttu. Gerginlik teri bu… Hasta olmasam bari… Ne zaman dışarı çıksam
gerginlik veren birileri oluyor, bakışımı nereye doğrultsam orada birileri bitiveriyor. Şerefsizler… Gerginlik atmosferin bir boyutu sanki,
kötü bir şeyler bir yerlerde birikmiş, kuşatıyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder