Uzun bir koridorun ortalarında açık
kapıdan içeri soktu beni gardiyan. İriyarı bir adam eşikte kapının pervazına
sırtını yaslamıştı. Zayıf genç biri üst ranzaya oturmuş tespih çekiyordu, “Hoş
geldin,” dedi elini uzatarak. Gardiyan ona “İn lan aşağı!” diye bağırdı. Genç adam aşağı atladı, iriyarı adam da toparlandı ve homurdanarak “Hoş geldin,” dedi. Kime? Bana mı, gardiyana mı?
Gardiyan kendisine gösterilmesi gereken bir
saygı ortamı yaratmıştı ama refakat ettiği bir amiriymişim gibi bir yanılsama
da yaratmıştı sanki. Belki de sadece benim üzerimde.
İlerde masada gardiyanın öfkesini takmıyormuş gibi oturan güleç yüzlü bir adam daha vardı.
“Geçmiş olsun,” dedi, “Siyasi dimi?”
Kafamla onayladım onu.
“Tahmin ettim,” dedi.
Sanıyorum ben gelmeden haberim çoktan gelmişti ama güleç yüzlü adam bunu tahmininden bilgelik akıyormuş gibi söyledi.
Gardiyan, gencin biraz önce oturduğu üst ranzayı gösterdi bana:
“Burda yatarsın,” dedi ve çıktı.
Benimle dört kişi olan tecrit odası. Diğer üçü alt ranzalarda yatıyorlardı, altlı üstlü üç ranza vardı zaten. Ben gelince onlar otomatikman kıdemli olmuşlardı. Malûm, alt ranzalar yirmi dört saat yanan lambaların hışmından muaf. İriyarı adam elimdeki poşete uzandı:
“Verin yerleştireyim,” dedi.
“Gerek yok,” dedim.
Benden belki de beş yaş büyük, üstelik iriyarı bir adamın bana hürmet etmesi tuhafıma gitti. Daha doğrusu hürmet mi başka bir şey mi anlayamadım. Diğer mahkûmların siyasilerden çekindiklerini biliyordum ama iriyarı adamın gösterdiği hürmette bir yaranma emaresi yoktu. Bir yakınlıktı, ama nasıl bir yakınlık? Sırf hürmeti boşa gitmesin diye (aslında hürmetine hürmet ederek; hürmetin içinde böyle gizli bir ödeşme talebi vardır ya hep) ya da ezberimde başka bir adap olmadığı için gayri ihtiyari poşeti onun ellerine teslim ettim. İriyarı adam ranzanın çarşafını düzeltti, elinin tersiyle tozunu çöpünü temizliyormuş gibi yaptı, yastığı çırptı ve poşeti yastığın üzerine koydu. İçinde iç çamaşırlarımın olduğu poşet. İriyarı adam bunları yaparken üzerindeki rengi solmuş lacivert ceketinin iyice kısa olan kolları dirseklerine kadar çekildi. Bu kısa kollu ceket avare bir görünüm veriyordu ona, sanki kollarının bir kısmı fazlalıktı onlarla ne yapacağını bilemiyordu, aşağı doğru boşuna sarkıyordu… acemi bir irilik. Kafası kocamandı. Konuşurken iticiliğini devamlı aklına getiren gizli bir uyarı alıyormuş gibi, ileri ve aşağı uzayan kafasını birden geri çekiyordu. Göz göze gelince yüzü sızlıyordu sanki. Tombul iri burnunun ucunda toplanmış kızarıklık. Her insanın yüzünde gözümü dikeceğim bir nokta bulurum ille.
“Evet” dedim, “teşekkür ederim.”
Ellerini önünde topladı:
“Olsun,” dedi.
Bedenin mütevazılıkla mahcubiyet arasındaki kararsızlığı… gözlemlediğim anda kendi bedenime de sirayet eden şey.
“Geçmiş olsun,” dedi, “Siyasi dimi?”
Kafamla onayladım onu.
“Tahmin ettim,” dedi.
Sanıyorum ben gelmeden haberim çoktan gelmişti ama güleç yüzlü adam bunu tahmininden bilgelik akıyormuş gibi söyledi.
Gardiyan, gencin biraz önce oturduğu üst ranzayı gösterdi bana:
“Burda yatarsın,” dedi ve çıktı.
Benimle dört kişi olan tecrit odası. Diğer üçü alt ranzalarda yatıyorlardı, altlı üstlü üç ranza vardı zaten. Ben gelince onlar otomatikman kıdemli olmuşlardı. Malûm, alt ranzalar yirmi dört saat yanan lambaların hışmından muaf. İriyarı adam elimdeki poşete uzandı:
“Verin yerleştireyim,” dedi.
“Gerek yok,” dedim.
Benden belki de beş yaş büyük, üstelik iriyarı bir adamın bana hürmet etmesi tuhafıma gitti. Daha doğrusu hürmet mi başka bir şey mi anlayamadım. Diğer mahkûmların siyasilerden çekindiklerini biliyordum ama iriyarı adamın gösterdiği hürmette bir yaranma emaresi yoktu. Bir yakınlıktı, ama nasıl bir yakınlık? Sırf hürmeti boşa gitmesin diye (aslında hürmetine hürmet ederek; hürmetin içinde böyle gizli bir ödeşme talebi vardır ya hep) ya da ezberimde başka bir adap olmadığı için gayri ihtiyari poşeti onun ellerine teslim ettim. İriyarı adam ranzanın çarşafını düzeltti, elinin tersiyle tozunu çöpünü temizliyormuş gibi yaptı, yastığı çırptı ve poşeti yastığın üzerine koydu. İçinde iç çamaşırlarımın olduğu poşet. İriyarı adam bunları yaparken üzerindeki rengi solmuş lacivert ceketinin iyice kısa olan kolları dirseklerine kadar çekildi. Bu kısa kollu ceket avare bir görünüm veriyordu ona, sanki kollarının bir kısmı fazlalıktı onlarla ne yapacağını bilemiyordu, aşağı doğru boşuna sarkıyordu… acemi bir irilik. Kafası kocamandı. Konuşurken iticiliğini devamlı aklına getiren gizli bir uyarı alıyormuş gibi, ileri ve aşağı uzayan kafasını birden geri çekiyordu. Göz göze gelince yüzü sızlıyordu sanki. Tombul iri burnunun ucunda toplanmış kızarıklık. Her insanın yüzünde gözümü dikeceğim bir nokta bulurum ille.
“Evet” dedim, “teşekkür ederim.”
Ellerini önünde topladı:
“Olsun,” dedi.
Bedenin mütevazılıkla mahcubiyet arasındaki kararsızlığı… gözlemlediğim anda kendi bedenime de sirayet eden şey.
“Yemek ne zaman?” dedim, ortaya sordum
bunu.
Güleç yüzlü adam:
“Altıda,” dedi ve ekledi “daha üç saat var.”
Kolunda saat olmadığı halde nasıl bildi? Adam sırf tahmin.
“Koridorun sonunda kantin var, istediğini aldırabilirsin,” dedi.
Karnım aç sayılmazdı ama o anda bir aksiyon dikkati dağıtmak için herkese iyi gelecekti. Kapıdan kafamı uzattım, kantini mimledim; ileride sağda demir parmaklıklı bir bölme.
“Siz bir şey ister misiniz?” diye sordum.
Tek tek herkese baktım, sonunda iriyarı adamın kırmızı burnuna. İriyarı adam:
“Ben alayım,” dedi, avucunu bana uzattı.
“Ben alırım, var mı istediğiniz bir şey?” dedim.
İriyarı adam önümü kesti:
“Ben alırım,” dedi yine, sesinde ısrardan çok bir inatçılık vardı.
Diğerlerine baktım, sanki çıkacak bir tatsızlığa karışmak istemiyorlarmış gibi bakışlarını kaçırdılar. Cebimden bir bütün parayı ona uzattım:
“Peynir zeytin al…” dedim, “çay veriyorlar mı?”
Güleç yüzlü adam:
“Veriyorlar ama demlikle, biraz beklemen gerekir,” dedi.
“Tamam” dedim, iriyarı adama döndüm:
“Dört kişilik de çay.”
Ayağını sürüyerek gidiyordu, sağ terliğini bir ip tutuyordu, ip gevşemişti ve otuz santim kadarlık artan kısım geriden onu takip ediyordu. Hakikaten de dev gibi bir adamdı. Yarı yolda durdu, bana baktı, yüzünde memnun bir gülümseme…
Güleç yüzlü adam:
“Altıda,” dedi ve ekledi “daha üç saat var.”
Kolunda saat olmadığı halde nasıl bildi? Adam sırf tahmin.
“Koridorun sonunda kantin var, istediğini aldırabilirsin,” dedi.
Karnım aç sayılmazdı ama o anda bir aksiyon dikkati dağıtmak için herkese iyi gelecekti. Kapıdan kafamı uzattım, kantini mimledim; ileride sağda demir parmaklıklı bir bölme.
“Siz bir şey ister misiniz?” diye sordum.
Tek tek herkese baktım, sonunda iriyarı adamın kırmızı burnuna. İriyarı adam:
“Ben alayım,” dedi, avucunu bana uzattı.
“Ben alırım, var mı istediğiniz bir şey?” dedim.
İriyarı adam önümü kesti:
“Ben alırım,” dedi yine, sesinde ısrardan çok bir inatçılık vardı.
Diğerlerine baktım, sanki çıkacak bir tatsızlığa karışmak istemiyorlarmış gibi bakışlarını kaçırdılar. Cebimden bir bütün parayı ona uzattım:
“Peynir zeytin al…” dedim, “çay veriyorlar mı?”
Güleç yüzlü adam:
“Veriyorlar ama demlikle, biraz beklemen gerekir,” dedi.
“Tamam” dedim, iriyarı adama döndüm:
“Dört kişilik de çay.”
Ayağını sürüyerek gidiyordu, sağ terliğini bir ip tutuyordu, ip gevşemişti ve otuz santim kadarlık artan kısım geriden onu takip ediyordu. Hakikaten de dev gibi bir adamdı. Yarı yolda durdu, bana baktı, yüzünde memnun bir gülümseme…
“Çay demlenince gidip alacağım,” dedi
iriyarı adam, getirdiklerini masanın üzerine koydu, paranın üstünü de. Büyük
bir kavanoz reçel de almıştı. Reçel hesapta yoktu, paranın çoğunu o tutmuştu
galiba. İriyarı adam reçelin yarısını bir tasın içine döktü. Burnundan hızlı
hızlı soluyordu. Masayı düzenlerken insan ondan bir sakarlık bekliyordu. Belki de
kaptığı her şey iri ellerinin içinde kaybolduğundan iyi kavranamamış hissi
uyandırıyordu. Masa hazırdı, üç sandalye vardı, iriyarı adam kendi sandalyesini
bana vermiş gibi ayakta dikildi. Güvenlik gereği kaşık ve çatal olmadığından
elimizle yiyorduk. İriyarı adam ekmeğini reçele banıyordu habire. Bir anda
silip süpürdü reçeli, ben tadına bile bakamadan o çoktan tasın dibindekileri
parmaklarıyla sıyırıp yalamaya başlamıştı. Görgüsüzlük, açgözlülük, bencillik
ne derseniz deyin benim iriyarı adamda gördüğüm başka bir şeydi…
Çocukluğumda mahalle arasında oynarken
akşama doğru karnımız acıkırdı ve mola verirdik, herkes annesine seslenirdi: ‘Anneee!..
Anneeee!.. reçel ekmek!..’ Aramızda babası helâ bekçiliği yapan çok yoksul bir
arkadaşımız da vardı. Annem ona da bir reçel ekmek hazırlardı. Ev yapımı yaban çileği
reçeli. Karnımızın açlığıyla ve bir an önce oyuna devam etme telaşıyla çabuk
çabuk yerdik. Yoksul arkadaşım da çabuk yerdi ama o bizden farklı olarak her
ısırıştan sonra geri kalan lokmasını seyrederdi. Elindekinin kıymetini bizden
daha iyi bilen bu hali hoşuma giderdi. O zamanlar teşekkür etmek yoktu, ama
onun bu hali teşekkürden fazlaydı.
İriyarı adam kavanozu elinde evirip
çevirerek ışığa tuttu, ranzasının başucuna koydu ve üzerine yüz havlusunu
örttü.
Çaydan sonra iriyarı adam ve genç adam
koridora volta atmaya çıktılar. Güleç yüzlü adamla masada baş başa kaldık, sigara içiyorduk. Sorma sırası bendeydi:
“Siz neden düştünüz içeri?”
Güleç yüzlü adam masada kalan kesme şekerden dişleriyle bir parça kıtladı, ağzına attı:
“Biz hepimiz hırsızız,” dedi. “Benim hem suçum hem mesleğim hırsızlık, onlarınsa sadece suçu…”
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım.
“Bak anlatayım,” dedi.
“Siz neden düştünüz içeri?”
Güleç yüzlü adam masada kalan kesme şekerden dişleriyle bir parça kıtladı, ağzına attı:
“Biz hepimiz hırsızız,” dedi. “Benim hem suçum hem mesleğim hırsızlık, onlarınsa sadece suçu…”
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım.
“Bak anlatayım,” dedi.
“Beş altı yıl önce sizin gibi siyasi bir
arkadaşla aynı koğuşta yattım. Bana dedi ki bir gün ‘Madem hırsızlıktan
vazgeçmiyorsun sana hırsızlığın felsefesini anlatan bir yazarın kitabını
önereyim.’ Bilirsin Jean Genet’nin Hırsızın Günlüğü. Okudunuz mu? Okumadınız
demek. Kitabı dışarıdan ısmarladı. Cezaevi müdürü kitabı vermek istemedi,
arkadaşım dilekçe yazdı kabul etmediler, en sonunda savcılığa başvurdu da kitap
bize ulaştı. Jean Genet’yi okuyunca bende samimi ikrar gelişti. Bir duygu mu
demek lazım buna bir motor davranış mı, bilmiyorum. Hâkimin karşısına geçince
dilim çözülüyor, çok güzel cümleler kuruyorum. Hani insanın kendi
belâgatinin kendi aklını esir alması. Gerçek bir olayı anlatırken insanın elde
ettiği o pürüzsüz bilinç akışı. Mahkeme sanki konuşmam için bir fırsat. Bu durum
hâkimlerle aramda özel bir bağ kuruyordu. Hâkimleri hiç yormuyordum, ne yalan
söyleyeyim onlar da ellerinden gelen en hafif cezayı verdiler bana…”
Bir süre sustu.
Bir süre sustu.
“Şu iriyarı adam neden buradadır dersiniz?”
“Hırsızlıktan dediniz ya.” dedim.
“Evet ama ne çalmış sizce?"
Dudağımı büzüp ellerimi iki yana açarak
bilmem anlamına gelen hareketi yaptım.
“Reçel…” dedi. Ve devam etti:
“Mahallesinde oturan yaşlı bir karı
kocaya gelinleri bir bidon reçel getirmiş, tesadüf bu ya bizimki de oradan
geçiyormuş. Bahçe kapısından, evin dışından merdivenle çıkılan ikinci kata
kadar reçeli o taşımış. Saf bir adam, kapıda beklemiş ki, bir kaşık da olsa
reçel versinler. Ama vermemişler. Bir akşam adamımız uzun boyunun da yardımıyla
merdivenin sağındaki pencereden içeri girmiş. Yaz günü pencereler açık tabi. Şimdi
size anlatırken her şey gözümün önünde, çünkü o evi biliyorum. Siz bir eve
acaba kim oturuyor diye bakarsınız, biz hırsızlar acaba nasıl girilir diye
bakarız. Reçelli ev… Adamımızın ehli sanatı hırsızlık değil, pahada ağır yükte
hafif şeyleri bilmiyor. Neyse adamımız reçeli alıp girdiği gibi evden çıkmış. Ama kendini de ele vermiş. İriyarı adam cepçi, yankesici olur hırsız olamaz. Kim
bilir zücaciye dükkanına giren fil misali ne sakarlıklar yapmıştır. İhtiyarlar
uyanmışlar ama korkudan seslerini çıkarmamışlar. Adamımız evi terk eder etmez
pencereye koşup basmışlar feryadı. Bir yan komşu görmüş onu zaten pencereden
çıkarken. Hâkim ona reçeli sormuş. Yedim demiş. Boş bidon nerede demiş. Attım
demiş. Nereye attın demiş. Bilmiyorum demiş. Bence reçeli sakladı. Havluyla nasıl
sakladı baksana kavanozu…”
Tahminini mi anlatmıştı yoksa gerçeği mi bilmiyorum.
Güleç yüzlü adam sözünü bitirince bir
arkadaşımın başından geçen bir öykü geldi aklıma. O anda anlatabilirdim ama
anlatmadım.
Öykü şöyle: Yıllar önce siyasi kaçak
arkadaşım Beyoğlu’nda takibe uğramış. O sırada siyasetle yakından uzaktan
ilgisi olmayan bir arkadaşı da var yanında. Arkadaşı uzun yıllar kasabada
çalışarak para biriktirmiş, Amerika’ya gitmek istiyor. Düşünün ayağına gelmiş Amerika'yı emperyalist diye kovmak isteyen biriyle, Amerika'ya gitmek isteyen birinin arkadaşlığını... Bütün hayali bu, Amerika’da yaşayan bir çocukluk arkadaşının yanına gidecek. Vizeyle uğraşıyorlar ya da vize nasıl
alınır onu öğrenmeye… Ben de tanıyordum onu, herkes Amerika’ya karşıyken onun
için Amerika güzel bir kadın demekti. Haklıydı da. Murathan Mungan’ın Avara
şiirindeki gibi:
Anımsıyor
musun?
Bir
çetemiz vardı: Vahşi Siyah Atlar
Ismarlama
serserilikler yaşardık
Kimseden
bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
Sokaklarda
sabahlamak, parklarda yatmak
Yabancıları
mahalleye sokmamak gibi
Ve
bir gün gideceğimiz bir Amerika vardı
Herkesin
bir Amerika’sı vardı o zamanlar
Herkes
gece istasyonlarında
Kendi
Amerika’sını aradı.
Polis onları içeri alıyor. Amerika’ya
gidecek olan, arkadaşıma soruyor, ne yaptık biz diyor, Amerika’ya gidecektik ne
işimiz var bu hücrede. İçi daralıyor. Bağırmaya başlıyor ‘Reçel verin bana!’ Hatırlıyorum
onu, iriyarı güçlü bir arkadaştı, iri çok iri parmakları vardı, tezgahta balık
satarken o iri elini balık dolu kasaya daldırırdı; müşteride cömertlik hissi
uyandıran elleri… O iri elleriyle duvarı döverek tekrar tekrar bağırmış: Reçel
verin bana! Polis anlayamamış ne diyorsun diye çıkışmış. Sorguya
alındıklarında anlat bakalım demiş polis ona. Bana reçel verin! demiş yine,
yoksa hiçbir şey anlatmıyorum…
"Bir reçel ne kadar dayanır?"
"Anlayamadım." dedim.
"Yani bu bizim iriyarı adam çıkana kadar bozulur mu merak ettim." dedi güleç yüzlü adam.
"Bir reçel ne kadar dayanır?"
"Anlayamadım." dedim.
"Yani bu bizim iriyarı adam çıkana kadar bozulur mu merak ettim." dedi güleç yüzlü adam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder