Canım
sıkılıyor demenin maliyeti yok, aleniyete en yatkın duygu. Ama canının sıkıntısını
anlatmaya henüz başlamışken birden her şey ilginç olabilir. Hikâyene ev sahipliği
yapan mekânın vaadidir bu.
Canını
sıkan ne? İşte aklın hareket noktası. Bu sorudan uzaklaşmayan kendi
bireyselliğini keşfedebilir. Tamam mola ver, ama hep oraya dön. Zaten ister
istemez oraya dönüyorsun, bu kez hazırlıklı ol.
Can
sıkıntısının da statüleri var. Dağ başında birinin sıkıntısıyla Paris’te
bulunan birinin can sıkıntısı aynı olmaz. Baudlaire Paris Sıkıntısı derken can
sıkıntısına bir marka kazandırdı.
Meşruiyetin dışına çıkmak için soralım:
Can
sıkıntısı ne demek?
Almancada
can sıkıntısını anlatan birkaç sözcük var, en çok kullanılanları ‘die
Langeweile’ ve ‘der Missmut’. Heidegger Varlık ve Zaman’da ‘Missmut’u
kullanmış. İlgili kitapta can sıkıntısı başlıklı bir bölüm var diye
hatırlıyordum, sayfa sayfa baktım yok, sonra altını çizdiğim yerlere baktım,
hiç can sıkıntısı sözcüğü geçen bir satırın altını çizmemişim. Hayret. Ama kitabın hem Aziz Yardımlı çevirisinin
arka bölümünde hem de Kaan H. Ökten çevirisinin ilave kılavuzunda yer alan
Almanca Türkçe sözlüklerinde can sıkıntısı karşılığı ‘Missmut’ verilmiş. Demek
Heidegger’in tercihi bu. Adı geçen sözcüğü bulmam için kitabı yeniden okumam
gerekiyor. Bunu yapmayacağım. Heidegger’i söylediklerimi doğrulamak için
referans alamayışım (alıntı, alıntı yapanı değil yazanını doğrular) kavramı
yeniden düşünmemi sağlasın istiyorum. Bir kapı. Belki… Artık idare edin.
Düşünmek için Heidegger’in yöntemi güzel.
Sözcüğü parçalamak ve yeniden monte etmek. Bu yöntemi sözcüğün anonim ruhuna ulaşmak için kullandığım sanılmasın; sözcüğün ilk baştaki 'unutulmuş' ama yeniden düşününce anlamını zenginleştiren, kendi iç imkânına kavuşturan parçalanmasından söz ediyorum. Almancanın felsefi dil olarak
ayrıcalığı bu. Miss=bozuk, başarısız. Mut=cesaret. ‘Miss’ ayrılamayan bir önek.
Sözcüğü parçalayınca motomot bir çeviriyle ‘başarısız-cesaret’ gibi bir anlam
çıkıyor. Sözcüğün bu ham halinden kalkarak şunu söyleyebilirim: sözcük nasıl
kendi kökenini unutmuşsa, can sıkıntısı da kavram olarak asıl nedenselliğini
unutmuş. zaten bu yüzden kullanışlı. Cesaretsizlik yüzünden yapılamayan şeylerden sonra oluşan boşluk... can sıkıntısı
şimdi daha iyi anlaşılıyor. Sözcüklerin bir kılıktan diğer kılığa kolay
geçişleri ruhumuzun bir halden diğer hale geçişlerini temsil etmez; aksine
sözcük bizzat kendi manevra hızıyla ruh halimizi bilinçdışına iter, tanınmaz
kılar. ‘Canım sıkılıyor’ derken kendime ait bir izah da sunmuş olurum. Baştan
nedenselliği iptal eden bir izah. ‘Hiç… sıkılıyor işte.’ Bir eyleme girişmekle
girişememek arasındaki ikircikli tutum içimde mayalanır, beni başka birine
dönüştürür. Kendinden şikâyet eden biri. Ama henüz pişman olan hayıflanan biri
değil. Arzu yokluğuyla uzayan bir ara durum. Arzu yokluğu, yani hafiflik. Milan
Kundera’nın bilinen romanının adını başka türlü söyleme imkânıyla: hafifliğin
dayanılmaz varlığı. Can sıkıntısı… Engellenen arzunun yoğunluğu kaygı
yaratırken (Melanie Klein’da), cesaretin ölmesi (daha iyi bir deyişle sönmesi)
yüzünden arzunun yokluğu can sıkıntısı yaratır. Bu saikle can sıkıntısı daha
masum, daha dillendirilebilir halde görünür. Çoğullaşan bir kendini ifade
biçimi. Sadece kendini ifade etmiyor, diğeri adına da konuşuyor.
Ama
can sıkıntısını anlatmaya çalışan bir arzu duymak: Yazmak.
Çağnam
Erkmen Paris’te sıkılan bir kadını yazmış. Eee sıkılacaksan Paris’te sıkıl.
Çağnam
Erkmen Yok kitabındaki ‘Paris’te’ öyküsüyle ‘Kadınlar Ne İster?’ (Freud)
sorusunu bize yeniden soru olarak iade ediyor. Çünkü bir soru ancak soranın
bunu neden sorduğunu gizlerse hayat bulur. Yani bizzat soru, çıkış noktasına
yönelik kendi içkin sorusunu gölgeliyorsa. Elbette sorana da bir soru
sorulabilir. Ama hazırcevap: Burada soruları ben sorarım. Eğer ‘bir kadın ne
ister?’ diye bir soru soruyorsanız, ‘bir’in tekliği ile ‘kadın’ın genelliği
arasında bir uyum yasasını talep ediyorsunuz demektir; Don Juan'ı bu genelleme
mertebesine ulaşmış müstesna kişi kabul edelim.
Hikâyenin
anlatıcısı kadın Paris’te bir bistroda kocasıyla otururken adı Antoine olan bir
sokak serserisini tanıyor. Tanışmıyor, tanıyor. Adını nereden mi biliyor?
“Çünkü
Asyalı garsonla gürültülü tartışmalarına kulak misafiri oluyorum.”
Üçüncü
kişinin adı Antoine.
Bir
öyküde ancak üçüncü kişi varsa bir şeyler değişir.
Aşk kendini korumak için her
zaman üçgen yaratır. Ama bu bir aşk öyküsü değil. Yine de bir üçgen var; kaygı,
arzu ve can sıkıntısı arasında anlatıcının kendi içinde kurulan bir üçgen.
‘Tanışmıyor,
tanıyor.’ diye bir cümle kurdum yukarıda. Bunu biraz açayım. Bazı insanları o
bizi tanımazken tanırız. Onu bize tanıtan görünümü ve etraftan kulağımıza
çalınanlar kafamızda bir portre oluşturur. Bunu nadiren aşarız, eşitsiz bir
tanımadır bu; ancak gerçek tanımadan farklı olarak aşinalık denilen güvenli
mesafeyi korumak işimize de gelir. Zararsız olma hali: diğerini aşina kılmak.
Antoine’da aşinalıktan daha fazla şeyler görme eğilimindedir anlatıcı:
“Kırçıllaşmış
saçları ve kesif kokusu olmasa, yakınlardaki Sorbonne Üniversitesinde ders
veren sanat tarihi profesörlerine benzetilebilir. Yüzü sürekli sokaklarda
dolaşmaktan bronz, sağlıklı ve çok kırışık. Çöpten bulmuş olduğunu düşündüğüm
gözlüğü de ilgimi çekecek kadar özgün bir tasarım. Yine de sokak serserisi işte.
Altına işeyenlerden değil ki, kafeden kovulmuyor.”
Kadın
ve kocası birçok kez gelmişler Paris’e, şehri tanıyorlar, gitmedikleri,
görmedikleri pek bir yer kalmamış, belki ‘birkaç küçük müze, yeni
keşfedecekleri yerel bir lokanta’… Niye gelmişler ki bu şehre?
Bir
lokantaya gidiyorlar. Ve tesadüf, Antoine lokantanın karşısındaki bir banka oturuyor. Çevresindeki gençlerle konuşuyor. Bilgili biri… Otele dönüyorlar, duş
alıyorlar, gece bir bara gidiyorlar. Değişiklik olsun diye bir İrlanda barına.
O da ne, Antoine yine. Bu kez kocası fark ediyor.
Antoine
ayartıcı bir imge. İkili ilişkiyi üçgene çeviren bir öte köşeyi temsil ediyor.
Henüz o köşenin kendisi değil, ima halinde. Deli ve sokak serserisi olması
öteki adam fantezisini çarpıtmaya yarıyor. Öteki adamın gayriciddi varlığı.
Peki bu imge ya öteki adamın ta kendisi olursa. Gerçekte cinsel iştahın tam da
böyle bir gayriciddiliğe ihtiyacı varsa ne düşüneceğiz?
Kendi
başımdan geçti. O zaman gençtim. Ankara Kızılay’da Zafer Çarşısı’nın üst
tarafında Beyaz Ev (yoksa Saray mı?) denen kafede kız arkadaşımla oturuyordum.
O zaman kafelerde bira da veriliyordu. Benim doğal eğilimim susmaktır, eğer
susmam diğerine bir tedirginlik yaymıyorsa huzurluyum demektir. Onunla güzel
susardık. Bir an onun aşağıda bir noktaya baktığını ve gülümsediğini gördüm,
sanki birinin selamına karşılık verir gibi, mahcup ve sevecen. Hani istediğini
almış bir bakış, hoşnut. Aşağıda gülümsemenin diğer ucunu aradım. Ama yok.
Hayır var, yerde, çiçek tarhının kenarındaki sete oturmuş o evsiz adam. Sıhhıyye
Tunalı Hilmi Caddesi güzergâhı içinde hep yürürken gördüğüm kirden keçeleşmiş
uzun saçlı, sakallı, zayıf ama güçlü. Bakışları içe işleyen, sanki tanıyormuş
gibi bakan. 1982 Dünya Kupası’nda Brezilya Milli Takımında oynayan Sokrates’e
benziyor. Kiminle bakıştın dedim ona. Başıyla Sokrates’i işaret etti. Adam
tekrar baktı, bakışı benimle karşılaşınca çabucak önüne döndü, acemice... hâlâ gözlerimin
önünde elleri dizlerinde tostop. ‘Yakışıklı adam dedim. Güldü. Demin bana
öpücük gönderdi dedi. Hey dedim adamın halini görüyorsun bir de aşık etme
kendine. Aslında korkum kız arkadaşımın ondan hoşlanmasıydı. Gonçarov’un Yamaç
romanını okumuştum.
Kadınlar
ne İster değil, bir kadın ne ister? Çağnam Erkmen
anlatmış, Yok’ta…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder