“Bana bak sınır kapılarını açarım.”
(Cumhurbaşkanı Erdoğan)
Şu kapı denen kavram. Tuhaf bir nesnenin
adı. Kapatıyorsun kapanıyor, açıyorsun açılıyor. Sözcük de tuhaf, hem metafor
hem gerçek. Bir yerde kapı varsa saf varoluş da bozuluyor, içerde veya dışarıdasın, kaçarı yok, bir psikoloji bu.
Kapının açık hali, kapalı hali yanında bir de aralık hali: dikkat edin, aslında "aralık" diye bir nesne yok, ama biz kapıyı değil aralığı görüyoruz.
Bakın kapının icadı diye bir şey de yok, menteşenin icadı var.
Sadece nesne değil, simge de. Otomatikman simgeselleşiyor. Mesela çelik kapı; kapının sağlamlığını iletmiyor sadece, içeride olanın dışarıya karşı korunmacı hassasiyetini vurguluyor, güven duygusunu kasten abartıyor.
Kapının açık hali, kapalı hali yanında bir de aralık hali: dikkat edin, aslında "aralık" diye bir nesne yok, ama biz kapıyı değil aralığı görüyoruz.
Bakın kapının icadı diye bir şey de yok, menteşenin icadı var.
Sadece nesne değil, simge de. Otomatikman simgeselleşiyor. Mesela çelik kapı; kapının sağlamlığını iletmiyor sadece, içeride olanın dışarıya karşı korunmacı hassasiyetini vurguluyor, güven duygusunu kasten abartıyor.
İstanbul’un meşhur sur kapıları, kapı
adlarıyla semtleşmiş o tampon bölgeler: Edirnekapı, Topkapı, Ahırkapı… Kapı,
kapı olarak eğreti bir varlıkken adı neden kalıcı? Kapının metaforu her zaman
gerçek anlamını aşsın istenir de ondan. İnsanoğlu kapının enerjisine güvenir.
Bir müeyyidesi var kapının.
Paris’in Zafer Tak’ı... şehir genişleyip sur olmaktan çıkınca sanki şehre örnek bir giriş yeri olsun istenmiş... devasa bir kapı gibi inşa edilmiş. Taklarda kapının model alınması ilginç değil mi? Bu mecaz anlamın makro boyuta taşması, gerçek anlamı alt etmesi aynı zamanda. Bir kavram mecaz anlamlarını da kapsayınca kendine has bir gerçeklik de yaratıyor.
Paris’in Zafer Tak’ı... şehir genişleyip sur olmaktan çıkınca sanki şehre örnek bir giriş yeri olsun istenmiş... devasa bir kapı gibi inşa edilmiş. Taklarda kapının model alınması ilginç değil mi? Bu mecaz anlamın makro boyuta taşması, gerçek anlamı alt etmesi aynı zamanda. Bir kavram mecaz anlamlarını da kapsayınca kendine has bir gerçeklik de yaratıyor.
Geçen kömürlüğümün kapısı alt tarafından
parçalandı. Zaten kırık dökük bir kapıydı ama parçalanınca simgesi de
parçalandı. Parçalanmış kapıya şöyle bir
yazı yazmak geçti içimden: ‘Bu bir kapıdır.’ Bu mesaj elbette okuması yazması
olan insanlara gelsindi. Geceleyin sahilde ateş yakıyorlar, geçen sene odunumu
çalan birini yakalamıştım. Ama kapımı
onlar parçalamadı, Kâzım’a saldıran köpekler parçaladı. Kâzım kedimizin adı.
Anlatayım:
Yıllardır kedi bakmıyorum. Çoğalıyorlar
ve ölüyorlar. Ömrü kısa olan bir şeyi sevemezsiniz. Artık kapıya gelen sokak
kedilerine bakıyorum arada. En son Şerafettin’e bakıyordum. Şerafettin’in asimetrik
bir yüzü vardı, bir kulağı dik, bir kulağı aşağıda, yüzünün bir tarafı façalı.
Tüylü, kabarık, sert bakışlı tam bir kış kedisi. Ne kışlar geçirdi. Bütün
köpekler korkardı ondan. Bir gün bahçede ölüsünü buldum. Bir mezar kazdım ona.
Bu son olsun dedim. Olmadı.
Geçen bir arkadaşım geldi oturduğu
apartmanda bakamadığı kedilerini bana verdi. İki kedi. Kafka ve Milena. Dedim ki arkadaşıma
bu kediler ev kedisi, burada yarı vahşi yaşayacaklar. Başlarına bir şey
gelebilir. Böyle dedim ve işin vicdani yükünü üzerimden attım. Kömürlükte onlara yer yaptık, kapının altında
sadece onların geçebileceği oyuk hazırdı zaten. Birkaç gün sonra arkadaşım
Milena’yı kısırlaştırmak üzere götürdü. Kafka’yla baş başa kaldık. Kedi
sevenler bilir, siz onları okşadıkça onlar sokulganlaşır, mırlar, o kadar
sevimli olurlar ki, canlarını yakasınız gelir (gerçek sevgide okşayan el, bu
tensel kararsızlığa düşmez mi, söyleyin). Ama Kafka’yla böyle olmuyordu, bir
türlü yakınlaşamıyorduk. Sonunda anladım. Ona Kafka derken aramızda
kendiliğinden bir resmiyet oluşuyordu. Kafka sevilmez. Soğuk. Kafka’ya saygı
duyarsınız, Kafka’yı anlarsınız, yazma yeteneğini takdir edersiniz falan ama
sevemezsiniz. Kafka size ince hastalığa yakalanmış biri gibi öyle uzaktan uzaktan bakar. Keşke
hiç fotoğrafı olmasaydı. Keşke arkadaşı Max Brod’a bütün eserlerimi yak yerine
bütün fotoğraflarımı yak deseydi. Kafka benim için özel ad değil, sizi
sürekli anonim bir halin içinde gören bir çift kara bakış. Ve bir gün Kafka’yı
severken ona ‘Kâzım’ dedim. ‘Kâzım!’ Daha senlibenli, daha sataşkan.
Kasabalarda lâkapların da benzer bir rolü yok mu? Çocuğu ailesinin
korumacılığından almak ona sokağın kimliğini vermek. ‘Kâzım!’ İşte bu. Bu isim
değişikliği kediyi değiştirmedi, beni değiştirdi. Kâzım’a yemeğini suyunu
veriyorum, eve alıyorum, seviyorum, okşuyorum, bir köşede uyutuyorum ve uyanıp
huysuzlaşınca (kakasını, çişini yapacak bir yer arıyor köftehor) ‘Olmaz Kâzım!’
diyorum, Kâzım’ı, dışarı, kapının önüne bırakıyorum.
Bir hafta sonu, öğle sonrası… Kâzım dışarıda,
ben de uzanmış Thomas Hardy okuyorum. Dışarıdan bir gürültü geldi, ardından bir
köpeğin acı acı bağırışı. Kitabı elimden bıraktığım gibi koştum, baktım iki
köpek kömürlüğün kapısını zorluyorlar. Köpeklerden biri, göttenbacak olanı
kafasını kapının altındaki oyuğa sokmuş. Ben bağırınca kaçtılar. Peşlerinden
bir odun parçası da fırlattım. Vurasıya değil, korksunlar bir daha gelmesinler
diye. Kapının alt tahtalarını parçalanmış görünce keşke vurasıya atsaydım dedim.
Kâzım beni köpek düşmanı etti. Kömürlüğü açtım. Kâzım, odunların üstünde, iyice
kamburunu çıkarmış, ürkek; benden bile korkuyor. Kediler korkunca tehlikeyi
genelleştirirler. Güçbelâ aldım Kâzım’ı oradan. Baktım, kuyruğunun alt
tarafında ve sağ bacağında yaralar var. Eve götürdüm, yaralarını pansuman
ettim. Birkaç gün evde kaldı.
Sosyal Bilgiler dersinde bu olayı anlatırken çağrıştı (aslında sürekli bozulan ve tamir edilen bir sınıf kapımız
da var), çocuklara sordum:
“Evin kapısı içeri açılırken neden
kömürlük kapısı dışarı açılır?”
Önce anlamadılar, uygulamalı sordum.
Sınıfın kapısı da dışarı açılıyordu, ama her ikisinde mantık farklı işliyordu (sınıf kapısı; yangın, deprem gibi bir felaket olduğunda kapı önünde izdiham olmasın diye dışa açılıyordu). Kafaları karıştı…
Çünkü mantık tersti, anlatmak istediğime uymuyordu. Ben de anlatmaya başka bir terslikten başladım, evlerin kapısından. Evinizin kapısını dışarıdan biri tıkladığında açarsanız kapı
onun kafasına vurur. Ev kapısı açılma yönüyle içeri davet eder, kömürlük kapısı
dışarı açılır böylece mekân daralmamış olur. Bu açıklamamın dülger mantığına
dayanan daha geçerli bir ilk nedeni vardı muhakkak. Ama insanlar bir
uygulamanın istikrar kazanmasıyla ilk nedenini birbirine karıştırırlar. Sanki ilk
neden sonradan da nedenmiş gibi.
“Bana bak sınır kapılarını açarım.”
Osmanlı’da saray kapılarından sorumlu
kapıcıbaşı diye bir mevki vardı tabi.
Güney kapısından giriş yapan
Suriyeliler, batı ve kuzeybatı kapılarından Batı’ya kaçmak istiyorlar. Bu insanlar
yoksullar ama Türkiye devletinden geçinen insanlar da değiller. İnsan
kaçakçılarına döviz ödüyorlar, ucuz işgücüyle
taşranın vahşi orta sınıfını palazlandırıyorlar. Yabancı ve sığınmacı
oluşlarının verdiği itaatkârlıkla, minnetle sonradan görme yerli patronlara
ekstra itibar kazandırıyorlar. Suriye iç savaşı başladığında kapıları açtığını
söyleyenler aslında Şam’da cuma namazı kılmak için kendi Osmanlı iştahlarına da
kapı açmışlardı. Yani bu kapı kovboy filmlerindeki ‘saloon’ kapısına
benziyordu, insanın hareket yönüne göre açılıyordu.
“Bana bak sınır kapılarını açarım.”
Bir tehdit bu. Ama bir itiraf da. Tehditten korkmazsan geriye kaba bir itiraf kalır. Bildiğin kimya.
İki gün önce bir Güneykore filmi
(Handmaiden) izledim. Genç kız çalışacağı malikâneye yolculuğu sırasında
otomobilin korna sesiyle uyanır.
Önlerinde geniş bir kapı açılır. Kız geldiğini sanır. Ortalık zifiri karanlıktır. Otomobilin şoförü “Uykuna dön” der, “eve hâlâ çok var.” Gerçekten
de malikâneye vardıklarında güneş çoktan yükselmiştir. Bu sahne bize arazinin
büyüklüğü hakkında net bir bilgi verir. Kapıların yarattığı sahiplik ve
hiyerarşi hakkında da. Mesela birinin statüsünü kaç kapıdan sonra ona
ulaşılabildiğiyle ölçebiliriz. Araya mesafeleri de koymak lazım tabi. Bizim
kapımız Batı’nın dış kapısı aslında.
Bu ülkenin kapıyı kırıp odun etmek diye
bir deyimi de var. Boşuna söylenmemiş.
Cumhurbaşkanı’nın kapısıyla benim
kömürlüğümün kapısının bir ilgisi yok. Yazı olsun diye imgesel bir bağ kurmaya
kalkışmak da abes olur. Ama sözcüğü kavramlaştırınca ilgi kendiliğinden
geliyor.
https://youtu.be/Nt63Dv8ajLc
YanıtlaSil“Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir.” Ludwig Wittgenstein.
YanıtlaSilGüzeldir bu söz... Teşekkür...
Sil