‘Sende ben imkânsızlığı seviyorum.’
Nazım Hikmet’in ne kastettiğini
biliyoruz. Âşık birtakım engeller yüzünden sevgilisine kavuşamıyor. Bu
engeller aşkın sürekliliğini sağlıyor, kavuşmak için gösterilen
çaba aşkı yüceltiyor, onu yeniden ve yeniden alevlendiriyor vb. İmkânsızlığın
aşka platonik katkısı.
İmkânsızlığın aşkı sağlama alan Nazım’ın kastetmediği bir anlamı daha olabilir mi?
İmkânsızlığın aşkı sağlama alan Nazım’ın kastetmediği bir anlamı daha olabilir mi?
Günümüzde imkânsızlığı arzuyu da kendine
uyduran, terbiye eden ilke olarak düşünürsek. Sevgilinizle randevunuz var ama gitmek
istemiyorsunuz. O da ne!.. şanslısınız, hesapta olmayan bir misafiriniz
geliyor, sevgilinize duyduğunuz cılız arzu bu misafirin gelişiyle çakışıyor. Ya
da sevgiliniz hasta oluyor, iki cılız arzu birbirini kırmadan mola veriyor.
Mazeret uydurmuyorsunuz, imkânsızlık elinizin altında imdadınıza yetişiyor, ilişkiyi kurtarıyorsunuz. Hele bir zaman geçsin zaten özleyeceksiniz.
Herkesin stepne bir imkânsızlığı vardır böyle. İmkânsızlık az sevenin
çeyizidir. Gelin şöyle de diyelim: imkânsızlık eşittir diğerinin rızası. İki
kişinin aşk uğruna bir şeyleri terk etmeden, kırıp dökmeden üzerinde
anlaştıkları sınır. Taraflar alıştıkları düzeni değiştirmezlerse, “imkânsızlık”
ilkesine bağlı kalarak birbirlerini sevebilirler. İlke dedim, evet… Nazım’da
imkânsızlık aşkın koşuluyken, günümüzde ilkesi. Günümüzde aşk
oyununun şiddetini artırmak imkânsızlığın abartılmasına bağlı. İmkânsızlığı bir
tür mizansenle de olsa koruma görevini biri üstlenir. Bir taraf adı geçen imkânsızlığı aşmaya
kalkıştığında öbürü imkânsızlığın arkasına sığınabilir, bu durumda aşk gerçek
imkânsızlığı kendisi üretir. Bunun için blöf geçerli bir hamledir. İmkânsızlık
korunan bir statü halini alır… Ne demişler biri sever diğeri müsaade eder, ama
roller değişebilir. Farkındayım biraz karışık oldu, hep karışıktı zaten. Çağnam
Erkmen’in Yıldızfer romanını okurken aşkta imkânsızlık ikilemini düşündüm.
Kadın bir romancının romanını erkek
ağzından yazması hep tuhaf gelmiştir bana. Tuhaf ama vaatkâr. Eskiden erkek adı
alan romancılar vardı, George Sand gibi, Bronte Kardeşler gibi. Bu ad
değişikliğinin baştan bir statü koruma kaygısı taşısa bile hiç de sebebine
sadık bir sonucu olmadığını biliyorum. Kendini gizleme kendini yeniden
oluşturma etkisi de yapar. Yıldızfer’in anlatıcısının erkek ama yazarının kadın
olması okurken beni sık sık falsoya düşürdü. Aslında anlatıcının kadınsı üslubu
da başka bir etkendi. Şöyle bir yarılmayla: Dış dünyayı betimlerken erkeksi,
kendi içine çekilirken kadınsı. Bir de erkeklik cinsel arzuda biraz argodan da
destek alarak kurulmuş mu desem (kurulmuş doğru sözcük değil, yinelenmiş J). Yine de
üslup biseksüel bir şüpheye itmiyor bizi. Hatta biraz önce yazdıklarımı
yalanlar biçimde, Çağnam Erkmen’in erkek anlatı karakterine bürünmesinin
(elbette romanda yazarını ele veren böyle bir magazinel mahremiyet aramadım),
kadın cinselliğini faş ettiğini söyleyebilirim. Biraz sertçe, biraz yumuşatarak, ünisex
biçimde. Kadınları benim gibi romanlardan tanıyan biri için bulunmaz nimet…
Romanda geçen özel isimler ilginç. Sosyal medyada kullanılanlardan, nick’lerden söz ediyorum. Bildiğimiz özel adlardan
daha özel. İnsana biriciklik veriyor, teknik olarak başkasıyla aynı adı
taşıyamıyorsunuz. Adınızı kendiniz seçiyorsunuz. Nick gerçek adınızı hem
gizlesin hem de sizin hakkınızda bir fikir versin istiyorsunuz. Ama adınız bir
tür kamuflaj topluluğunun nüvesiyse bu ‘özel’lik bir paradoks değil mi? Derrida
özel adın gerçekte “özel” olmadığını yazmıştı(1). Anlattığı bir sınıflama bir
mensubiyet olmaktan kurtulamayan özel addı… Ama Derrida’nın -kendisi
değinmediği halde- bu tezini güçlendiren bir şey daha var: Takma ad (nick) bir
yasağı deldiği için, aslında yasağı taşıyor; adla varlık arasında kurulan
sorumsuzlukla… Ad varlığını inkâr ediyor, varlık adını. Takma ad sanki kurucu
bir töz gibi işin içine giriyor; olgunlaşmış, bitmiş ürün olarak doğuyor. Böyle
mi gerçekten? Hayır tam böyle değil. Dolandırılmakla bir sihirbaz tarafından
illüzyona uğratılmak aynı şey değil… İkincide gönüllüyüz…
Roman bir twitter konuşmasıyla başlıyor,
bir twitter konuşmasıyla bitiyor. Biz anlatıcının gerçek adını romanın sonunda
öğrensek de aaa demek oymuş demiyoruz.
Çağnam Erkmen’in kahramanlarına verdiği özel adlar aslında onları yok
etme biçimi, hayır yanlış söyledim onların varlıklarıyla aralarına koyduğu
fesatça bir mesafe. Anlatıcı gerçek adını okuyucudan da gizliyor. Medyada
kullandığı nick’i ‘@tekerlekler’. Felçli. Kendini Latin Amerika’da pedal
çeviren bisikletli gezgin olarak tanıtıyor. İronik gibi duruyor ama aslında
ironi zıtlıkta değil çift anlamda. Felçli olduğu için nick kendince tutarlı; @tekerlekler,
hem bisikletin hem de tekerlekli sandalyenin tekerleği olabilir.
Romanda bir felçli daha var,
@paraplejikkiz. Paraplejik Fransızcada felçli anlamına geliyor. Felçli kız
nickiyle kendi hakkında hem direkt bir şey söylüyor, hem de bunu dolayımlıyor. Anlatıcının
bunu anlaması için sözlüğe bakması gerekti. Burada nick’in ilettiği anlam kızın
gerçekten felçli olmasıyla kısıtlı değil, çünkü ‘felçlikız’ daha şeffaf bir
adlandırma olabilecekken nick’in aynı zamanda bir konuşma konusu haline gelmesi
ilginç: itiraf edeceğim ama önce sen bir sor, istek senden gelsin der gibi…
@EsraSunayKansu gerçek adını nick olarak
kullanıyor, çünkü gerçek adıyla şöhreti yakalamış. Siyasi aktivist, sürekli
eylemlerde, fotoğraf çekip paylaşıyor, ben oradaydım diyor. Anlatıcının
retweetlerine, beğenilerine cevap vermiyor. O hep takip edilen. @tekerlekler’in
onda ne bulduğunu soruyorum şimdi. Birazcık değineyim gerisi saklı kalsın. Romanın ilk cümlesi şu: "@EsraSunayKansu'nun son tweet'ini beğendim." Son cümlesi de şu: "@EsraSunayKansu'yu engelledim." Beğenmekle engellemek arasında geçen sürede anlatıcı @EsraSunayKansu'nun ilgisini çekmeye çalışıyor, bir saplantı derecesinde paylaştığı her sözü, her görüntüyü, takip ediyor. Onun hakkında fikir sahibi olabilmek için nerede ne yaptığını bilmek istiyor. Aslında @EsraSunayKansu'nun roman içinde çok önemsiz bir rolü var ama üzerine çektiği merakı @tekerlekler’in gizemi olarak da okuyabiliriz. @paraplejikkiz'ın @tekerlekler'de bulduğunun karşılık bulmamış hali olarak. İmrenme hiçbir zaman simetrisine kavuşmaz. Bu yüzden yansıtma duygu olarak kendi çeperinde kurban arar. Birini imren, biri tarafından imrenilen ol... @paraplejikkiz'ın söylediği "İnsan kendisindeki marazı imrendiği kişide saptayınca tiksinirmiş." (s.20) sözünü tersinden kurmak mümkün: İnsan kendi marazını imrenen kişide saptayınca kendisinden tiksinirmiş. Çünkü tiksinti kendinden tiksintiye çok yakın olduğu için bir savunma biçiminde harekete geçer. Çünkü köken olarak imrenmeyi başlatan kişinin kendisidir... Sanıyorum romanı okuyunca herkesin kendine
göre bir cevabı olacak.
@tekerlekler’in kız kardeşinin adı Tunca…
yaygın bir ad değil, üstelik erkek adı olarak da kullanılıyor. Sanki bu ad
seçimi cinsiyetleri harmanlamış, romanın üslubuna cinsiyetçiliğe karşı müphem bir hava
vermiş.
Ve Yıldızfer…
“Yıldızfer telefonunda önemli mesajlara bakar
gibi dışa kapalıydı.” (s. 231)
Romanda deneme tadında üzerinde düşünmeye değer birçok betimleme var. İşte somut davranışı anlatırken evrenselleşen beden diline bir gönderme.
Romanda deneme tadında üzerinde düşünmeye değer birçok betimleme var. İşte somut davranışı anlatırken evrenselleşen beden diline bir gönderme.
‘Önemli mesajlara bakarken dışa kapalı
olmak…’ Bir akım bu, yirmi otuz yıl önce başlamış ve giderek genel bir davranış
halini almış suni dalgınlığımız. Sevdiklerimiz yanımızdayken, çok güzel bir
sohbetin ortasındayken bile yaparız bunu. Telefona bir mesaj gelir, dikkatimiz
oraya kayar, buradayım ama değilim. Küçük uzaklaşmalar. Avucunuza sığan bir
cihazın size bahşettiği özerklik. Güya dışa kapalı olmak; dışa kapalı
olmanın alternatifi içe açık olmak (içe dalmak) değil tabi, telefonun ucundaki
diğer dışarıya kapılmak. Sosyal medyanın çekiciliği üyelerine birer mülk
vermesinde. Kendi mülkünüze birilerini misafir edebilirsiniz, kovabilirsiniz,
daha da önemlisi orası sizin evinizdir; içeri girebilirsiniz. Oh, yeni bir özel
hayat. Mahremiyetin gerçek uzuvlarından; dokunma, koku, tat duyumlarından
arındırılmış … başınızı belaya sokmayacak söz ve görüntünün
yettiği muhayyel dünya. Böyle bir
mahremiyet diğerinin mahremiyetini talep edebilir. İnternet mahremiyetin tutucu
(duyumdan arındırılmış) yapısını ortadan kaldırmıyor, onunla uzlaşırken diğerinin
mahremiyetini dikizleyecek biçimde yeniden kuruyor. İcat zekice ama işlevi
absürt! Sanal dünya mahremiyeti "yeniden" kurmasıyla absürt; herkes kendi varlığında bir sır küpü haline geliyor: Hem bak bu benim diyen birisi hem de sen kimsin diye sorması (bunun için icazete tabi bir nezaket sahibi olması) beklenen diğeri...
Flört için internet telefondan daha mı
arsız? Arsız sözcüğünün ahlaki bir çağrışım yapmasını istemem, daha çok cüretkâr anlamında
alın. Şöyle düşünelim, birbiriyle uzun süredir mesajlaşan iki insan telefonda
konuşmaya karar verdiklerinde ruh hallerinde tedirgin bir kesinti olur, etkileyici
bir filmden gerçek dünyaya çıkmak gibi. Hımmm… bu benzetme tam oturmadı, çünkü
telefon da gerçek dünyanın bir adım berisinde. Ama telefonda diğerine ilettiğim
ses bana ait, her ne kadar gerçek sesim elektronik değişime uğrasa da. Bunu
neden anlatıyorum; amprik dünya ile muhayyel dünya arasında yaptığımız seçimler
çok da iradi değil artık. Sanal dünyayı gerçek karşıtı olarak tanımlayarak
kendimize haksızlık yaptığımızı bir düşünsek demeye çalışıyorum. Şuradan
bakalım: arzularımız, eğilimlerimiz ancak sanal dünyada gerçeklik haline
geliyorsa, orada görünüyorsa; yani sanal dünya gerçek olmasa da gerçeği
gösteren bir şeyse… mikroskoptaki görüntü gibi; mikrop gerçek ama mikroskoptaki
büyütülmüş haliyle değil. Ama biz mikrop gerçeğini, “gerçek” boyutunda olmayan
mikroskobik abartısında görebiliyoruz ancak. Bunun bir adım ilerisi atomun
parçalarını görmek (gerçek kılmak) değil mi? Rakamlara indirgenmiş gerçek ya da
dijital modellemelerle koskoca bilgisayar ekranında... Başlangıçta çok az bilim
insanının bulduğu bu gerçeklere nasıl oluyor da milyarlarca insan adapte
olabiliyor? Soruda dikkatimizi çekmesi gereken milyarlarca insanın zerrece
katkısı olmadığı bu çığır açıcı yenilikler karşısında nasıl gafil avlanmadığı
olmalı. Daha açık konuşayım, neden iki ayrı insan türü oluşmadı? Darwinci
anlamda insanın genel adaptasyon yeteneğinden mi, yoksa yenilikler ancak böyle
bir hazır bulunuşun üzerine bina edilebildiğinden mi?
İnsan metafizik bir varlık.
Mevlana’nın tersine, olduğu gibi görünemeyeceği ya da göründüğü gibi olamayacağı biçimde her şeyi bünyesine kabul etmeye hazır. Ama buradan Mevlana’nın çağrısının muteber olduğu gibi bir sonuç çıkmasın. İnsan ancak göründüğü gibi olmazsa, olduğu gibi görünmezse bir gerçeklik haline gelebiliyor. Daha düz söyleyeyim: İnsan tam da göründüğü gibidir. Sosyal medyada insanlar kendilerini olduklarından farklı gösteriyor olabilirler; ya da Çağnam Erkmen’in dediği gibi ‘Gösterdiğin kadar sanılma imkânı’nın cazibesine kapılmış. Bunu düalist bir bölünme olarak anlamak zorunda değiliz. Sanılma imkânı diğerinin sanma ihtimaline cevaz veriyorsa bütünlüğü yeniden kurabiliriz. Peşin peşin kabul edelim ki hiç de makbul bir bütünlük olmayacak bu. Çünkü düalist bölünmede gösterilenin ardında davet edeceğimiz orijinal bir kendilik de yok.
İnsan metafizik bir varlık.
Mevlana’nın tersine, olduğu gibi görünemeyeceği ya da göründüğü gibi olamayacağı biçimde her şeyi bünyesine kabul etmeye hazır. Ama buradan Mevlana’nın çağrısının muteber olduğu gibi bir sonuç çıkmasın. İnsan ancak göründüğü gibi olmazsa, olduğu gibi görünmezse bir gerçeklik haline gelebiliyor. Daha düz söyleyeyim: İnsan tam da göründüğü gibidir. Sosyal medyada insanlar kendilerini olduklarından farklı gösteriyor olabilirler; ya da Çağnam Erkmen’in dediği gibi ‘Gösterdiğin kadar sanılma imkânı’nın cazibesine kapılmış. Bunu düalist bir bölünme olarak anlamak zorunda değiliz. Sanılma imkânı diğerinin sanma ihtimaline cevaz veriyorsa bütünlüğü yeniden kurabiliriz. Peşin peşin kabul edelim ki hiç de makbul bir bütünlük olmayacak bu. Çünkü düalist bölünmede gösterilenin ardında davet edeceğimiz orijinal bir kendilik de yok.
Çağnam Erkmen insanın bu düalist
bölünmesiyle oynuyor. Hem de acımasızca.
Romanda felçli adam ‘@tekerlekler’in dikizleme eylemi ikiye bölünmüş. Evinden, perdenin arkasından, binada yankılanan seslerden dikizledikleri ve sosyal medyada dikizledikleri. Sosyal medyada yazıştığı iki kadın var, biri kendisi gibi felçli
‘@pareplejikkiz’ diğeri ‘@mutfaktezgahı’. Felçli olduğunu gizleyerek ikisiyle
de flört ediyor. Zekice kurgulanmış diyaloglar bizi birden senlibenliliğin
peşinden sürüklüyor. (Senlibenlilik sosyal medyada hem daha kestirme -adeta
sökün ediyor- hem daha imkânsız.) Bu iki
flört aynı şekilde sonuçlansa da (takipten vazgeçme, engelleme) bize sözünü
ettiğimiz düalist bölünmenin iki ayrı dayanağını veriyor. ‘@pareplejikkiz’ yüz
yüze görüşmek istiyor, ‘@mutfaktezgahı’ yaptığı yemeklerin, tatlıların
tadılmadan ‘beğeni’lmesiyle yetiniyor. Kahramanımız ‘@pareplejikkiz’ın ısrarını
tehdit olarak algılıyor, ‘@mutfaktezgahı’nın ‘imkânsız’a sığınan risksiz
yaşamını ise sahte bir sevgi gösterisi olarak –blöfle çökertiyor onu. Çağnam
Erkmen felçlinin arzusunun libidosuz ham halini gösteriyor bize. Burada
felçliyi hem alegorik hem de metafor olarak düşünelim. Alegorik, yani çocuk
gibi ergenleşmemiş. Metafor, yani felçli; internet karşısında diğer bütün
insanlarla eşit (internet herkesi felçli kılıyor çünkü)... Akıllı telefon
aldığımdan beri her hafta ekranıma bir not geliyor: Bu hafta ortalama 2 saat 51
dakika telefonunuzu kullandınız. İçimden hikikomori olmama bir on saatlik süre
kaldı diyorum.
“@paraplejikkiz erişimimi engelledi…
sanal ikonik reddedilme, dünyevi reddedilmelerden daha okkalı sarstı.” (s.176)
‘@pareplejikkiz’ın ‘@tekerlekler’i engellemesi
… burada katmerli bir engelleme var, katmerli bir ironiyle. Somut yaşamda
sevgiliniz sizden ayrıldığını bir daha sizinle görüşmek istemediğini
söylediğinde aranıza sizin de riayet edeceğiniz bir uzaklık koyar. Riayet
burada kilit sözcüktür; uysallık anlamına gelmez, uzaklık gereği yoluna
çıkmamak ve restini gördüm tavrını saklı tutar. Böylelikle iki tarafın da onuru
korunmuş olur. Dijital dünyada engelleyen doğrudan diğerinin onuruna saldırır.
Nasıl bir onurdur bu? Elbette indirgenmiş, yapıntı bir onur. Arzu ve arzunun
tatmininin diğerinin arzusuna bağlı olduğu ve diğerini kontrol edebildiği
tampon mıntıkaya çöreklenmiş onur. İki tür engellenmenin farkını şu örnek daha
iyi açıklayabilir belki: İmrenilen bir malikânenin demir kapısında ‘Dikkat
köpek var!’ levhasıyla, ‘Köpekler giremez!’ levhası arasındaki fark. Birincide
imrenebilirsiniz ama giremezsiniz, ikincide giremediğiniz gibi imrenemezsiniz
de. Birincide köpek bir alt tür; imrenenle imrenilen aynı dili konuşsa da köpek
ikisi arasında bir bariyer, dışarıdakini dolaylayan muhatap; ikincide köpek
metaforu doğrudan bir alt tür olarak dışarıdakini mimler… Engellendiğinizi
ancak onun sayfasına girerek anlayabilirsiniz. Engelleme burada dikizlemenin
yani arzunun engellenmesidir. Eğer bir daha onun sayfasına girmezseniz (ona
arzu duymazsanız diyelim) engelleme fiilen gerçekleşmiş de sayılmaz, engelleyen
açısından fare dağa küsmüş olur. Engellemenin kanıtını bizzat engellenmiş olan
yaratıyor, ki bu arzunun kanıtıdır. Demek onu dikizlemek istiyorsun.
Dikizlemede aslolan diğerini görmek değil, diğerinin bundan haberinin olmamasıdır.
Diğeri seni engelleyerek seni dikizleme arzunla baş başa bırakıyor, engellenmiş
arzunla yeniden (bu kez çoğalarak) arzu duyacağını varsayıyor. Engelleme kapıyı
sıkıca kapama değil, kapıya asılan levhadır. Ancak kapıya bakarsan
görebilirsin. Görürsen de daha çok arzu duyarsın. Bu bir varsayım, ama inanç
kadar güçlü. Arzuya ket vurmanın arzuyu çoğaltacağını bildiği için engelleme bu
engellemenin etkisi olarak çoğalmış arzuya ket vurma anlamına geliyor.
Dolayısıyla engellemede öncelik diğeriyle ilişkiyi koparmak değil, diğerine ceza
vermektir. Ama öbür taraftan engellemek kendini de engellemek olduğu için bir
yalan söyleme biçimidir…
“Bunca yıl uzaktan takip ettiğim kadınla
suratlarımızın arasındaki mesafenin bir karıştan daha az olmasını garipsedim.” (s. 159)
Uzaklığın garantörlüğünde kurulan
iletişimin en kaygılı anı diğerine en yakın olduğun andır…
Çağrışımı bol bir roman.
İlginç…
(1) Jacques
Derrida, Gramotoloji, Çev. İsmet Birkan, BilgeSu Yay. s. 166, 167, 168, Ank.
2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder