13 Nisan 2019 Cumartesi

Aktif Hatırlama




Hatırlama Nedir?

Aradığım sözlük tanımından başka bir şey… 

Kendimizi alamadığımız, gördüklerimizi eğretilemeye dönüştüren, anı gasp eden dalgınlık hali. Hatırlamak kendi içinde bir dinamizm barındırdığı halde, diğeriyle paylaşılan zamandan kaçış gibi görünür. Ölü bir an: Hey, dalmışsın! Oysa hatırlamanın içine ister istemez düşüyoruz… Şimdi kendi üzerimde yaptığım bir deney: Pencereden dışarı bakıyorum, yaprakları tomurcuklanmaya başlamış incir ağacı, bellenmiş toprağı eşeleyen karga. Diğer bir karga dut ağacının yarı belinde daldan dala geçiş yaparken dün arkadaşının itmesiyle yere düşen kız çocuğu geliyor gözümün önüne. Karga da gözümün önünde ama artık daha flu. Kız çocuğunun dizine bakıyorum –biraz eğiliyorum bunun için- çorabı sağlam, biraz ıslaklık var, kanama olabilir mi? Elimi dizine doğru uzatmışken beni durduran kaygımı hatırlıyorum; parmağıma kan bulaşacak kaygısı değil bu, kız çocuklarının düşüp ağlarken öğretmeninin ilgisine de fazlasıyla sığındıkları andan duyduğum kaygı. Yeniden kargaya zum yapıyorum, ağaçtan yandaki evin damına uçuyor. Hayır uçmuyor, sıçrıyor. Kargalar meskun mahalde yaşadıkları için zamanla bu yeteneklerini geliştirmiş olmalılar. Şimdi evin oluklu çatı levhasında bir şeyi gagalıyor, sesi ta buraya kadar geliyor.

Kendimizi geçmişimiz üzerine kurarken aslında aktif hatırlamada geçmişimizi yeniden kuruyoruz.

Şinasi Türüdü’nün öykülerinden özellikle ikisi beni düşündürdü.

İlki ‘Alabalıklar’ öyküsü; kitapta üçüncü.

Bir köy yeri, dere kıyısı… alabalık avlayan öğretmen babasını  kardeşiyle hayran hayran izleyen çocuk (anlatıcı). Baba imgesi: İyi yüzmek, derenin tehlikesine mukavemet, çevreyi iyi bilmek. Tüm bunların çocuklara verdiği güven. Sadece güven mi, gurur da.

“Kahvede oturan adamların, Hoca, bu dereleri, gölleri avcunun içi gibi bilir, dediklerini hatırlıyorum.”

Anlatıcı çocuk baba imgesini kardeşi üzerinde güçlendiriyor:

“ ‘Sen hiç canlı balık yavrusu yuttun mu?’ diyorum, başını sağa sola çeviriyor kardeşim. ‘O zaman yüzmeyi öğrenemezsin, derinlere giremezsin, hep kıyılarda yüzersin’ diyorum.”

Anlatıcı çocuk baba imgesini yüceltirken babanın maharetlerine sahip olmayan küçük kardeşiyle arasına bir hiyerarşi örüyor, belli ki  bu maharetlere kendisinin kısmen sahip olduğunu ilan etmenin bir yolu bu.

Baba bilge de. Epey balık tuttuktan sonra:

“Babam dinleniyor. Bir sigara içiyor. Tepelere bulutlara bakıyor babam. ‘Akşama kalmaz yağmur başlar’ diyor.

“Kardeşimin kulağına eğiliyorum, ‘Babam her şeyi biliyor vallahi,’ diyorum. Gülüyor, seviniyor.”

Babanın varlığıyla imgesi arasında bu dolayım nasıl kuruluyor takip edelim. Anlatıcı büyük çocuk, babasına hayranlığını çevrede olan biten her şeyde gözlüyor., mesela kendi yaşıtı bir çocuk babasının elini öptüğü sırada. Ama kendi hayranlığını kardeşi üzerinde yeniden deneyimlerken işin rengi biraz değişiyor. Bu bir test ihtiyacı mı; yani kendi hayranlığından emin olmanın bir yöntemi mi?.. Burada tüm insanlığın prototipi var. Büyük çocuk baba karşısında kendi eksiğini, eksiği daha çok olan kardeşi karşısında tamamlıyor. Bunu ancak diğerinin farkında olmasını sağlayarak yapabiliyor. Bir taraftan küçüğün küçüklüğünü tescilliyor, bir taraftan da küçüğü rahatlatacak kozu onun eline veriyor: baba karşısında ikimiz de eksiğiz. Babasına övgüsünü kardeşinin kulağına söylemesi babası nezdinde dalkavuk izlenimi bırakma çekincesinden değil, bu gizlilik baba varlığıyla baba imgesi arasındaki mesafeyi kurması açısından gerekli. Babanın varlığına baba sahip, ama imgesine çocuklar. Bu ilginç. Daha da ilginç olan bu imgenin çocuklar arasında eşitsiz dağılımı. Abi çocuk bu imgeyi yaratırken bal tutan parmağını yalar misali imgeden daha fazla pay alıyor.

Ama eve dönerken bir şey oluyor, bala sirke damlıyor:

“Yürüyoruz. Çarşı kahvesinin önünden geçerken, pencere dibinde oturan adam sesleniyor, ‘Hoca, dereyi kurutmuşsun… Bize de bir şeyler düşer bundan,’ diyor.
“Babam sararıyor. Şapkalının yanındakilerden, takım elbise giymiş olanı geliyor. Babamın elindeki, iri balıkların dizili olduğu çubuğu alıp, şapkalıya götürüyor. Kahvedekiler olanları ses etmeden seyrediyor.
“Babam önde, kardeşimle ben ardında eve yaklaşırken yağmur başlıyor. Ortalıkta görünmeyen köpeğimiz okulun merdivenlerinden bize bakıyor.
“Babam, yola bakan pencerenin dibine uzanıyor. Bir sigara yakıyor.
“Annem beni mutfağa çekiyor. Çarşıda olanları anlatıyorum.
“O günlerin üstünden yıllar geçti…
“Babam ne zaman görüşe gelse, kıyılarda, köşelerde jandarmalarla fısır fısır bir şeyler konuştuğu söylenen o şapkalı adamın alabalıklarımızı elimizden aldığında, babamın renginin atmasını, ona bir şey söyleyememesini hiç unutamam.”

Benzer bir olay Dostoyevski’nin başından geçmiş.

Yatılı okul için babasıyla Petersburg’a giderlerken yolda bir posta istasyonunda mola verdikleri sırada olmuş olay. Bir ulak bütün haşmetiyle arabasından inmiş. O zamanlar ulaklar imtiyazlı memurlarmış. Kılık kıyafetleri afiliymiş. İstasyonda hızlıca bir votka içtikten sonra yeni bir troykaya atlamış. Oturmasıyla birlikte arabacıya gaddarca vurmaya başlamış. Arabacıya vurdukça arabacı da atları kırbaçlıyormuş. (1) Dostoyevski daha sonra Bir Yazarın Günlüğü’nde bu olayı anlatırken dayak yiyen arabacının köyüne döndüğü zaman küçük düşmesinin acısını çıkarmak için karısını dövdüğünü hayal eder… Ama ulağın gaddarlığı ve arabacının çaresizliği yanında Dostoyevski’nin geçiştirdiği bir şey var: Kendisi ve babasının tanık oldukları olay karşısında düştükleri acizlik, bir şey yapamamak. Çocuk önce babasından bekler hamle yapmasını, babasının güçsüzlüğü kendi eylemsizliğini de belirler; belki de tüm ömür boyu. Nefret paradoksal biçimde müdahale edememenin yerine geçer. Dostoyevski hiç unutamadığı bu olayın kendi payına düşen tahkir ediciliğini Bir Yazarın Günlüğü’nde itiraf etmez. Ancak Suç ve Ceza için tuttuğu notların arasında bulunur: “Kişisel olarak ilk kez küçük düşüşüm, at, ulak.”

Babamın gücü buraya kadarmış dersiniz… Peki imgesi yok olan babayı ne yaparsınız? Şansınız varsa siz ‘baba’ olursunuz ve Karamazof Kardeşler’de onu yeniden yaratırsınız.

Ya Freud’un babasının kaldırımda yürürken kendisine yol vermedi iddiasıyla (adaba göre karşıdan “yerli” bir Avusturyalı geldiğini gören Yahudi’nin kaldırımdan aşağı inmesi gerekirdi) şapkasını başından çekip alan adamın saldırısı karşısında düştüğü pısırık durum. Neyse…

Bereket ‘Alabalıklar’ın babası gerçek hayat hikâyelerinden çok daha naif.


Diğer hikâye çetrefilli, nereye çeksen uzayacak çok yönlü bir hapishane öyküsü: Kül Tenekesi…

Havalandırma saatinde gardiyanların avlunun bir köşesine bıraktıkları kül tenekesi bir kerteriz noktasına dönüşüyor. Çünkü gardiyanlar mahkûmlardan birine bu kül tenekesini illaki döktürecekler. Teneke onun için orada. Mahkûmlar kül tenekesi karşısında volta güzergâhları açısından ikiye ayrılıyorlar. Kül tenekesine yakın yürüyenler:

“Israrla kül tenekesinin yakınında volta atanlar var. Onlar mahpushanenin cesur insanları. Kendilerinden eminler, sakinler, kaygısızlar.”

Anlatıcının da içinde bulunduğu kül tenekesine uzak yürüyenler:

“Tenekeye yakın volta atanlardan bazıları, oradan uzaklaşıp, bizim tarafa doğru voltalarına devam ediyorlar.”

Ama bu ikinci grup ne kadar uzak da dursalar akşam sayımı için koğuşlara dönerlerken kül tenekesinin yanından geçecekler; ve gardiyanlar içlerinden birine kül tenekesini dökmesini söyleyecek.

“Dökmeyenleri emre itaatsizlikten içeri atıyorlar.”

Burada da mahkûmlar ikiye ayrılıyor: Emre itaat edenler ve emre itaat etmeyip hücreye tıkılanlar. Emre itaat edenler:

“… koğuşa varınca ya battaniyenin altına giriyorlar ya da pencerede, kimselere bakmadan sigara üstüne sigara yakıyorlar.”

Anlatıcı kendine bir alternatif bulmaya çalışıyor. Hayır çalışmıyor başına gelenin bir üçüncü şık olduğunu bize gösteriyor:

“İçimdeki tuhaf sevincin, kurtulmuşluk hissinin fark edilmesi beni hücreye atılmak kadar korkutuyor.”

Buradaki sevincin neyin nesi olduğunu sorabiliriz. Onurunu korumanın sevinci mi, yoksa şans bu sefer de yüzüme güldü sevinci mi?.. Gardiyan kül tenekesini anlatıcıya dökmesini söyleseydi anlatıcının ne yapacağını bilmiyoruz. Tamam eğiliminin dökmeden yana olduğunu bize sezdiriyor ama bu kendi seçimiyle netleşmiş değil, daha çok ham bir korku hali (karar vermeyişi korkusunu daha da artırıyor). Şöyle düşünebiliriz: Kül tenekesini dökmeyi reddedip hücreyi boylayanlar, söze dökülmese de  sonradan bir muafiyet kazanıyorlar; yani onlar havalandırma saatinde kül tenekesine yakın yürüyen cesur mahkûm sınıfına dahil oluyorlar… Anlatıcı ise sıra kendisine gelmediği sürece durumunu erteliyor. Korkuyor: emre itaat etmekten ve başkası seçilince o tuhaf sevincinin belli olmasından. Bu ikilemi yazmak öncelikle  ustalık değil cesaret gerektiriyor. Şinasi Türüdü her ikisine de sahip.

Duvardaki Çizgiler minimal öykülerden oluşuyor, bir buçuk sayfa, iki sayfa, taş çatlasa üç sayfalık öyküler. Bir öykü oku ve biraz dur. Neredeyse bütün öykülerde yağmur yağıyor. Yağmurda bir saçak altına çekilir gibi, mola ver ve hatırla…



(1) Dostoyevski, Joseph Frank, Çev. Ülker İnce, s.63, Everest Yay. İst. 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder