Hatırlama Nedir?
Aradığım sözlük tanımından başka bir
şey…
Kendimizi alamadığımız, gördüklerimizi eğretilemeye dönüştüren, anı
gasp eden dalgınlık hali. Hatırlamak kendi içinde bir dinamizm barındırdığı halde,
diğeriyle paylaşılan zamandan kaçış gibi görünür. Ölü bir an: Hey,
dalmışsın! Oysa hatırlamanın içine ister istemez düşüyoruz… Şimdi kendi üzerimde yaptığım bir deney: Pencereden dışarı
bakıyorum, yaprakları tomurcuklanmaya başlamış incir ağacı, bellenmiş toprağı
eşeleyen karga. Diğer bir karga dut ağacının yarı belinde daldan dala geçiş
yaparken dün arkadaşının itmesiyle yere düşen kız çocuğu geliyor gözümün önüne.
Karga da gözümün önünde ama artık daha flu. Kız çocuğunun dizine bakıyorum
–biraz eğiliyorum bunun için- çorabı sağlam, biraz ıslaklık var, kanama
olabilir mi? Elimi dizine doğru uzatmışken beni durduran kaygımı hatırlıyorum;
parmağıma kan bulaşacak kaygısı değil bu, kız çocuklarının düşüp ağlarken
öğretmeninin ilgisine de fazlasıyla sığındıkları andan duyduğum kaygı. Yeniden
kargaya zum yapıyorum, ağaçtan yandaki evin damına uçuyor. Hayır uçmuyor,
sıçrıyor. Kargalar meskun mahalde yaşadıkları için zamanla bu yeteneklerini
geliştirmiş olmalılar. Şimdi evin oluklu çatı levhasında bir şeyi gagalıyor,
sesi ta buraya kadar geliyor.
Kendimizi geçmişimiz üzerine kurarken aslında
aktif hatırlamada geçmişimizi yeniden kuruyoruz.
Şinasi Türüdü’nün öykülerinden özellikle
ikisi beni düşündürdü.
İlki ‘Alabalıklar’ öyküsü; kitapta
üçüncü.
Bir köy yeri, dere kıyısı… alabalık avlayan öğretmen
babasını kardeşiyle hayran hayran izleyen çocuk
(anlatıcı). Baba imgesi: İyi yüzmek, derenin tehlikesine mukavemet, çevreyi iyi
bilmek. Tüm bunların çocuklara verdiği güven. Sadece güven mi, gurur da.
“Kahvede oturan adamların, Hoca, bu dereleri, gölleri avcunun içi gibi
bilir, dediklerini hatırlıyorum.”
Anlatıcı çocuk baba imgesini kardeşi
üzerinde güçlendiriyor:
“ ‘Sen hiç canlı balık yavrusu yuttun
mu?’ diyorum, başını sağa sola çeviriyor kardeşim. ‘O zaman yüzmeyi
öğrenemezsin, derinlere giremezsin, hep kıyılarda yüzersin’ diyorum.”
Anlatıcı çocuk baba imgesini yüceltirken
babanın maharetlerine sahip olmayan küçük kardeşiyle arasına bir hiyerarşi örüyor, belli ki bu maharetlere kendisinin kısmen sahip olduğunu ilan etmenin
bir yolu bu.
Baba bilge de. Epey balık tuttuktan
sonra:
“Babam dinleniyor. Bir sigara içiyor.
Tepelere bulutlara bakıyor babam. ‘Akşama kalmaz yağmur başlar’ diyor.
“Kardeşimin kulağına eğiliyorum, ‘Babam
her şeyi biliyor vallahi,’ diyorum. Gülüyor, seviniyor.”
Babanın varlığıyla imgesi arasında bu
dolayım nasıl kuruluyor takip edelim. Anlatıcı büyük çocuk, babasına
hayranlığını çevrede olan biten her şeyde gözlüyor., mesela kendi yaşıtı bir
çocuk babasının elini öptüğü sırada. Ama kendi hayranlığını kardeşi üzerinde
yeniden deneyimlerken işin rengi biraz değişiyor. Bu bir test ihtiyacı mı; yani kendi hayranlığından emin
olmanın bir yöntemi mi?.. Burada tüm insanlığın prototipi var. Büyük çocuk baba
karşısında kendi eksiğini, eksiği daha çok olan kardeşi karşısında tamamlıyor. Bunu
ancak diğerinin farkında olmasını sağlayarak yapabiliyor. Bir taraftan küçüğün
küçüklüğünü tescilliyor, bir taraftan da küçüğü rahatlatacak kozu onun eline
veriyor: baba karşısında ikimiz de eksiğiz. Babasına övgüsünü kardeşinin
kulağına söylemesi babası nezdinde dalkavuk izlenimi bırakma çekincesinden
değil, bu gizlilik baba varlığıyla baba imgesi arasındaki mesafeyi kurması
açısından gerekli. Babanın varlığına baba sahip, ama imgesine çocuklar. Bu
ilginç. Daha da ilginç olan bu imgenin çocuklar arasında eşitsiz dağılımı. Abi
çocuk bu imgeyi yaratırken bal tutan parmağını yalar misali imgeden daha fazla
pay alıyor.
Ama eve dönerken bir şey oluyor, bala
sirke damlıyor:
“Yürüyoruz. Çarşı kahvesinin önünden
geçerken, pencere dibinde oturan adam sesleniyor, ‘Hoca, dereyi kurutmuşsun…
Bize de bir şeyler düşer bundan,’ diyor.
“Babam sararıyor. Şapkalının
yanındakilerden, takım elbise giymiş olanı geliyor. Babamın elindeki, iri
balıkların dizili olduğu çubuğu alıp, şapkalıya götürüyor. Kahvedekiler
olanları ses etmeden seyrediyor.
“Babam önde, kardeşimle ben ardında eve
yaklaşırken yağmur başlıyor. Ortalıkta görünmeyen köpeğimiz okulun
merdivenlerinden bize bakıyor.
“Babam, yola bakan pencerenin dibine
uzanıyor. Bir sigara yakıyor.
“Annem beni mutfağa çekiyor. Çarşıda
olanları anlatıyorum.
“O günlerin üstünden yıllar geçti…
“Babam ne zaman görüşe gelse, kıyılarda,
köşelerde jandarmalarla fısır fısır bir şeyler konuştuğu söylenen o şapkalı
adamın alabalıklarımızı elimizden aldığında, babamın renginin atmasını, ona bir
şey söyleyememesini hiç unutamam.”
Benzer bir olay Dostoyevski’nin başından
geçmiş.
Yatılı okul için babasıyla Petersburg’a
giderlerken yolda bir posta istasyonunda mola verdikleri sırada olmuş olay. Bir
ulak bütün haşmetiyle arabasından inmiş. O zamanlar ulaklar imtiyazlı memurlarmış. Kılık kıyafetleri afiliymiş.
İstasyonda hızlıca bir votka içtikten sonra yeni bir troykaya atlamış.
Oturmasıyla birlikte arabacıya gaddarca vurmaya başlamış. Arabacıya vurdukça
arabacı da atları kırbaçlıyormuş. (1) Dostoyevski daha sonra Bir Yazarın
Günlüğü’nde bu olayı anlatırken dayak yiyen arabacının köyüne döndüğü zaman
küçük düşmesinin acısını çıkarmak için karısını dövdüğünü hayal eder… Ama
ulağın gaddarlığı ve arabacının çaresizliği yanında Dostoyevski’nin geçiştirdiği bir şey var: Kendisi ve babasının tanık oldukları olay karşısında düştükleri
acizlik, bir şey yapamamak. Çocuk önce babasından bekler hamle yapmasını,
babasının güçsüzlüğü kendi eylemsizliğini de belirler; belki de tüm ömür boyu. Nefret paradoksal
biçimde müdahale edememenin yerine geçer. Dostoyevski hiç unutamadığı bu olayın
kendi payına düşen tahkir ediciliğini Bir Yazarın Günlüğü’nde itiraf etmez.
Ancak Suç ve Ceza için tuttuğu notların arasında bulunur: “Kişisel olarak ilk kez
küçük düşüşüm, at, ulak.”
Babamın gücü buraya kadarmış dersiniz… Peki
imgesi yok olan babayı ne yaparsınız? Şansınız varsa siz ‘baba’ olursunuz ve
Karamazof Kardeşler’de onu yeniden yaratırsınız.
Ya Freud’un babasının kaldırımda
yürürken kendisine yol vermedi iddiasıyla (adaba göre karşıdan “yerli” bir
Avusturyalı geldiğini gören Yahudi’nin kaldırımdan aşağı inmesi gerekirdi)
şapkasını başından çekip alan adamın saldırısı karşısında düştüğü pısırık
durum. Neyse…
Bereket ‘Alabalıklar’ın babası gerçek
hayat hikâyelerinden çok daha naif.
Diğer hikâye çetrefilli, nereye çeksen
uzayacak çok yönlü bir hapishane öyküsü: Kül Tenekesi…
Havalandırma saatinde gardiyanların
avlunun bir köşesine bıraktıkları kül tenekesi bir kerteriz noktasına
dönüşüyor. Çünkü gardiyanlar mahkûmlardan birine bu kül tenekesini illaki
döktürecekler. Teneke onun için orada. Mahkûmlar kül tenekesi karşısında volta
güzergâhları açısından ikiye ayrılıyorlar. Kül tenekesine yakın yürüyenler:
“Israrla kül tenekesinin yakınında volta
atanlar var. Onlar mahpushanenin cesur insanları. Kendilerinden eminler,
sakinler, kaygısızlar.”
Anlatıcının da içinde bulunduğu kül
tenekesine uzak yürüyenler:
“Tenekeye yakın volta atanlardan
bazıları, oradan uzaklaşıp, bizim tarafa doğru voltalarına devam ediyorlar.”
Ama bu ikinci grup ne kadar uzak da
dursalar akşam sayımı için koğuşlara dönerlerken kül tenekesinin yanından
geçecekler; ve gardiyanlar içlerinden birine kül tenekesini dökmesini
söyleyecek.
“Dökmeyenleri emre itaatsizlikten içeri
atıyorlar.”
Burada da mahkûmlar ikiye ayrılıyor:
Emre itaat edenler ve emre itaat etmeyip hücreye tıkılanlar. Emre itaat edenler:
“… koğuşa varınca ya battaniyenin altına
giriyorlar ya da pencerede, kimselere bakmadan sigara üstüne sigara
yakıyorlar.”
Anlatıcı kendine bir alternatif bulmaya
çalışıyor. Hayır çalışmıyor başına gelenin bir üçüncü şık olduğunu bize
gösteriyor:
“İçimdeki tuhaf sevincin, kurtulmuşluk
hissinin fark edilmesi beni hücreye atılmak kadar korkutuyor.”
Buradaki sevincin neyin nesi olduğunu
sorabiliriz. Onurunu korumanın sevinci mi, yoksa şans bu sefer de yüzüme güldü
sevinci mi?.. Gardiyan kül tenekesini anlatıcıya dökmesini söyleseydi
anlatıcının ne yapacağını bilmiyoruz. Tamam eğiliminin dökmeden yana olduğunu
bize sezdiriyor ama bu kendi seçimiyle netleşmiş değil, daha çok ham bir korku
hali (karar vermeyişi korkusunu daha da artırıyor). Şöyle düşünebiliriz: Kül
tenekesini dökmeyi reddedip hücreyi boylayanlar, söze dökülmese de sonradan bir muafiyet kazanıyorlar; yani onlar havalandırma saatinde kül tenekesine yakın yürüyen
cesur mahkûm sınıfına dahil oluyorlar… Anlatıcı ise sıra kendisine gelmediği
sürece durumunu erteliyor. Korkuyor: emre itaat etmekten ve başkası seçilince o
tuhaf sevincinin belli olmasından. Bu ikilemi yazmak öncelikle ustalık
değil cesaret gerektiriyor. Şinasi Türüdü her ikisine de sahip.
Duvardaki Çizgiler minimal öykülerden
oluşuyor, bir buçuk sayfa, iki sayfa, taş çatlasa üç sayfalık öyküler. Bir öykü oku ve biraz dur.
Neredeyse bütün öykülerde yağmur yağıyor. Yağmurda bir saçak altına çekilir
gibi, mola ver ve hatırla…
(1) Dostoyevski, Joseph Frank, Çev. Ülker İnce, s.63, Everest Yay. İst. 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder