3 Kasım 2019 Pazar

Öğretmenlere Beyaz Önlük




“1 milyon öğretmen 1 milyon fikir” projesinden çıka çıka beyaz önlük fikri çıkmış.

Bu söz kalıp olarak Mao’nun meşhur Kızıl Kitap’ındaki ‘Yüz çiçek açsın bin fikir yarışsın’ mottosunu hatırlatıyor. Oradan da çıka çıka sadece Maoculuk çıkmıştı.

‘Bakan Selçuk, bir yıldır "1 milyon öğretmen 1 milyon fikir" projesiyle ilgilendiklerine işaret ederek, inanılmaz sayıda öğretmenin kıyafetlerle ilgili geri bildirimlerde bulunduğunu, bazı öneriler ortaya koyduğunu ve bu öneriler içerisinde de önlük konusunun çok fazla yer aldığını anlattı.’ (Anadolu Ajansı)

Haberin müjde gibi sunulması cabası. Önlük okullarda bedava dağıtılacakmış. İstanbul’u pilot bölge olarak seçmişler, seçilen birkaç okulda da bu yıl uygulamaya geçilecekmiş. Ama gönüllülük esasmış, isteyen öğretmen giyecek istemeyen giymeyecekmiş.

Önce işin ‘bedava’ kısmına değineyim. Öğretmenler ‘bedava’yı çok sevseler de hiçbir şey bedava değildir. Önlükler Türkiye'nin uluslararası moda markalarından Dice Kayek'in sahibi Ayşe ve Ece Ege tarafından tasarlanmış, önlüklerin üretimi ise LC Waikiki firması “gönüllü” yapacakmış. Burada ikinci kez “gönüllü” lafının geçmesi ilginç tabi. Seçimle arzuyu birleştiriyor. Birincide öğretmenler için gönüllülük zorunluluğu gizlerken, ikincide firma için gönüllülük fedakârlığı öne çıkararak ekonomik çıkarı gizliyor. Diyelim LC Waikiki bu işten hiç para almayacak. Bu yine de bedava sayılmazdı. Hedef kitlesi çocuk ve yeniyetme olan bir firmanın logosunu önlüğünde taşıyan öğretmeni hedef kitlesinin tam da yeri olan okullarda  bir reklam panosuna dönüştürmesi az şey değil. Ayrıca bu bağış belki de vergiden düşüyordur, bilemem yani. 
 
Öğretmenler eskiden beri önlük giyerler. Kıyafet zorunluluğunun olduğu dönemlerde (yasa devam etse de fiilen bu zorunluluk artık yok), şık giyinen öğretmenler için önlüğün sınıfın bulaşıcı kirinden (tebeşir, boya vb) koruyucu vasfı daha önemliydi. Bu sırada önlüğün şık giysiyi gizlemesi ile koruması arasında bir çelişki olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Önlüğün koruyucu olması zaten altındaki şık giysiyi ihbar ediyordu. Göstergebilimin terimleriyle söyleyelim; önlük hem gösteren hem de gösterilen burada.

Bakan Ziya Selçuk ise önlük kendi başına bir gösterge olsun istiyor. Şöyle diyor: "Öğretmenimizin duruşu, hitabeti ve kıyafeti bize başka bir anlam yüklüyor. Başka bir çağrışım yüklüyor. Önlük aslında sadece bir kıyafet değil, ustalığın simgesi. Olmuşluğun, muktedirliğin, muvaffakiyetin simgesi. İşe başlamış olmanın, çalışıyor olmanın, kolları sıvamanın, karşıdan görüldüğünde sorunları çözecek olan kişinin geliyor olduğunun, 'Ben buradayım, bilgimle, tecrübemle, yeteneklerimle buradayım.' demenin bir temsilidir. Aslında, mesleğin güçlü temsilidir."

Simge sihirli bir şey. Hatta sihrin ta kendisi: Sihirli önlük. Gösterge sadece sizin ne olduğunuzu göstermiyor, sizi göstergeye uygun bir şekilde dizayn da ediyor. Sihirli önlüğü giyiyorsunuz önlük size gerekli ustalığı, hitabeti (burada konuşma sanatını değil, lafı dinlenecek kişi telkinini anlayın), muktedirliği vb veriyor. Önlükle mücehhez oluyorsunuz. Önlük koruyucu giysi olmaktan çıkıyor, bir statüyle seviye atlıyor. Öğretmenler hep itibarsızlıktan söz eder ya, Bakan Selçuk önlüğe düzdüğü övgüyle aranan itibarı bulmuş gibi. 

Acaba öyle mi?

Tektip giysi tektip oluşundan değil, üstünüzde size emir verip bak sadece bunu giyeceksin diyen biri olduğu için tektiptir. Giysinin insanları tektipleştirmesi tam da bu yüzden gerçekleşir. Mahkûmlar tektip elbiseyi mahkûm oldukları belli olsun diye giymezler, zaten mahkûm oldukları, bu giysiyi normal hayatlarında asla giymeyi istemedikleri için; tektip elbise cezanın ta kendisi olduğu için giyerler. Hadi kabul edeyim mahkûm örneği biraz aşırıya kaçtı. Anlatmak istediğim tektip giysinin ister istemez tektip düşünceyle ortaya çıkan koşutluğu. Bak sen bunu giy de öğretmen olduğun anlaşılsın diyen bir telkin karşısında öğretmenlerin suspus halleri… tam da bu sünepelik tektipleştirir. Önlüğün propagandasını yapan bir bakan bunu öğretmenlerin gönüllü seçimine bıraksa da tektipleştirmeyi kafasına koymuş demektir. Nitekim pilot seçilen okullarda bu uygulama muhtemelen bir zorunlulukla gerçekleşecek.

Aşağıda 1900 yıllarından bir New York fotoğrafı. Tüm erkeklerin başında şapka var. Oysa o yıllarda şapka takmayı zorunlu kılan bir yasa yok. İnsanların bu tektipleşme eğilimi neden? Ama o dönemde şapka tıpkı pantolon gibi adaba göre giyilmesi gereken bir şeydi. Gözlem yeteneğimizi şapkaların tek tip olup olmadıklarında yoğunlaştırırsak farkı takip edebiliriz. Asıl soru 1920’lerden sonra şapkanın yavaş yavaş günlük hayattan neden çekildiği. En bariz neden kapalı araçların yaygınlaşması; otomobillerin basık tavanları şapka takmayı imkânsız kılıyordu. Otomobil üst sınıfların sahip olduğu araçlar olduğu için diğer insanlar da sonradan onların şapkasızlığını taklit ettiler. Diğer bir neden II. Dünya Savaşı’ndan sonra askerde şapka takma zorunluluğuna tepki olarak insanların sivil hayatta şapkadan vazgeçmesi.


Asıl soru öğretmenlerin önlüğü zamanla neden terk ettiği. Tebeşir tahtaları kalktı. Öğretmenler akıllı tahta, bilgisayar, projeksiyon kullanıyorlar. Soba yakmıyorlar. Önlük bir iş görmenin alameti olmaktan yavaş yavaş çıktı.

Bunun yanında Türkiye’de Kılık Kıyafet Yönetmeliğinin türbanla delinmesinin öğretmen kıyafetinin demokratikleşmesine gayri ihtiyari bir katkısı da oldu. Takım elbise ve kravat sektörü zafiyete uğradı. Tıraş bıçağı sektörü de. Öğretmenlerin genel itibarsızlığı bizzat öğretmen tarafından kontrol edilebilir hale geldi: Varsın kıyafetimle ve sinek kaydı tıraşımla öğretmen olduğum anlaşılmasın tavrının sistemi içten içe iğnelemesiyle. Galiba iktidar bunlar artık çok oldu demeye getiriyor.  Sayın Bakan  türbana karşı serbest kıyafetin bozduğu müesses nizamı önlüğün yeniden düzenleyeceğine inanıyor olmalı. 




Yazıdan sonra Bağdat Caddesi’ne indim. Kâğıt toplama arabasıyla Göztepe durağından karşıya geçmeye çalışan esmer adamı gözlerimle takip ettim. Her iki kulağında da kulaklık vardı.  Karşıya geçince çöp kovasının yanında duran kolileri açıp çuvalının içine koydu, gözü hep benim tarafımdaydı, sanki birine bakınıyordu. Baktığı tarafa ben de baktım, solumda bir kâğıt arabası daha. Karşıdaki adam gülerek el sallayınca solumdaki kâğıt toplama arabasının sahibinin geldiğini ve onun da el salladığını gördüm. Her ikisi de bu karşılaşmadan sevinçliydi. Yeni gelen adam da –biraz daha uzun boyluydu- karşıya geçti,  onun da bir kulağında kulaklık vardı,  kısa olanın baktığı çöp kovasına bir kez de o baktı. Sonra gidip arkadaşının yanına, çiçek tarhına oturdu. Gülüştüler, birbirlerinin omuzlarına dokundular, birer sigara yaktılar. Samimiydiler. Karşıya geçtim. Yanlarına gittim, eğilerek… bu eğilmede alçakgönüllülüğümü abartmış olabilirim:

“Türkçe konuşuyor musunuz?”

“Türkçe?.. Evet konuşuyoruz.”

“Özür dilerim, sadece merak ettiğim için soruyorum, neden kulaklık takıyorsunuz?” Bunu söylerken kulağımı işaret ettim.

“Kulaklık?” İkisi de kulağını işaret ederek söyledi bunu. “Biz çalışıyoruz, meşgulüz ya; birisi ararsa duymuyoruz, o yüzden takıyoruz.”

“Yaa!” dedim. Ama sahte bir şaşkınlıktı benimkisi. Yine de duymak istediğimi duymuştum. ‘Meşgul’ sözcüğü doğruydu ama başka bir bağlamda. Kulaklık onların duyma meşguliyetini  dış dünyaya kapatmak için savunmaydı: Aşağılanmaya, itilip kakılmaya, kötü söze karşı onlara kendi halindelik veriyordu.

Buralarda çöp toplayıcılar hep Suriyeli ve neredeyse hepsi kulaklık takıyor. Bu yine de tektipleşme sayılmaz. Tam tersine Suriyelilere karşı nefretleriyle tektipleşenler bu yaftayı daha çok hak ediyor…



Ben gönüllülük hakkımı kullanacağım, önlük falan giymeyeceğim...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder