“1 milyon öğretmen 1 milyon fikir”
projesinden çıka çıka beyaz önlük fikri çıkmış.
Bu
söz kalıp olarak Mao’nun meşhur Kızıl Kitap’ındaki ‘Yüz çiçek açsın bin fikir
yarışsın’ mottosunu hatırlatıyor. Oradan da çıka çıka sadece Maoculuk çıkmıştı.
‘Bakan Selçuk,
bir yıldır "1 milyon öğretmen 1 milyon fikir" projesiyle
ilgilendiklerine işaret ederek, inanılmaz sayıda öğretmenin kıyafetlerle ilgili
geri bildirimlerde bulunduğunu, bazı öneriler ortaya koyduğunu ve bu öneriler
içerisinde de önlük konusunun çok fazla yer aldığını anlattı.’ (Anadolu Ajansı)
Haberin
müjde gibi sunulması cabası. Önlük okullarda bedava dağıtılacakmış. İstanbul’u
pilot bölge olarak seçmişler, seçilen birkaç okulda da bu yıl uygulamaya geçilecekmiş.
Ama gönüllülük esasmış, isteyen öğretmen giyecek istemeyen giymeyecekmiş.
Önce
işin ‘bedava’ kısmına değineyim. Öğretmenler ‘bedava’yı çok sevseler de hiçbir
şey bedava değildir. Önlükler Türkiye'nin uluslararası moda
markalarından Dice Kayek'in sahibi Ayşe ve Ece Ege tarafından tasarlanmış, önlüklerin
üretimi ise LC Waikiki firması “gönüllü” yapacakmış. Burada ikinci kez
“gönüllü” lafının geçmesi ilginç tabi. Seçimle arzuyu birleştiriyor. Birincide
öğretmenler için gönüllülük zorunluluğu gizlerken, ikincide firma için
gönüllülük fedakârlığı öne çıkararak ekonomik çıkarı gizliyor. Diyelim LC
Waikiki bu işten hiç para almayacak. Bu yine de bedava sayılmazdı. Hedef
kitlesi çocuk ve yeniyetme olan bir firmanın logosunu önlüğünde taşıyan öğretmeni hedef kitlesinin tam da yeri olan okullarda bir reklam panosuna dönüştürmesi az şey değil. Ayrıca bu bağış belki de
vergiden düşüyordur, bilemem yani.
Öğretmenler
eskiden beri önlük giyerler. Kıyafet zorunluluğunun olduğu dönemlerde (yasa
devam etse de fiilen bu zorunluluk artık yok), şık giyinen öğretmenler için
önlüğün sınıfın bulaşıcı kirinden (tebeşir, boya vb) koruyucu vasfı daha
önemliydi. Bu sırada önlüğün şık giysiyi gizlemesi ile koruması arasında bir
çelişki olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Önlüğün koruyucu olması zaten altındaki
şık giysiyi ihbar ediyordu. Göstergebilimin terimleriyle söyleyelim; önlük hem
gösteren hem de gösterilen burada.
Bakan
Ziya Selçuk ise önlük kendi başına bir gösterge olsun istiyor. Şöyle diyor: "Öğretmenimizin duruşu,
hitabeti ve kıyafeti bize başka bir anlam yüklüyor. Başka bir çağrışım
yüklüyor. Önlük aslında sadece bir kıyafet değil, ustalığın simgesi.
Olmuşluğun, muktedirliğin, muvaffakiyetin simgesi. İşe başlamış olmanın,
çalışıyor olmanın, kolları sıvamanın, karşıdan görüldüğünde sorunları çözecek
olan kişinin geliyor olduğunun, 'Ben buradayım, bilgimle, tecrübemle,
yeteneklerimle buradayım.' demenin bir temsilidir. Aslında, mesleğin güçlü
temsilidir."
Simge sihirli
bir şey. Hatta sihrin ta kendisi: Sihirli önlük. Gösterge sadece sizin ne
olduğunuzu göstermiyor, sizi göstergeye uygun bir şekilde dizayn da ediyor.
Sihirli önlüğü giyiyorsunuz önlük size gerekli ustalığı, hitabeti (burada
konuşma sanatını değil, lafı dinlenecek kişi telkinini anlayın), muktedirliği
vb veriyor. Önlükle mücehhez oluyorsunuz. Önlük koruyucu giysi olmaktan çıkıyor, bir statüyle
seviye atlıyor. Öğretmenler hep itibarsızlıktan söz eder ya, Bakan Selçuk önlüğe
düzdüğü övgüyle aranan itibarı bulmuş gibi.
Acaba öyle mi?
Acaba öyle mi?
Tektip giysi tektip
oluşundan değil, üstünüzde size emir verip bak sadece bunu giyeceksin diyen
biri olduğu için tektiptir. Giysinin insanları tektipleştirmesi tam da bu
yüzden gerçekleşir. Mahkûmlar tektip elbiseyi mahkûm oldukları belli olsun diye
giymezler, zaten mahkûm oldukları, bu giysiyi normal hayatlarında asla giymeyi istemedikleri için; tektip elbise cezanın ta
kendisi olduğu için giyerler. Hadi kabul edeyim mahkûm örneği biraz aşırıya
kaçtı. Anlatmak istediğim tektip giysinin ister istemez tektip düşünceyle ortaya
çıkan koşutluğu. Bak sen bunu giy de öğretmen olduğun anlaşılsın diyen bir
telkin karşısında öğretmenlerin suspus halleri… tam da bu sünepelik
tektipleştirir. Önlüğün propagandasını yapan bir bakan bunu öğretmenlerin
gönüllü seçimine bıraksa da tektipleştirmeyi kafasına koymuş demektir. Nitekim pilot seçilen
okullarda bu uygulama muhtemelen bir zorunlulukla gerçekleşecek.
Aşağıda 1900
yıllarından bir New York fotoğrafı. Tüm erkeklerin başında şapka var. Oysa o
yıllarda şapka takmayı zorunlu kılan bir yasa yok. İnsanların bu tektipleşme
eğilimi neden? Ama o dönemde şapka tıpkı pantolon gibi adaba göre giyilmesi
gereken bir şeydi. Gözlem yeteneğimizi şapkaların tek tip olup olmadıklarında
yoğunlaştırırsak farkı takip edebiliriz. Asıl soru 1920’lerden sonra şapkanın
yavaş yavaş günlük hayattan neden çekildiği. En bariz neden kapalı araçların
yaygınlaşması; otomobillerin basık tavanları şapka takmayı imkânsız kılıyordu.
Otomobil üst sınıfların sahip olduğu araçlar olduğu için diğer insanlar da
sonradan onların şapkasızlığını taklit ettiler. Diğer bir neden II. Dünya
Savaşı’ndan sonra askerde şapka takma zorunluluğuna tepki olarak insanların
sivil hayatta şapkadan vazgeçmesi.
Asıl soru öğretmenlerin önlüğü zamanla neden terk ettiği. Tebeşir tahtaları kalktı. Öğretmenler akıllı tahta, bilgisayar, projeksiyon kullanıyorlar. Soba yakmıyorlar. Önlük bir iş görmenin alameti olmaktan yavaş yavaş çıktı.
Bunun yanında Türkiye’de Kılık
Kıyafet Yönetmeliğinin türbanla delinmesinin öğretmen kıyafetinin
demokratikleşmesine gayri ihtiyari bir katkısı da oldu. Takım elbise ve kravat sektörü
zafiyete uğradı. Tıraş bıçağı sektörü de. Öğretmenlerin genel itibarsızlığı
bizzat öğretmen tarafından kontrol edilebilir hale geldi: Varsın kıyafetimle ve sinek
kaydı tıraşımla öğretmen olduğum anlaşılmasın tavrının sistemi içten içe iğnelemesiyle. Galiba iktidar bunlar artık çok oldu demeye getiriyor. Sayın Bakan türbana karşı serbest kıyafetin bozduğu müesses nizamı önlüğün yeniden düzenleyeceğine inanıyor olmalı.
Yazıdan sonra
Bağdat Caddesi’ne indim. Kâğıt toplama arabasıyla Göztepe durağından karşıya geçmeye
çalışan esmer adamı gözlerimle takip ettim. Her iki kulağında da kulaklık
vardı. Karşıya geçince çöp kovasının yanında duran kolileri açıp çuvalının
içine koydu, gözü hep benim tarafımdaydı, sanki birine bakınıyordu. Baktığı
tarafa ben de baktım, solumda bir kâğıt arabası daha. Karşıdaki adam
gülerek el sallayınca solumdaki kâğıt toplama arabasının sahibinin geldiğini ve onun da
el salladığını gördüm. Her ikisi de bu karşılaşmadan sevinçliydi. Yeni gelen
adam da –biraz daha uzun boyluydu- karşıya geçti, onun da bir kulağında
kulaklık vardı, kısa olanın baktığı çöp kovasına bir kez de o baktı. Sonra gidip
arkadaşının yanına, çiçek tarhına oturdu. Gülüştüler, birbirlerinin omuzlarına
dokundular, birer sigara yaktılar. Samimiydiler. Karşıya geçtim. Yanlarına
gittim, eğilerek… bu eğilmede alçakgönüllülüğümü abartmış olabilirim:
“Türkçe
konuşuyor musunuz?”
“Türkçe?.. Evet
konuşuyoruz.”
“Özür dilerim,
sadece merak ettiğim için soruyorum, neden kulaklık takıyorsunuz?” Bunu
söylerken kulağımı işaret ettim.
“Kulaklık?”
İkisi de kulağını işaret ederek söyledi bunu. “Biz çalışıyoruz, meşgulüz ya; birisi
ararsa duymuyoruz, o yüzden takıyoruz.”
“Yaa!” dedim.
Ama sahte bir şaşkınlıktı benimkisi. Yine de duymak istediğimi duymuştum. ‘Meşgul’
sözcüğü doğruydu ama başka bir bağlamda. Kulaklık onların duyma meşguliyetini dış dünyaya kapatmak için savunmaydı:
Aşağılanmaya, itilip kakılmaya, kötü söze karşı onlara kendi halindelik veriyordu.
Buralarda çöp
toplayıcılar hep Suriyeli ve neredeyse hepsi kulaklık takıyor. Bu yine de
tektipleşme sayılmaz. Tam tersine Suriyelilere karşı nefretleriyle tektipleşenler bu yaftayı daha çok hak ediyor…
Ben gönüllülük hakkımı kullanacağım, önlük falan giymeyeceğim...
Ben gönüllülük hakkımı kullanacağım, önlük falan giymeyeceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder