Vezneciler’de
metrodan çıktığımda karanlık çökmek üzereydi. Yürüdüm.
Eminönü’nde
hava iyice karardı. Nimet Abla’nın önü ana baba günü, kuyruk ben yürüdükçe
uzadı. Sonu nerede acaba?
Benim hızlı sayılabilecek yürüyüş tempomun amaçsızlığıyla,
Nimet Abla biletçilerinin çoğu durma azıcık ilerleme yürüyüşlerinin bir amaca
kitlenmesi tuhaf bir karşıtlıktı. Patolojik yürüme. Bu insanların hepsinin
birden olasılık hesabı bilmemesi imkânsız dedim. Onları bir araya
getiren başka bir şey vardı. Yanlarından geçerken o loş karanlıkta
görebildiklerimin tek tek yüzüne baktım. Hallerinden hoşnutlardı. Özellikle
kuyruğun gişeye yaklaşan kısımlarında. AVM’lerde olduğu gibi neden başka kasa
açmadınız diye şikâyet edemezlerdi çünkü Nimet Abla’nın nimeti tek olmasıydı.
Aralarında diyalog da kurmuşlardı. Daha önceden de tanışmış olabilirler.
Bilemiyorum. Ama memlekette bu tür aynı mekân paylaşımlarında insanların
teklifsizce konuşmaları olağan zaten. Es kaza biri kuyruğa uyanıkça kaynak
yapacak olsa herkes ağız birliğiyle müdahale etmeye hazırdı. Bunu yüzlerinden okudum. Sanıyorum kalabalıktan ayrı bir varoluşa kucak açıyor
kuyruk. Belirliyor, lalettayin insanları bir mahfil yapıyor. Öte yandan zahmetin
verdiği bir işe yarama duygusu da var. Hatta bu zahmetin mistik bir inançla
şansa bağlanması da mümkün… İşe yarama duygusu baskın galiba. Zahmet, çoktan
bitmiş ürüne sanki ikinci bir değer katıyor… Bilirsiniz seyyar satıcılar
mahalle aralarında hoparlörle bağırırlar. Soğan patates satıcılarının sesi çok
çirkindir ayrıca. Bir gün bu satıcılardan biri okulun önünde durdu (10 yıldan
fazla oldu), bağırdıkça bağırıyor. Dersten çıktım adamın yanına gittim. Ne
bağırıyorsun dedim. Benim işim bu dedi. İki kişilerdi hakikaten de bana konuşan
adamın işi bağırmaktı. Yani emek gücü=bağırmak. Hayatla kurulan sıkı bir bağ
bu. Düşünsenize, büyük ikramiyenin çıktığı çeyrek biletlerden biri Nimet Abla
menşeli ve bunda herkesin orada bekleşmesinin bir payı var. Sabır, heyecan,
beklenti… kime çıkarsa çıksın, ikramiye bu duyguların hayat bulmuş hali; aidiyet desem kifayetsiz kalıyor…
Alt
geçitten karşıya geçtim. Galata Köprüsü yakınında bir polis yolumu çevirdi. Kirli sakallı, yan açıdan sırtında ancak polis yazısını
görebildiğim biri. Ayağında toprak renginde güzel bir bot. Botuna bakıyordum, hatta
markasını okumaya çalıştım. Levazımdan mı, piyasadan mı? İnsanların
ayakkabılarına bakma merakı herhalde metro yolculuklarında gelişti. Tam
yanından geçeceğim sırada durdurdu beni. Kimlik görebilir miyim
dedi. Bir an tereddüt ettim. Benim kimliğim var mıydı? Aradım ceplerimde,
öğretmen akbilimi uzattım. Neden beni seçtiniz dedim. Kafasını kimlikten
kaldırıp yüzüme baktı. Polisin bu bakışı kimlikteki fotoğrafla beni
kıyaslayacağı asıl gerekli bakış değildi. Dikkati dağıldı.
Herkese
soruyoruz dedi.
Adres
sorarken birini seçersiniz ya… bu onun tersi, dedim. Acaba nerede falso verdim?
Defolu yanım ne? Akşam aynaya bakarım artık.
Gülümsemesini
bekledim. Boşuna. Kafasını kaldırmadan elindeki aletin ekranına mıhlandı.
Buyrun dedi, akbilimi iade etti. Salomon ayakkabılarım, Columbia pantolonum
bile kurtaramadı beni. Bugünlerde bir şey var yüzümde. Bir ayda bu ikinci. Kontak kurabilseydim, botunu nerden aldın diye
soracaktım.
Galata
Köprüsü’nün merdivenlerini çıktım, karşıda Yeni Cami önünde uzayan Nimet Abla
bilet kuyruğunun bitimini bulmaya çalıştım. Tam hizamda en sonda genç bir çocuk
gördüm. Acaba başkası da eklenecek mi? Bir süre boş boş baktım oraya. Sonra
yürümeye devam ettim. Ta Beşiktaş’a kadar… yol boyu içimde inildeyen bir melodi
eşlik etti…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder