Komplo teorisi Batı kökenli.
Aydınlanma Çağı düşünürlerinin
mukadderatın karşısına koyduğu olayları nesnel sebepleriyle açıklama tarzı, komplo
teorisinin sebeplendiği bir mirastır.
Fransız Devrimi Aydınlanma Çağının ulaştığı bir evreyse, komplo teorisi
de bu evrenin sonunda bir kısım insanlar için makul bir sebep bulma arayışıdır
diyebiliriz. Bu anlamda komplo teorisi geçmişi yeniden kuran bir ideoloji.
Başlangıçta ihtiyaç belli, bir
takım kötü olayları, sosyal sarsıntıları bir takım gizemli örgütlere mal ederek
ele avuca gelen ama aynı zamanda yatıştırıcı da olan iradi bir sebep oluşturmak.
Örgüt ne kadar gizemli olursa sebep de o kadar yol gösterici. Paradoksal bir
açıklama tarzıdır bu: Sebep ve gizem aynı anlama gelir (1) ve gerçek
arayışı döngüsel olarak gizemin hipnoz etkisinden çıkamaz. Çıkamaz derken
çıkmak istemez, gizem her daim muhafaza edilir. Komplo teorisi bu hileli tavrıyla hipotezden ayrılır.
Mesela ayaklanmaların, devrimlerin, savaşların, ihanetlerin müsebbibi diye
Yahudiler üzerinden kurgulanan komplo teorileri nihayetinde Yahudi katliamları
için bir komplo olur. Bunu tarihte çokça gördük.
Daha yakın tarihli Kennedy
cinayeti, 11 Eylül gibi olayları ele alan komplo teorileri doğrudan devleti ya
da devletin içinde güçlü bir grubu ima eder. Bunu Batı kökenli komplo
teorilerinin dönüşümünde yeni bir basamak kabul etmek gerekir. Çünkü her iki
olayda da olayın boyutu ile failleri arasındaki orantısızlık bir sebep
kaymasına yol açtı. Nasıl olurdu da basit bir Küba göçmeni (Lee Harvey Oswald)
koskoca J. F. Kennedy’i vururdu? Nasıl olurdu da birkaç Afganlı koskoca İkiz
Kuleleri yerle bir ederdi? Olayın görünen faillerinin ardında daha güçlü
failler keşfetmek, üstelik bu failleri bizzat kendi ulusu içinde görmek gücün
yerel karakterini zaafa uğratmamış oluyordu. Komplo teorisyeni içeriden nifak
soksa da bu Batı’nın mutlak gücünü doğrulamaya yarıyordu. Batı tipi komplo
teorileri faili kendi içlerinde ararken Doğu tipi komplo teorilerinin faili
zaten Batı’dır. Ama mekân birliği her iki teorinin aynı karakterde olduğunu
göstermez, iddiamız bu. ‘Paranoyak olduğum takip edilmediğim anlamına gelmez.’
sözünü Batılı komplo teorisyeni için söylersek, Doğulu komplo teorisyeni için
söylenecek söz şu olurdu: ‘Gerçekte takip edildiğin paranoyak olmadığın
anlamına gelmez.’
Komplo teorisiyle paranoya
arasında çoğu zaman kurulan koşutluğun işe yaramayacağı bir noktadayız; mantık
basit: sıradan insanların yapabileceği büyük eylemler daha büyük kaosa yol açardı,
oysa sıradan eylemcilerin ardındaki tanımlanabilir (gerçek güç olduğu için
tanımlanabilir) güçler tekinsiz de olsa algıya açık bir düzen sunar. Paranoyada
bireyin dış bir kumpasın hedefi olmakla önemsendiğini hissetmesi korkuyla
kamufle edilmiş bir dürtüyken, komplo teorisinde bireyin güçlü bir yapıya karşı
belâgatle kendini yüceltmesi gerçeğe olan tutkuyla kamufle edilmiş bir irade
beyanıdır. Ama bu kısa yazının konusu Batı tarzı komplo
teorilerinin peşinden koşmak değil. Doğu’nun Batı’dan ithal ettiği komplo teorileri
nasıl işliyor ona bakmak.
Geçenlerde bir arkadaşımın Nur
cemaatinden biriyle Türkiye ve Ortadoğu sorunlarını tartışmasına tanık oldum.
İkisi de yorulmuştu ama bırakmıyorlardı ki biri son sözü söylesin. En sonunda
cemaatçi şahıs, arkadaşımın basiretini bağlayacak bir lâf etti, “Sen de
biliyorsun, her şey ABD emperyalizmi ve Batı’nın başının altından çıkıyor.”
dedi. Arkadaşım onaylayıcı bir şekilde başını salladı. Ne alâ, iki taraf da
birbirini olumladı. Bu söz güya tartışılan nesnel sorunların asıl müsebbibini
göstermiş ve tartışmaya son noktayı koymuştu. Doğu’nun sağ ve sol
entelektüellerinin birbirinden bağımsız olarak saldırdıkları ‘ABD emperyalizmi
ve Batı’, sorunun kaynağı olmasıyla değil, iki tartışmacının kendi aralarındaki
sorunu halletmek için dillendirdikleri harcıalem bir mutabakat formülü
olmasıyla ilginçti. Diyelim ABD emperyalizmi ve Batı yaşadığımız sorunların baş
müsebbibi gerçekten, yine de bu söz nesnel değeri kastedilerek değil mutabakat
değeri dolayısıyla söylenmiş olurdu. Yani sorunların sebebi diye gösterilen
olgu, mutabakatın sebebi haline geliyordu(sebeplenmek).
Aklıma burada Bronislaw
Malinowski’nin bizzat yerinde yaşayarak araştırdığı Trobriand takımadaları
yerlilerinin inanış şekilleri geliyor. Trobriand yerlilerinin inançlarını
Doğulu komplo teorileriyle kıyaslamaya değer. Bronislaw Malinowski bizzat
yerinde yaşayarak araştırdığı Trobriand takımadaları yerlilerinin ölüm ister
doğal yolla, ister cinayetle, ister kazayla gelsin bunun ille de büyü yoluyla gerçekleştiğine
inandıklarını anlatır. Mesela bir ayağı çukurda ihtiyar bir yerli son anlarında
bile ölümden değil, kendisine büyü yapılmasından korkarmış. Ölümün mukadderatı
önkabulüne karşıt devamlı tetikte riskli bir oyun. Ölümü hayatı sonlandıran bir
sebep olarak görmektense, ölüme sebep olacak büyüden son raddeye kadar
kaçınmak. Yerlileri ölümün sebebini yanlış bilgiye dayandırdıkları için
suçlayamayız. Çünkü büyü bütün ilkelliğine rağmen modern insanın bildiği ölüm
sebeplerini es geçerken cehaletten başka bir mazerete sahip. Malinowski her
etnologda olması gereken bir mütevazılıkla yerlilerin ilkelliğini hoş görüyor
ama yerlilerin bu bilmeme halini sürdürmelerinin sosyal yapıyı bir arada tutan
ilmeklerine dikkat etmiyor. Oysa büyü, yüzyıllardır bilgiye kapalı mutaassıp
bir inançla değil, ölümün sebeplerini dışarıda konumlandıran folklorik
kurumsallığıyla ayakta durur; modern insanın görüşü gibi bünye ‘ölüme doğru varlık’ı
(Heidegger) temsil etmez. Bünye derken bunu hem yerlinin bedeni hem de kabile
ahalisi diye düşünmek gerekir. Ölümün kötücül etkilerine büyü üzerinden karşı
koyuş sadece hayatı savunmak anlamına gelmiyor, iyi büyücüler sayesinde kötülük
sosyal yapının dışında da tutuluyor. Trobriand yerlilerinin büyü diye
inandıkları şey onların iç barışını koruyan şey aynı zamanda, kötü büyü
oralarda bir yerde, yerli büyücüler
onların sihrini bozmaya çalışıyor ve hayatın ritmik akışı huzur yerine geçiyor.
Bu haliyle huzur büyünün kanıtı zaten… Trobriand
yerlilerinin kıyaslamaya konu olacak ahvali kısaca bu.
Gelelim Doğu komplo teorilerine.
Batı, Doğu entelektüellerinin Büyük Ötekisi’dir.
Büyük Öteki’yi burada hem emsal
alınan hem de imtina edilen bir kerteriz noktası olarak düşünmeliyiz. Özellikle
dil bilen ve Batı’ya gidip gelen kırgın entelektüellerde görürüz bunu,
Batılılar tarafından kaale alınmadıklarını hissederler ve öfkelidirler. Bu
kaale alınmama hissinde kendilerini aşağılamanın payı daha fazladır aslında
(kendileriyle yüzleşmeye varamayan kronik bir alınganlık). Hayranlık ve hayal
kırıklığının karışımı garip bir kompleksle yerli halka sığınırlar. Çoğu zaman
yanlış biçimde sıla özlemi diye adlandırılan bu duygunun uzakta kalan yurt
acısıyla (bir şeyleri geride bırakma, yitirme acısı) bir ilgisi yok. Batı’dan
gelen ilim irfan görmüş, metropolde yaşamış ama umduğunu bulamamış Doğu
entelektüellerinin kendi hayran kitlesini yerli halkta arama mecburiyetiyle karışık bir
duygudan söz ediyorum. Bunun bir tür milliyetçiliğe dönüşmesi kaçınılmaz
elbette. Tarihte milliyetçiliğin öncülerinin bu tip batı kültüründen gelen insanlar arasından çıkması da tesadüf değil.
Küskünlüklerle, suçluluk duygularıyla dolu nazlı bir ilişkidir bu. İşte Doğu
entelektüelinin komplo teorisine eğiliminin psikolojik alt yapısı. Teorik alt
yapısı Lenin’in emperyalizm öğretisinin
3. Dünyacı yorumlarıyla zaten hazır. Emperyalizm (Batı), tıpkı Trobriand
yerlilerinin kara büyüsü gibi kötülüğü temsil eder, sorunlar onun vasıtasıyla
hep dışarıdan gelir. Yeniye hazır olmayan her tür modern değişime kuşkuyla
bakan yerli halkın Batı’ya karşı kendiliğinden soğuk duruşu hem sol, hem de sağ
entelektüelin kendi lehine çevirmek istediği bir zemin sunar. Sağ ve solun
birbirlerini tam da Batı işbirlikçiliğiyle suçladıkları noktadır burası. Ama
ortada turistler haricinde işgalci diye gösterilebilecek Batılı olmadığı için Batı
düşmanlığı sürekli iç politikaya tahvil edilir, uzlaşma ve çatışma zemini
olarak. Doğu tipi komplo teorisinin sosyal zemini de budur. Komploculuğuyla
aşırı iradileştirilmiş bir Batı, dışarıdaki kötü olarak Büyük Öteki haline
gelir. Ama Batıyı Batı yapan değerler kendi içinde bütünlük arz etmeyen,
birbiriyle çatışan, tartışan, farklı öğretiler, farklı ekoller olmasına rağmen
Doğulu entelektüelin ‘Batı’ sözcüğünü yekpare bir yapının adı olarak kullanması
hiç şüphesiz metonimik bir indirgemedir. Doğulu ‘Batı’ sözcüğünü metonimik
indirgemeyle kullandı diye Batı yekpare olmaz. Ama böyle bir bakış Doğulu
entelektüeli yekpareleştirir. Komplo teorisinin bir tür plasebo etkisidir bu.
Komplo teorisi bir yerelleşme
aracıdır. Komplocu Batı gizemli bir şekilde orada bir yerdedir. Tabi bu yazıda
Batı kaynaklı komploları yok saymak gibi bir çabanın içinde olduğum iddia
edilemez, hatta Batı’nın kendilerine isnat edilen komploların çok daha
fazlasından sorumlu olduklarını söyleyebilirim. Ama bu durum Doğu tipi komplo
teorisinin hem kendini aklamaya hem de “kirli” bir uzlaşmaya yönelik niyetini
ortadan kaldırmaz.
Komplo teorisi “doğru” olsa bile
ortaya çıkan gerçekliğin sebep sonuç ilişkisini tersinden kurduğu için
komplonun malzemesi olmaktan da kurtulamaz.
Komplocunun komplo eyleminin beklentisine bir de olası komplo
teorilerini dahil ettiğini düşünelim...
Dahil etmediği ne malûm, değil mi? Çünkü alıcısı çok, komplo teorisi
insana bir iktidar duygusu da verdiği için bilgi hızla geometrik olarak saadet
zinciri misali yayılmaya müsait. Bu durumda enformasyon akışı kendiliğinden
komplonun propagandasına da dönüşürdü. Çünkü komplonun amacı insanların temayüllerini
manipüle edilebilir bir tuzağa çekmektir. Yani zaten insanların bir duruma gebe
yatkınlığı komplonun öncelikli argümanıdır da. İnsanların komplo teorisine
yatkınlığı karışık kuruşuk işlerden, gizemden hoşlanmalarından kaynaklanmıyor.
Komplo teorisi olay karşısında iki arada bir derede kalan entelektüele kaza
bela riski olmayan üst bir bakış sağlıyor, al sana Nietzscheci anlamda
kestirmeden ‘güç istenci’… Demek istediğim komplo teorisi, yapılan komplonun
doğal bir uzantısı değil, ama komplo teorisi komployu gerçekleştiren “Büyük
Öteki”yi varsaydığı için bu “güç” onun sayesinde olduğundan daha da güçlü
görünüyor. Yani komplo teorisi komplonun kendisi oluyor, buna da “Batı kökenli”
komplonun yan getirisi diyelim.
(1) Pierre Bayard, Agatha Christie'nin başyapıtı Roger Ackroyd'u Kim Öldürdü üzerine yazdığı Agatha Chiristie'nin Büyük Yanılgısı (Doğan Kitap, 2003) adlı kitabında 'okuyucunun körleşmesi' diye bir tabir kullanır. Katilin son ana kadar belli olmamasıyla, katilin maktulü öldürme sebebinin son ana kadar açıklığa kavuşmaması birbirine paralel ilerlerken bu körlüğü sağlayan şey yazarın sayfalar boyunca edebiyat yapması, yani duygu üretmesidir. Sonunda, düğüm çözülünce, öldürme sebebinin tam da içinde yer aldığımız gizemin korunması olduğunu anlarız. Komplo teorisi bunun fazlasını vaat eder: Komplo teorisi dilden dile yayılıp anonimleştikçe (telif hakkı yoktur) herkese kendi gizemini üretme inisiyatifi de tanır. Olayın belli bir modelde sunulan gizemi, anlatıcının kendine kattığı gizemden umduğu şeydir: Diğerini cezbetmek.