31 Ağustos 2016 Çarşamba

Che ve Diğeri



Che güzel adam, asil bir yüzü var. Her güzel adamda asil yüz olmaz.


Nedir asil yüz? Asil yüzün kendine yeter bir ifadesi olur, göz kendi ufkuna bakar, daracık bir alanda bile bu ufku ne eder eder bulur, oradadır ama uzaktadır da. Alt dudak üst dudağı yukarı iter, ağzın doymuşluk hissiyle hayata verdiği cevaptır bu. Yani karnım tok demektir, sana muhtaç değilim… Che bu yüzünü yaşlanmadan bize armağan etti… 



Diğer yüz… çirkin demeyelim, güzel değil. Sevilmez bu yüz, gerçek anlamda sevilmez. Azıcık bir merhamet kondur bu yüze ziyan olur… Emperyalizm, faşizm, ideoloji, sınıfsal mınıfsal değil insanın tözüne ait bir sorun var ortada. İnsan sevilmediğini çok kolay anlar, her insanda bu asgari zekâ bulunur… Abdi Ağa Hatçe'nin âşık olduğu İnce Memed’e eşkıya der…



10 Ağustos 2016 Çarşamba

Karagöl



Yattığım yerden tavana bakarken aklıma gelen babamla yaşadığım bir olay. Ta ne zamandır kafamda tekrarlayıp duruyor.

Tavan önemli. Tavanda film oynatırım, cümleler yazarım, okuduğum bir şeyleri hatırlarım, tahmin ederim, Karaköy vapuruyla Kadıköy’e geçerim… Edip Cansever'in "adam"ı yaşama sevinciyle masaya koyar, ben can sıkıntısıyla tavana…

Babam kaymakam adına köylere men’i müdahaleye giderdi. Men’i müdahale ne demek? İşin hukuki kısmı karışık; ben fiili durumu açıklayayım, kısa ve öz: köylüler arasındaki yer ihtilaflarında devletin arabuluculuğu. Devletin arabuluculuğu sanıyorum köylerde “ağadayı” denilen nüfuzlu kişiler tarafından ön hazırlığı yapılmış arabuluculukla dayanışma halindeydi. “Ağadayı” kavramına sonra geleceğim. Bu yolculuklar hafta sonu olduğu için babam harcırah alırdı, köylünün verdiği yemek içecek de cabası. Arada beni de götürürdü. Kaymakamın makam cipiyle… şoförü Mehmet amca, kafa dengi. Bütün mesele sabah erkenden kalkmak.

Şafak sökerken yola koyulduk. Yayla yolu şimdiki gibi asfalt değil, eciş bücüş. Karagöl civarında bir mezraya gittik. Her yerde bir kara-göl vardır illaki. Suyun renginden öte tekinsizliği çağrıştıran bir uzak taraf. Tekinsizliği ücra kılan bu adlandırma aksine oturulan kasabayı güvenli müstahkem bölge ilân ediyor. Ama kasabadan yaylaya giden biri için de yolculuğun uç sınırı, sözü edilecek bir macera anlamına geliyor: ‘Karagöl’e gittim.’ İyi...

Yolun yarım saatlik kısmını yürüdük. Başka bir coğrafya… gökyüzü daha yakın, ağaç yok, küçük kubbe biçimi tepelerden, düz eğimlerden oluşan uçsuz bucaksız bir mera. Yer yer toprağa gömülü kaya parçaları. Yaz mevsiminde olmamıza rağmen yamaçlarda hâlâ erimemiş kar, bembeyaz, üzerinde derin gözenekler… nereden toz gelsin de kirletsin? Etrafta patika cinsinden bile olsa bir yol olmayışı, insana bir serbestlik veriyor, bir şaşkınlık. Tuhaf...  koşma hissi uyandırmıştı bende. Ama arazinin düzlüğü ve kimsesizliğinin (sahibi yokmuş gibi) verdiği başıboşluktan değil, sanki karşı tepeye çıkınca başka bir yer görecekmişim gibi, ya da o yeri vaat eden bir yol. Yol bir modern algı… araziyi tanımlıyor, insana yön duygusu veriyor; bildiğimiz ana yönlerden söz etmiyorum, daha çok bir kerteriz, bir dayanak…

Basık kerpiç bir evin önünde sakallı bir adam karşıladı bizi. Eşkıya gibi bir adam, elinde mavzeri, uzun boylu, sert bakışlı. Yılmaz Güney’in Ağıt filminden fırlamış diyeceğim ama henüz o film çevrilmemiş. Kaba bir konuşması var, galiba öfkeli de. Babamlar evin içine girdiler, ben dışarıda oyalandım. Sonra başka bir eve gittik. Evin kapısında siyah bir köpek bizi görünce havladı. Evin içine girmemize rağmen havlamasını kesmedi. Anlaşılan köpek için insanlar ikiye ayrılıyordu, bu evden olanlar ve olmayanlar. Ev sahibi kızdı, vuracağım bu köpeği dedi, adamı sakinleştirdiler, biri köpeği uzaklaştırdı. Ocakta ateş yanıyordu, sofra kuruldu, yufka ekmeğiyle çökelek yedim. Başka bir eve daha gittik. Bilmiyorum, burada galiba demeliyim. Yediğim çökeleğin tadını hatırlıyorum evleri hatırlamıyorum. Hangi ev diğerinin neresindeydi, mesafeleri ne kadardı, babam kaç kişiyle görüştü, hepsi orada kaldı, hepsi muamma. Net hatırladığım son şey birilerinin bizi cipin yanına getirdiği. Havada bir gerginlik var ama çözemiyorum. Babam bana büyük bir kayayı işaret etti, sen şunun arkasına geç dedi. Aşağıda başka birileri daha var, içlerinden eşkıyayı tanıdım. Bize refakat eden adamlarla aşağıdaki adamlar birbirlerine bağrıştılar ve birden silahlar patladı. Babam yat dedi bana kendisi de yattı. Silah sesleri kesilince yanımızdaki adamlardan biri elinde silahı ayağa kalktı. Beni vurdular dedi, kolunu gösterdi. Bir taraftan da küfrederek aşağıdakilerin üzerine yürümek istiyordu. Arkadaşları adamı tuttu. O kargaşa içinde adamın yarasına baktım, kolunun üstünde kanayan bir şişlik. Arka tarafında bir şey yok… Görüntü burada bitiyor, cipe nasıl bindik, nasıl uzaklaştık?

Ne kadar zaman sonraydı, belki bir sene sonra... bir gün babam yayladaki eşkıyanın öldüğünü söyledi. Kendi çobanı vurmuş. Nasıl diye sordum. Böyle bir adamı bir çobanın vurmasını gözümde canlandıramadım ilk anda. Daha gösterişli bir ölüm yakışırdı ona, ne bileyim jandarmalarla girdiği bir çatışmada ölse iyiydi.

Babam şöyle anlattı: ‘Çobanını dövmüş. Sürekli dövüyormuş zaten. Çoban yürümüş, eşkıya arkasından küfrediyormuş. Çoban silahını çıkarmış ve hiç geriye dönmeden omzunun üstünden tetiğe basmış. Tek kurşunla eşkıyayı alnının tam ortasından vurmuş.’

Babam anlatırken keyifliydi.

Ben bu olayı hatırlarken, babamın anlattıklarıyla eşkıyanın evinin önünü harmanladım, mekân tam orasıydı. Eşkıya, çobanı tüfek dipçiğiyle döverken koyunlar uzakta durmuş onlara bakıyordu, kulağıma çıngırak sesleri geliyordu ve çobanın acıdan inlemesi. Çoban sendeleyerek birkaç adım atıyor, silahını çekiyor… hayır böyle düz değil, daha ayrıntılı: Silahını çıkarıyor, hazneye mermiyi alıyor, geri dönmeden sağ omzuna namluyu dayıyor (çünkü solak hayal ediyordum çobanı) ve küfreden sese ateşliyor. Tam alnının ortasından.

Kafamda olayı yaşıyordum. Gizemli bir şey. Olayın bu şekilde olması değil sadece, benim sürekli hatırlamam da gizemli. Hatta hatırlamamın etkisi mi bilmiyorum bir keresinde rüyamda tam alnımın ortasından vuruldum. Beynimde açılan bir çukura odaklanmış karanlığa gömüldüm, bir saniye kadar öldüm. Olmayacak bir şey ama ölümü deneyimledim. Bir saniye, belki daha az süre.

Babam ‘tam alnının ortasından’ derken neden seviniyordu? Bir intikam hazzı vardı sesinde. Kıssadan hisse adalet yerini buldu havasında anlatmıştı ama, zavallı çobanla zalim eşkıya arasındaki adaletten çok eşkıyanın yaylada babama takındığı kaba tavrın cezası gibi tecelli eden bir adaletti söz konusu olan.

İşte geçen gün tavana bakarken babamın ‘tam alnının ortasından’ derken çıkan coşkulu ses tonu bir anda öyküden koptu; sesi tecride aldım ve kafam aydınlandı.

Bu öyküde asıl rol hiç sözü edilmeyen “ağadayı”daydı. “Ağadayı” denince aklınıza toprak ağası gelmesin. “Ağadayı” devletle köy arasında elçi görevi gören, nüfuzlu, kasabada ve başkentte tanıdıkları olan, yedirip içiren, zengin olmayan ama kredisi yüksek, ufak çaplı cürümlerine göz yumulan, geçmiş vukuatlarını sermaye yapmış birisiydi. Aşağı yukarı her köyde bulunur bir tane. Görevi köylerde işlenen suçu yeniden düzenlemek. Deyiş yerindeyse suçu herkesin hayrına evcilleştirmek. Babam bu hikayeyi bana anlatırken elbette duyduklarını anlattı. Ama bu olay bir kovboy filminin sahnesindeki gibi gerçekleşmedi muhtemelen. Çoban öyle ya da böyle eşkıyayı öldürdü. Ama olayı böyle kurgulamak çobanın cezasını hafifletti, eşkıyanın namını küçülttü…

Not: Eşkıya derken, aklımdan geçen Eric Hobsbawm’ın eşkıyası gibi nesnel bir tanım, biline.