Che güzel adam, asil bir yüzü var. Her güzel adamda asil yüz olmaz.
Nedir asil yüz? Asil yüzün kendine yeter bir ifadesi olur, göz kendi ufkuna bakar, daracık bir alanda bile bu ufku ne eder eder bulur, oradadır ama uzaktadır da. Alt dudak üst dudağı yukarı iter, ağzın doymuşluk hissiyle hayata verdiği cevaptır bu. Yani karnım tok demektir, sana muhtaç değilim… Che bu yüzünü yaşlanmadan bize armağan etti…
Diğer yüz… çirkin demeyelim, güzel değil. Sevilmez bu yüz, gerçek anlamda sevilmez. Azıcık bir merhamet kondur bu yüze ziyan olur… Emperyalizm, faşizm, ideoloji, sınıfsal mınıfsal değil insanın tözüne ait bir sorun var ortada. İnsan sevilmediğini çok kolay anlar, her insanda bu asgari zekâ bulunur… Abdi Ağa Hatçe'nin âşık olduğu İnce Memed’e eşkıya der…
Yattığım yerden tavana bakarken aklıma gelen babamla
yaşadığım bir olay. Ta ne zamandır kafamda tekrarlayıp duruyor.
Tavan önemli. Tavanda film oynatırım,
cümleler yazarım, okuduğum bir şeyleri hatırlarım, tahmin ederim, Karaköy
vapuruyla Kadıköy’e geçerim… Edip Cansever'in "adam"ı yaşama sevinciyle masaya koyar, ben can sıkıntısıyla tavana…
Babam kaymakam adına köylere men’i
müdahaleye giderdi. Men’i müdahale ne demek? İşin hukuki kısmı karışık; ben
fiili durumu açıklayayım, kısa ve öz: köylüler arasındaki yer ihtilaflarında
devletin arabuluculuğu. Devletin
arabuluculuğu sanıyorum köylerde “ağadayı” denilen nüfuzlu kişiler tarafından
ön hazırlığı yapılmış arabuluculukla dayanışma halindeydi. “Ağadayı” kavramına
sonra geleceğim. Bu yolculuklar hafta sonu olduğu için babam harcırah alırdı,
köylünün verdiği yemek içecek de cabası. Arada beni de götürürdü. Kaymakamın
makam cipiyle… şoförü Mehmet amca, kafa dengi. Bütün mesele sabah erkenden
kalkmak.
Şafak sökerken yola koyulduk. Yayla yolu
şimdiki gibi asfalt değil, eciş bücüş. Karagöl civarında bir mezraya gittik. Her
yerde bir kara-göl vardır illaki. Suyun renginden öte tekinsizliği çağrıştıran
bir uzak taraf. Tekinsizliği ücra kılan bu adlandırma aksine oturulan kasabayı güvenli müstahkem bölge ilân ediyor. Ama kasabadan yaylaya giden biri için de
yolculuğun uç sınırı, sözü edilecek bir macera anlamına geliyor: ‘Karagöl’e
gittim.’ İyi...
Yolun
yarım saatlik kısmını yürüdük. Başka bir coğrafya… gökyüzü daha yakın, ağaç
yok, küçük kubbe biçimi tepelerden, düz eğimlerden oluşan uçsuz bucaksız bir
mera. Yer yer toprağa gömülü kaya parçaları. Yaz mevsiminde olmamıza rağmen yamaçlarda hâlâ
erimemiş kar, bembeyaz, üzerinde derin gözenekler… nereden toz gelsin de
kirletsin? Etrafta patika cinsinden bile olsa bir yol olmayışı, insana bir serbestlik veriyor, bir şaşkınlık. Tuhaf... koşma
hissi uyandırmıştı bende. Ama arazinin düzlüğü ve kimsesizliğinin (sahibi yokmuş gibi) verdiği başıboşluktan
değil, sanki karşı tepeye çıkınca başka bir yer görecekmişim gibi, ya da o yeri
vaat eden bir yol. Yol bir modern algı… araziyi tanımlıyor, insana yön duygusu
veriyor; bildiğimiz ana yönlerden söz etmiyorum, daha çok bir kerteriz, bir
dayanak…
Basık kerpiç bir evin önünde sakallı bir
adam karşıladı bizi. Eşkıya gibi bir adam, elinde mavzeri, uzun boylu, sert
bakışlı. Yılmaz Güney’in Ağıt filminden fırlamış diyeceğim ama henüz o film
çevrilmemiş. Kaba bir konuşması var, galiba öfkeli de. Babamlar evin içine
girdiler, ben dışarıda oyalandım. Sonra başka bir eve gittik. Evin kapısında
siyah bir köpek bizi görünce havladı. Evin içine girmemize rağmen havlamasını
kesmedi. Anlaşılan köpek için insanlar ikiye ayrılıyordu, bu evden olanlar ve
olmayanlar. Ev sahibi kızdı, vuracağım bu köpeği dedi, adamı sakinleştirdiler,
biri köpeği uzaklaştırdı. Ocakta ateş yanıyordu, sofra kuruldu, yufka ekmeğiyle
çökelek yedim. Başka bir eve daha gittik. Bilmiyorum, burada galiba demeliyim. Yediğim çökeleğin
tadını hatırlıyorum evleri hatırlamıyorum. Hangi ev diğerinin neresindeydi,
mesafeleri ne kadardı, babam kaç kişiyle görüştü, hepsi orada kaldı, hepsi
muamma. Net hatırladığım son şey birilerinin bizi cipin yanına getirdiği. Havada bir
gerginlik var ama çözemiyorum. Babam bana büyük bir kayayı işaret etti, sen
şunun arkasına geç dedi. Aşağıda başka birileri daha var, içlerinden eşkıyayı
tanıdım. Bize refakat eden adamlarla aşağıdaki adamlar birbirlerine bağrıştılar
ve birden silahlar patladı. Babam yat dedi bana kendisi de yattı. Silah sesleri
kesilince yanımızdaki adamlardan biri elinde silahı ayağa kalktı. Beni vurdular
dedi, kolunu gösterdi. Bir taraftan da küfrederek aşağıdakilerin üzerine
yürümek istiyordu. Arkadaşları adamı tuttu. O kargaşa içinde adamın yarasına
baktım, kolunun üstünde kanayan bir şişlik. Arka tarafında bir şey yok… Görüntü
burada bitiyor, cipe nasıl bindik, nasıl uzaklaştık?
Ne kadar zaman sonraydı, belki bir sene sonra... bir gün babam
yayladaki eşkıyanın öldüğünü söyledi. Kendi çobanı vurmuş. Nasıl diye sordum.
Böyle bir adamı bir çobanın vurmasını gözümde canlandıramadım ilk anda. Daha
gösterişli bir ölüm yakışırdı ona, ne bileyim jandarmalarla girdiği bir
çatışmada ölse iyiydi.
Babam şöyle anlattı: ‘Çobanını dövmüş.
Sürekli dövüyormuş zaten. Çoban yürümüş, eşkıya arkasından küfrediyormuş. Çoban silahını
çıkarmış ve hiç geriye dönmeden omzunun üstünden tetiğe basmış. Tek kurşunla eşkıyayı
alnının tam ortasından vurmuş.’
Babam anlatırken keyifliydi.
Ben bu olayı hatırlarken, babamın
anlattıklarıyla eşkıyanın evinin önünü harmanladım,
mekân tam orasıydı. Eşkıya, çobanı tüfek dipçiğiyle döverken koyunlar uzakta
durmuş onlara bakıyordu, kulağıma çıngırak sesleri geliyordu ve çobanın acıdan
inlemesi. Çoban sendeleyerek birkaç adım atıyor, silahını çekiyor… hayır böyle
düz değil, daha ayrıntılı: Silahını çıkarıyor, hazneye mermiyi alıyor, geri
dönmeden sağ omzuna namluyu dayıyor (çünkü solak hayal ediyordum çobanı) ve
küfreden sese ateşliyor. Tam alnının ortasından.
Kafamda olayı yaşıyordum. Gizemli bir
şey. Olayın bu şekilde olması değil sadece, benim sürekli hatırlamam da
gizemli. Hatta hatırlamamın etkisi mi bilmiyorum bir keresinde rüyamda tam alnımın ortasından
vuruldum. Beynimde açılan bir çukura odaklanmış karanlığa gömüldüm, bir saniye
kadar öldüm. Olmayacak bir şey ama ölümü deneyimledim. Bir saniye, belki daha
az süre.
Babam ‘tam alnının ortasından’ derken
neden seviniyordu? Bir intikam hazzı vardı sesinde. Kıssadan hisse adalet
yerini buldu havasında anlatmıştı ama, zavallı çobanla zalim eşkıya arasındaki
adaletten çok eşkıyanın yaylada babama takındığı kaba tavrın cezası gibi tecelli
eden bir adaletti söz konusu olan.
İşte geçen gün tavana bakarken babamın ‘tam
alnının ortasından’ derken çıkan coşkulu ses tonu bir anda öyküden koptu; sesi tecride aldım ve kafam aydınlandı.
Bu öyküde asıl rol hiç sözü edilmeyen “ağadayı”daydı.
“Ağadayı” denince aklınıza toprak ağası gelmesin. “Ağadayı” devletle köy
arasında elçi görevi gören, nüfuzlu, kasabada ve başkentte tanıdıkları olan,
yedirip içiren, zengin olmayan ama kredisi yüksek, ufak çaplı cürümlerine göz yumulan,
geçmiş vukuatlarını sermaye yapmış birisiydi. Aşağı yukarı her köyde bulunur
bir tane. Görevi köylerde işlenen suçu yeniden düzenlemek. Deyiş yerindeyse
suçu herkesin hayrına evcilleştirmek. Babam bu hikayeyi bana anlatırken elbette
duyduklarını anlattı. Ama bu olay bir kovboy filminin sahnesindeki gibi
gerçekleşmedi muhtemelen. Çoban öyle ya da böyle eşkıyayı öldürdü. Ama olayı
böyle kurgulamak çobanın cezasını hafifletti, eşkıyanın namını küçülttü…
Not: Eşkıya derken, aklımdan geçen Eric
Hobsbawm’ın eşkıyası gibi nesnel bir tanım, biline.