Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, AKP'nin müfredattan çıkardığı evrim teorisine ilişkin "Evrim teorisine inanan özgürce kendi düşüncesini ifade edebildiği gibi, buna inanmayan da özgürce kendi düşüncesini ifade edecektir" dedi.
Karşımızda evrim teorisini anlamayan bir zihniyet olsa iyi; çok daha kötüsü var: özgürlük sorununu anlamıyor…
Yasa koyucu gibi söylüyor: “…düşüncesini ifade edecektir.” Yani iki karşıt düşünceye ifade özgürlüğü tanıyan icazet merkezi gibi…
Taraf olduğu halde bitarafmış gibi, üst hakem kuruluymuş gibi söylüyor: “özgürce” sözüyle filli durumda evrim teorisinin devletçe yasaklandığını kamufle ederek. Yani sanki sadece insanların değil devletin de bir özgürlük sorunu varmış gibi…
Özgür olmak fiilinin ikinci tekil veya ikinci çoğul hali özgür olmayı bir başkasının tasarrufuna hapseder ve paradoksa yol açar. Biri size özgürsün(üz) dediği zaman bu gerçekte özgür olmadığınız anlamına gelir. Bu yüzden Kuran çevirilerinde geçen Farsça kökenli “azat” ile “özgür” eş anlamlı değildir.
Bütün dünyada “özgür” sözcüğü olumlu anlamda kullanılıyor. Tuhaf olan da bu zaten; demagojiye en yatkın sözcük.
Evrim teorisini bilirsin ya da bilmezsin… Darwin evrim teorisinde milat. Birtakım mutedil İslamcıların ya da şunun ortasını bulalım diyen entelektüel mütedeyyinlerin ‘Evrim dinimizde de var’ lafları palavra. Darwin’i kendisinden önceki sözümona evrimcilerden ayıran en önemli fark zaten evrim teorisinin kendisi: Evrimin tamamen olumsallığa (doğa serbest güreşir) dayanması. Mikrop sözcüğünü tarihte ilk kim kullandıysa mikrobun kâşifi de odur diyemeyeceğimiz gibi (sözcükler keşiflerden önce gelir) evrimden ilk kim söz ettiyse teorinin sahibi de odur diyemeyiz. Evrim teorisine inanılmaz, bilinir. Bilmesen bile doğru kabul edersin. Einstein’ın teorisini de bilmezsin ama doğru kabul edersin (doğru kabul etmekle inanç arasındaki fark!). Bu evrensel eğitimin tüm insanlara bahşettiği bir ayrıcalık: Bilmiyorsun ama doğru kabul ederek cahil görünmekten yırtıyorsun. Öğretmenlerin bildiğini bilmek yetiyor. Bilimin bilmekle ilgili yaygınlaşması böyle bir vekâletle gerçekleşir, aklımızda olsun.
Mehmet Görmez sorunu ‘evrim teorisine inananlar ve inanmayanlar’ diye bir özgürlük alanına taşıyor güya, sanki evrim teorisine inananlar diye bir din var…
Darwin’den sonra evrim teorisinde birçok şey değişti, ama DNA’nın keşfinden sonra evrim teorisinin ispatı gibi fuzuli bir çaba bitti, aklımızda olsun.
Öğrenciler kendilerine verilen cezayı yanlış anlarlar. Kabullenmezler demiyorum aksine kabullenmeye her zaman hazırdırlar. Ama bu yanlış anlamada yalnız değiller, öğretmenler de eşlik eder onlara. Öğretmenlerin konu olan davranışa verdikleri cezanın yerini cezanın bir yan etkisi olan sessizlik alır ya; sessizlik cezayı kabullenmenin bir efekti olduğu halde ceza anlamına gelir burada. İdeal bir pedagojik ortamda olması gereken sessizlik... Her iki taraf da gözden kaçırır bunu. Sessizliği sağlayan otorite azıcık gevşediğinde öğrenci cezadan da kurtulmuş gibi olur ve gürültü yeniden başlar. Bu kez gürültü ceza konusu olur ve sessizlik ceza olarak uygulanır. Okullarda 100 desibelin üzerinde ses şiddeti. Çocukların intikamı… Milli Eğitimin kısır döngüsü…
YAŞLILIK
Kendimi elimde bastonla yürürken ve önüme çıkan taşları yolun kenarına yuvarlarken hayal ettim. Bir süre sonra yürüyüşe çıkmamın amacı buymuş gibi geldi. Yaşlılık hali. Bu işi hayırseverlik duygusuyla yapıyordum ama yaptığım iş pek yayaların lehine değildi. Daha çok araba yolundaki taşları atıyordum bankete. Bak bak yolun ortasına geçtim ve nerden sürüklenmişse koca kartonu kenara çektim. Elin kamyoncusundan bir selam koparacağım diye düştüğüm şu hale bak. Hayırseverlik duygusu ha, hadisene bir tür yaranma bu… Buradan kendime söz veriyorum asla böyle bir moruk olmayacağım, asla!.. (ünlem işareti iyi duruyor burada, dursun)
İtiraf bir israf… Galiba bunu söylememde kafiyenin rolü fazla.
BAKIŞ ve MEKÂN
Metroda bakış küçük, çok kısa dokunuşlarla sınırlı. Metro flörtöz bir mekân değil. Bunun nedeni bakışın baktığı anda yakalanması değil, kaçamaması. Herkes bilir bunu; camlara yansıyan görüntü bile içeriyi daraltır. Flörtöz mekânlar üzerine kıyaslamalar yapılabilir (ticari bir kafayla bile yapılabilir bu). Benim favorim sinemalardı. Eski Ankara sinemaları. Kapılar açılmadan fuayede beklenen süre… tatlı terbiyeli bir uğultu, bir kadının topuklu ayakkabı sesi, afişlerle oyalanma ve bakışlar…
MECAL
Yaşlıların ölümü kabullenmeleri… Burada ölümü kabullenmek bilgece bir davranış gibi geliyor; doğrusu yaşlıların artık ölüme direnecek mecalleri yoktur.
ÇİVİ ve TAHTA
Çivi tahtaya çakılır ve çakıldığı yerde sağlam bir şekilde durur. Biz bu haliyle maharetin çivide olduğunu sanırız, oysa tahta bünyesine giren bu yabancı cisimle moleküllerini sıkılaştırmıştır, çiviyi tutan budur… Ne işe yarar bu söz?
GEVEZELER
Gevezelerde hafıza sorunu
var. Anlattıklarını unutuyorlar. Yıllar önce geveze biriyle birkaç gün
geçirmiştim. Üçüncü gün dayanamadım “Seni dinlemediğimin farkında değil misin?”
dedim ona. “Neden dinlemiyorsun?” dedi. “Çünkü hep aynı şeyleri anlatıyorsun,” dedim.
“Yaaa!” dedi, bir süre sessizce durdu. “Biliyor musun Ömer,” dedi, “psikiyatrım
bana devamlı konuş, anlat dedi.” Sustu ve öylece kalakaldı. Mahzun hali
etkiledi beni. “Bak,” dedim ona, “acıyı nerede çekiyorsun?.. Sessiz kalınca mı?
Hiç sanmıyorum. Sen böyle aynı şeyleri anlatıyorsun ya, çevrendeki insanlar bir
süre sonra ilgilerini kaybediyorlar, sen ilgilerini çekmek için daha çok çaba
harcıyorsun ve terk ediliyorsun. Psikiyatristin yanılıyor… Sus ve John Lee Hooker
dinle…”
15 Temmuz darbe girişiminden üç gün
sonra metroda (İstanbul) üst panele monte edilmiş ekranda bir video izledim. Hacıosman’dan
Gayrettepe’ye gidene kadar iki kez. Videonun linkini vermek isterdim ama
internette bulamadım, ne Youtube’da ne İstanbul Büyükşehir Belediyesinin
sitesinde. Bu videoyu ararken AKP’nin daha önce yayınlanan RTE’nin İstiklâl
Marşı’nı okuduğu ve Yüksek Seçim Kurulunun yasakladığı videoyu buldum. Meğer
metroda izlediğim video o seçim videosunun
kısaltılmış versiyonuymuş, ses yerine İstiklal Marşı’nın 8. Kıtası alt
yazı olarak geçiyor (yani ezan, din, namahrem sözcüklerinin olduğu kıta).
Video, şehrin yüksek bir tepesinde
upuzun bir direğe çekili bayrağın kara paltolu, kara gözlüklü, kara eldivenli
bir adam tarafından indirilmesiyle başlıyor. Bayrak aşağı inerken gölgesi
şehrin üzerine düşüyor. Gölge, karartıcı kocaman bir leke. Gölgeden bayrağın
indirildiğini fark eden insanlar, işlerini güçlerini bırakıyorlar; kırdan,
caddeden, köprüden koşarak, iskeleden atlayıp denizden yüzerek (burada reklamcı
izleyicinin survivor sempatisine güvenmiş olabilir) direğin etrafında
toplanıyorlar, küme halinde birbirlerinin üzerine tırmanıyorlar, en son bir
genç adam direğin yarı beline inmiş bayrağın ipini yakalıyor ve elinden
bırakmadan aşağı atlıyor, bayrak da göndere çekiliyor. Ekseni
bayrak direği olan koni şeklinde insan yığını ve bu yığına ara yollardan
koşan insan seli. Video RTE’nin fotoğrafıyla son buluyor. Bu bir
reklam.
Şimdi başka bir hikâye anlatacağım,
gerçek bir hikâye. Ne alâka demeyin, bağlantı kuracağım. Bu hikâyeyi Marshall
Sahlins’in Tarih Adaları kitabından aldım. Yorumlar bana ait.
1844-46 yılları arasında Yeni Zelenda’da
Maoriler İngilizlere karşı ayaklanır. Bu ayaklanmayı anlamak için elimizde
yerli Maori dilinde kilit bir sözcük var: Tikanga. Varlığın kendini değil
ezeli geçmişi temsil etmesi demek; sonsuzluk kurgusu… tıpkı Nietzsche’nin
‘bengi dönüş’ü gibi geçmişi şimdide yaşatan töz. Ritüelin “tekrar”ıyla geçmiş
bir türlü geçmeyen zaman. Geçmişin şimdiyle paradoksu “tekrar”a tutunuyor. Zihnin
bir işlevi olarak aktif hatırlamadan değil, geçmişi sonsuzluğun garantisi
olarak konumlayan simgesel hatırlamadan besleniyor… Yazar bu durumu daha iyi
anlatmak için bir antropologtan, Elsdon Best’ten aktarıyor:
“Eskilerin Maori yerlisi için bir düşmana
‘Senin babanı’ ya da ‘Atanı yedim’ diyebilmek (bu olay kendinden on kuşak önce
gerçekleşmiş bile olsa) katıksız, tertemiz bir sevinç kaynağıydı.” (1)
Çin Seddi’ni gezen AKP veya MHP
milletvekillerinin Çinli rehbere dönüp ‘Sizin atalarınız burayı bizden korkusuna yapmıştı biliyorsunuz değil mi?’ demesi gibi. Gerçekten de böyle sözler söylendi.
Tarihle kurulan aidiyet bağı aynı anda, yani tarihsel bir konudan söz edildiği
anda garip bir senkron yaratıyor; aidiyet sadece soy ağacında değil, zamanın
içinde kuruluyor. Zaman akıp geçse bile tüm geçmiş şimdiki zamanda, veya hiç de
yanlışlanamayacak tersi tabirle şimdi-geçmişte ikamet ediyor. Antik çağın dünyayı mitolojide dondurup baki kalması gibi.
Maoriler niçin ayaklandı?
Devam edelim. İngilizler, Adalar
Koyu’ndaki nicedir en kalabalık Avrupa yerleşimi olan Korororeka’da kendi
bayrağını dalgalandıran bir direk dikerler. Maori asi (‘asi’ adlandırması
İngilizlere ait tabi) Hono Heke ve savaşçıları Haziran 1844 ile Mart 1845
arasında tam dört kez bu bayrak direğini keserler. İngilizler başta saldırının
bayraklarına olduğunu düşünürler. Oysa Maorilerin hedefi doğrudan bayrağın
asılı olduğu direkti. Simgeler arasında bu ayrım görünmüyordu. 19. Yüzyılda
bayrak direğe asılıyordu, direği olumluyordu: daha yüksek, daha görünür, daha
hâkim. İngilizler bayrağı görürlerken, Maoriler direği görüyorlardı. Ama
saldırı iki simgeyi de özdeşleştirmişti. Bu özdeşlik paylaşılmış bir bilinçdışı
da üretiyordu: Sosyal bilinçdışı.
Simge,
hem kompakt yapısıyla anlamı çoğaltır, hem de kendi kökenini unutup
“tekrar” üzerinden hafızayı yok eder. Aktif hafıza olayı hatırlarken, “tekrar”a
dayalı hafıza sadece “tekrar”ı hatırlar (bu durumda ritüeli, simgeyi). İşte
bilinçdışıyla bilincin gidip geldiği bir odak olarak simge, bu ikilemde biri
modern diğeri yerli iki halkı karşı karşıya getirdi. Simgeler farklıydı ama
savaşma sebepleri tek bir simgeye indirgenmişti. Savaş için simgesel mutabakat
gerekiyordu. Bunu nasıl açıklayacağız?
Önce simgelerin farkından başlayalım.
Direk: Maoriler.
Bayrak: İngilizler.
Maori için cinsel edim kozmogoninin
“özet”i gibi, eril Gök (Rangi) ile
dişil Yer (Papa) arasındaki ilk
birleşmenin tekrarı. Burada karşımıza ağaçların babası ve gövdesi olan Tane çıkıyor. Tane’nin mitolojik konumu Yer ile Gök arasında mücessem bir bağ
sağlamak. Doğum fizyolojisi bu ağaç üzerinden karmaşık versiyonlarda bir
yaratılış öyküsü sunuyor. Maoriler kendi cinsel edimlerini mitolojiyle
dolayımladıkları için bu ağaca görselliğine uygun hem kısırlaştırıcı hem de
üretken bir rol atfetmişler. Çünkü ‘Tane
başının üzerine dikilip Yer Ana’yı bastırıyor ve atasını öldürmeyi yansılayan
bu edimle, Gök Baba’yı Yer Ana’nın koynundan iteliyor. Daha sonra Gök’ü dört
direğin üzerine oturtarak insan soylarının Yer’i ele geçirmesini sağlıyorlar.’
Yani insan Tane’nin çöpçatanlığı
sayesinde Gök’ün yerine kendisi geçiyordu. Ama burada bir soru soralım, Tane gerçekten de modern insanın “simge”
dediği kavramın özelliğini taşıyor muydu? Hayır. Maoriler Tane ağacıyla bir
ilişki kuruyorlardı, yaşayan, birbirini doğrudan etkileyen, ağaçtan yapılan her
bir imalatın, her bir dikimin bir öncelik, ayrıcalık kazandırdığı bir
bütünleşme. Mesela ağaçtan yapılma kanolar insanlara meşru bir göç, göçmen
statüsü veriyordu; direkler tazeyse, bu, yeni dikildikleri anlamına geliyordu
ve kurnazlıkla direklerini ateşte kurutanlar daha önce mukim olmuşlar gibi
yerin asıl sahibi sayılıyorlardı. İlkel insanlarda (2) nesnenin görünüş ve
imgesinin, insan karakterine aynı şekilde nüfuz ettiğini gözden kaçırmayalım.
Mitolojik nesne devredilen, değiş tokuş edilen, taşınan bir mizaç gibi işler
insan ruhuna. (bkz. Lucien Levi-Bruhl, İlkel Toplumlarda Mistik Deneyim ve
Simgeler, özellikle Beşinci Bölüm.)
İngilizler için bayrak direği, bayrağın
simgesel bir parçası değildi. Ama saldırıyla simgeleşti; saldırının stratejik
hedefi olduğu için. Maorilerin direği kesmeleri, her seferinde İngilizlerin
direği yeniden dikmelerine neden oldu: ‘Seni gördüm, geri adım atmıyorum.’ Bu
karşılıklı restleşme iki ayrı simgeyi aynı boylamda eşitledi. Bu sadece
simgenin eşitlenmesi olsa iyi, moderni ilkelin bilinçdışıyla eşitledi. İlkelde
olan bilinçdışı, modernde yok demek istemiyorum, demek istediğim iki ayrı
bilinçdışı ilkel lehine eşitlendi. Dolayısıyla iki taraf da birbirini
tanıyamadı. Bu tanıyamama süresi içinde çok şiddetli çarpışmalar oldu. Düz bir
şekilde baksak, mesela bu savaşın arabulucusu rolünü üstlenip, taraflara bir
direk yüzünden savaş mı olur desek, bu durumda simgeyi gücünden elediğimiz için
hiç yoktan üçüncü bir husumet kanalı açmış olurduk. Üstelik bu kanal bir kaosa
neden olur, iki tarafın savaşmalarına rağmen simgeyle buldukları “ortak” dili
inkâr ederdi. Bayrağa bir bez parçası dediğinizi düşünün (gerçekte öyle olduğu
halde). Zaten simgenin gücü böyle diyebilmeye karşı gösterilecek şiddetli
potansiyel tepkiyi bünyesinde saklı tutması. Öte yandan burada savaşın nedeni
olarak gösterilen aynı simge (direk), durum anlaşıldığında barışın da bir öğesi
haline geliyordu. Düşünün yabancılar diktikleri direkle Yer’le Gök arasında
kurulan cinsel bağa kendilerini yerleştiriyorlar ve bunun sağlayacağı soydaşlıkla
ülkenin asıl sahibi görünüyorlardı. Maorilerin kendileri için bir yaşam algısı
ve yaşam tarzı olan bu durum, söz konusu direk ancak yabancılar tarafından
dikilince bir simge haline geliyordu. Kendi elindeyken muhlis bir nesne,
yabancının elindeyken melun bir simge. İşin ilginci Maoriler İngilizlerin direk konusunda
kendileri gibi düşündüğünü sanıyorlardı. Geç
de olsa durumu anlamak hep modern tarafa düşer. Anlayan taraf empati
beklenen taraf anlamına da gelir tabi. Freud Totem ve Tabu’da “Onların (ilkellerin) ruh hayatında kendi
gelişimimizin iyi muhafaza edilmiş ilk aşamasını buluruz.” der. Burada
Freud’un söylediğiyle polemiğe girmeyecek şekilde şunu da eklemek gerekir:
İlkellerde artık geride bıraktığımız halimizi değil, onlara bakarak tarih
içinde dönüşmekten tanıyamadığımız şimdiki halimizi daha çıplak görme imkânına
kavuşuruz. Modern ancak ilkel karşısında kendisiyle karşılaşır, bunun tersi de
doğrudur. Bu karşılaşmanın, yani kendiyle diğerinin dolayımıyla karşılaşmanın
her iki tarafa da yansıyan olumsuzluğunu bir utanca vardırmak… bu yazının
yapmak istediği bu. Gerçekten de sosyal bilinçdışı denilen şey bir kitle
psikolojisine denk geliyor. Kendini belli bir yığının küt zihninden çekip
çıkarmak isteyen bireyin en önemli duyarlılığı utanç. Farkına varmak ve nasıl
şu kaba saba ruh haline düştüm de sürünün içinde yer aldım diye utanmak.
Düz anlamıyla cinselliği utanca çeviren
kültürün bu cinselliği ikame sembollerle bir tapınç nesnesine dönüştürmesinin
utancı? Cinselliği yalın haliyle müstehcen kılan ve cinselliği simgelerle
kamufle eden muhafazakâr kültüre karşı simgesel tapınç nesnelerini çözümlemenin
müstehcen etkisi. Bu, müstehcenliğin en ağır hali. Çünkü müstehcenliği kendi
dışında görmeye alışmış bakışın kendinin farkına vararak tam da bu durumu
müstehcen kılması…
Bayrak ve direk=fallus… Direkle fallusun
ilkel ilişkisi Maorilerde daha dolaysız; Freud’un tabiriyle daha iyi muhafaza edildiği için bu örneği
seçtik.
Modern anlamda bayrak muhtemelen Çin
kökenli ve ipekten yapılıyor. Batı bu bayrağı Haçlı Seferlerinden sonra
öğrendi. Deriden yapılanlardan daha hafif, daha esnek. Rüzgârda durmadan
salınıyor. Hareket ilgi çeker, kendine baktırır. Başlangıçta dağınık askerleri
bir arada toplama amacı taşıyan bayrak, bir güç temerküzü. Henüz bir yeri ele
geçirmenin simgesi değil, sonradan buraya varıyor. Bayrağın yüksek bir yere
konmasıyla, yüksekliğin bayrağın bir uzvu haline gelişi arasındaki kopuş
direkle başlıyor. Mızrağın veya sopanın ucundaki bayrağı yüksek bir yere
dikmekten, bizzat bu yüksekliği direkle kendine dahil eden bayrağın özel bir
tarihçesi olmalı. Adeta politize olmuş
bir cinsellikle kendini teşhir eden bir fallus var karşımızda. Bir toplanma,
bir işaret yeri olmaktan hâkim bir şekilde görünür olmaya geçiş. Bayrak direği,
günümüzde bir teknolojiye, mekanik bir sisteme de denk geliyor. Guinnes
rekorlar kitabına girmek için sürekli geliştirilen bir mimarisi var. Rekorlar
sırasıyla Türkmenistan (133m), Azerbeycan (162m), Tacikistan (165m) ve en son
Suudi Arabistan (171m) tarafından kırılmış. Türkiye’nin en uzun bayrak direği
Ankara Cebeci 50. Yıl Parkı’nda (100m). Ülkeler arası benzerliğe dikkat.
“Bir içgüdü hiçbir zaman bilinç nesnesi
haline gelemez.” (3) Doğru. Ama güdüymüş gibi davranan ve güdüymüş gibi kendi
kendini bağışlayan her davranış bilinç nesnesidir. İnsanlar bayrağa ve direğe
bir içgüdüyle yönlendiriliyorlarmış gibi koşarlarsa ortada bilinci ilgilendiren
bir durum vardır. Çünkü bilinçdışı bilincin nesnesidir.
Malûm, Türk-İslâm sentezinin iki bileşen
simgesi bayrak ve ezan. Bu iki simge bazen birbirine karşı rekabet halinde
(yeşile karşı kırmızı), bazen müttefik. Yakın tarih için söyleyelim, Çözüm
Süreci denilen dönemde bayrak iktidara karşı kullanılan bir simgeydi. Son yirmi
yıldır her iki simge öyle ya da böyle yaşamımızda daha etkin. Bir kere
bayraklar yaygınlaştı. Sivil halkın meşruiyet aracı haline geldi, asker
uğurlama taşkınlıklarından kaçak inşaata kadar her yer bayrak. Köyden kente
geçişin ve hızlı iskânlaşmanın bir aracısı olarak bayrak mesela, bir eşitlik,
bir kabul talebi de içeriyor gibi. Pratik bir kentleşme adabı. Bayrak
direklerinin boyu uzadı, özel bakım isteyen devasa bayraklar asıldı.
Bayrak için uzun direk neyse ezan için de hoparlör o.
Daha görünür olandan daha işitilir olana duyumsal koşutluk. Hoparlörle ezan
sesinin desibeli arttı, çevre kanununda belirtilen ses eşiğini aştı.
Agresifleşti. Minareler dışında, sokak aralarına hoparlörlerle adeta ezan
şubeleri kuruldu. Bazı yörelerde ezan merkezi sisteme geçti. Ses olarak fallus,
hatta düz anlamıyla erkek sesi. Kadın müezzin yok mesela.
15 Temmuz’da bayrak ve ezan tarihte
belki de hiç olmadığı kadar yakınlaştı. Bu yakınlaşma bayrak ve ezanın
sözlüklerde yapılan genel geçer tanımlarını temsil etmeyen bir davranış
üzerinden oldu. Şiddet. Herkese bir iktidar imkânı tanıyan, aynı anlama gelmek
üzere herkese bir meşruiyet hakkı tanıyan şiddet temsili. Ve bundan daha
önemsiz olmayan kamuflaj: es kaza duyduğu ilk anda darbeyi desteklemişse,
darbeci olan gruptan bir tanıdığı, geçmiş bir ilişkisi varsa bile bayrak her
şeyin üzerini örtüyordu; anonimin parçası olmak her şeyi temize çekmeye
yetiyordu. Hazır bir şiddet potansiyeli; aynı zamanda iktidarda kim olursa
olsun her tür iktidara bir uzlaşı daveti, hazır bir ateşkes simgesi… Bu iki
simgenin (ezan ve bayrak) bu derece başat bir karakter taşıması yüzyıllardan
gelen bilinçdışı yatırımın ürünü. İki simge de insanlar hiçbir şey yapmasa bile
durdukları yerde onlar adına varlığı olumlayıcı. Mümin camiye gitmese de ezana
kulak vermesi, bacak bacak üstüne atmışsa bacağını indirmesi, bayrağı görünce
her şeyi yerli yerinde algılaması… tüm bunlar hazır bir saygının, herkese
temkinli olmayı telkin eden iki önemli aidiyet öğesinin bileşeni. Ama bu
aidiyet bileşenleri, “iç düşman” ilânıyla kendi yurttaşını da aidiyetin dışına
atan simgeler. Kim tekbir getiriyorsa diğeri dinsiz, kim elinde bayrak
taşıyorsa diğeri hain. Bayrağın ve ezanın çok seri bir şekilde oluşturduğu
“biz” ve açıkta kalanlar (ya bizdensin, ya değilsin) “biz”in sahiplendiği
şiddet imkânının kime yöneleceğini, kimi sindireceğini de belirlemiş oluyordu.
Bayrak ve ezan o anda, yani bu fiili durumda bildiğimiz anlamları temsil
yeteneğinden sıyrılıyor ve doğrudan “biz” denilen insanların şiddetini temsil
ediyor. Hatta şiddetin kendisi olur. Beden: tekbirin ve bayrağın mücessem hali.
Ama burada anlatmak istediğimizden tam tersi bir anlam çıkmasına karşı da
uyanık olalım. Hayır, bu yapılanlar bayrağın ve ezanın temsilini değiştirmiyor,
sadece bu genel geçer temsilin vaat ettiği anlam birileri tarafından
diğerlerine karşı kullanılıyor; eylem anlamı daraltsa da, amaç kavramın
(sembolün) kapsayıcılığını ele geçirmek! Bayrak evrensel anlamıyla bağımsızlığı
değil, muktedir olanın etrafında toplanmayı ve diğer grubu dışlamayı,
sindirmeyi temsil etse bile gönderilen hâlâ sözcüğün bu ilk sözlük anlamıdır.
Temsil ve anlamı ele geçirme arasındaki ayrım bu hareketli dakikalarda
görünmez. Bayrak ne kadar görünür olursa bu ayrım o kadar muğlaklaşır. Bayrak
ve tekbir güya “tarafsız”, ama kim elinde sallarsa, kim söylerse onun
tarafında. Kullanışlı. Bayrak insanı temsil edeceğine insan bayrağı (diyelim
Kurtuluş Savaşı’nda düşmanın üzerine
yürürken) temsil ediyor. Burada şu örnek iyi gidecek: Büyük kentte yaşayan Doğu
Karadenizli biri normal zamanlarda İstanbul şivesi konuşurken öfkelendiği zaman
Karadeniz şivesi konuşur. Dil öfkeyle kendiliğinden şiveye kaysa da, gerçekte
bilinçli bir tercih de vardır altında. Kestirip atan, iletişimi kesen şive
sadece öfkeyi temsil ediyormuş gibi görünürken aslında çoğullaşmak için hemşerici (etrafta Karadenizli biri varsa
diye) çağrıyı temsil eder.
Haklı olarak şöyle bir soru sorulabilir.
Bir toplumda kriz anlarında neden adaleti temsil eden simgeler (mesela terazi)
değil de fallusvari simgeler öne çıkar? Çünkü fallus ancak bir tehdit
karşısında (kastrasyon) simge olabilir. Tehdidi somut bir şey olarak
düşünmeyelim, fallusun teminatı açısından imgesel olması daha makbuldür. İmge
somut olan “düşman”a giydirilir. Aslında kendi halinde bayrak ve ezan yoktur,
insanla ilişkisinde vardır ve insanın semptomu olarak kendi halinde durdukları
yerden şiddet olarak fırlarlar. Tıpkı Maorilerde Tane ağacının olmaması gibi, Maoriler onu kendi cinsel kaygılarının
bir semptomu olarak yaşarlar (kaygılarını giderirler). Ama Maorilerde bu düz
anlam, yani fallusun cinsellikle direkt ilişik olması, ta başta sözünü ettiğim
AKP reklamını da tuhaf bir olumsallıkla aynı düz anlama çevirme yeteneğine
sahip. İlkellikten biraz hallice bir durumun ilkel üzerinden çözümlenmesi.
Modern öncesi bir durumla modernizm arasında gidip gelen bir marazilik. Fallus
bayrak görünümünde bir simge değil elbette. Bayrak sayesinde reklamda olduğu
gibi insanların birbirine yakınlaşma ihtiyacı cinsel. Fallus bu semptomu böyle
bir dolayımla ortaya çıkardığı için, insanlar bu fallusa eklemlenmek istedikleri,
onda vücut buldukları, bizzat direğin etrafını sarmalarken kendileri fallus
oldukları için… Böyle bir olumsallık başka hiçbir ülkede kurgu bile olsa bu
kadar deşifre edici olmazdı. Aynı zamanda bir itiraf bu. Demek ki bu ülkede
fallus olmak sosyal bir fantezi. Bunun entelektüel analizi, ya da içerden
birinin bu fanteziyi teşhir etmesi utanca neden olmaz mı? Beklentimiz bu.
Simge ve söylem üzerinden kurulan
eşzamanlılık… Günde beş vakit okunan ezan, duyulan bu dış ses, tüm mahallede
herkesi içine alan bir eşses olarak bilinçdışında bir aidiyet oluşturur.
İşitsel aidiyet. Ezanın hem ibadet hem de propaganda aracı oluşunun yanında bu
işitsel tarafı sessizce herkesi kendi mahremiyetinde aidiyet biriktirmeye
zorlar. Biri sizin yerinize ibadet eder, kimliğinizi sesle onaylar. Namaza
gitmeseniz de sizi davet eden, orada olduğunuzu varsayan, bu sesle varlığınızın
olumlandığını, güvende olduğunuzu bildiren bir üst ses. Öyle ki türlü
dertlerden muzdarip olsanız bile, bu sesin mahşeri uzaklığı ile kendi derdinize
nötr kalırsınız. Dikkat edin, tarafsız ve kayıtsız anlamında nötr değil burada
olan. Hayatın gailesini bastıran, uhrevi anlamda. Öyle ki, bu ses duyulduğu
zaman müzikler susmalı, duygu kendini daha üst bir sese adamalı. Lacan’ın
söylediği evrenselin kendinin istisnasından doğduğu tezi, ezanın istisnası ve
aynı zamanda sesin de istisnası olan hoparlör sayesinde gerçekleşir. Ezan
yereldir, ama hoparlör evrenseldir. Kendi olan (yerel) ses Batı teknolojisiyle
(hoparlör) birleşerek aşırı yerelleşir. Ziya Gökalp’in medeniyetini alalım ama
hars bizden olsun dediği şey tam da budur işte. Ama ses otantikliğini kaybeder.
Bu durum bizi yerel ile otantik arasındaki farka götürür. Yerel olan batı
teknolojisi karşısında bir oryantasyon çabasının ürünüyken, otantik olan bu
çabanın uzağında yerelin henüz erişemediği kendine yeterlik halidir. Bu yüzden
toplum hızla yerelleşir, otantikliğini kaybeder. Nokta. Bu konu başka bir
yazıya…
(1)Marshall Sahlins,
Tarih Adaları, s.71, Çev. C. Hakan Arslan, Dost Kitabevi, 1998, Ankara
(2)‘ilkel’i
aşağılayıcı bir sıfat değil isim tamlaması olarak kullandığımı belirtmeme
bilmem gerek var mı?
(3)Freud,
Metapsikoloji, s.175, Çev. Dr. Emre Kapkın-Ayşen Tekşen Kapkın, İstanbul, 2002