5 Şubat 2017 Pazar

Oyun Üzerine




İnsanlar direkt ilişki kuramazlar. ‘Direkt ilişki’nin muğlak bir ifade olduğunu baştan teslim etmem gerek. Çünkü direkt ilişki deneyimlenebilir bir şey değil. İnsanlar araya üçüncü olguları katarlar, hatta kendileri de bu üçüncü olguların taşıyıcısı hüviyetine bürünürler. Saat kaç? Hava soğuk. Bu kitap çok güzel vb. Daha iyi anlatmak için şöyle söyleyeyim: İnsan hiç konuşmasa bile beden dili üçüncü bir olgu gibi işler. İnsan bedenindeki dilden sıyrılıp üryan kalamaz.

Oyun, çöpçatandır.

Oyun… kendisi de bir üçüncü olgu olmasına rağmen insanları direkt ilişkiye yaklaştıran en iyi araç. Wittgenstein oyunun tanımlanamayacağını söylerken haklıydı. Bir adım daha atalım: İnsan diğer insanı talep eder, ama böyle görünmek savunmasız kıldığından her ilişki oyuna evrilir. Yani oyunun tanımlanamayışı ciddiyetin içinde erimesindendir…


Oyunun çocuk için çekiciliği hayatın sıkı kurallarını ihlâl etmesiyle handikaplı. Oyunun kendi kuralları ise bu ihlâli var olma ciddiyeti üzerine yeniden kurmasıyla özerk. Ne demek istiyorum? Çocuk eğitimle ideal bir norma kavuşabilir, oyunda ise özgün karakterine.

Oyunun itaatkâr ciddiyetin zıttı gibi görünmesinin bir tarihi var tabi. Bu iki kavramı sebep sonuç ilişkisi içinde düşünmek de mümkün. Ama hangisinin sebep hangisinin sonuç olduğuna dair bir milat belirlemek baştan sakat. Sanki doğuştan oyuna meyleden çocukları bir yere hapsedip onları eğitmek; ya da  otoriter pedagojiden sıkılan çocukların oyuna meyletmesi. Hangisi diğerini önceliyor? Oyun ve pedagojinin sırasıyla olumsuz ve olumlu imajı zamanla toplum algısını da oluşturuyor. Geçtiğimiz son iki yüzyılın büyük pedagogları (meslekleri bugünkü gibi bir uzmanlık değilse de) bu algıya karşı ‘çocuk’u icat ettiler. Oyun zamanı ders zamanından ayrıldı. Çocuk oyun arzusunu bu gayri zamana ertelemeliydi. Teneffüs ve beden eğitimi dersleri bunun içindi… Laik eğitimin çocuklar için medreseden veya manastırdan radikal farklılığı pozitif bilim dersleri değil, oyuna tanınan bu imkândı işte: Eğlenmek!


Sadece eğlenmek mi? Hayatı oyunla taklit etmek ve hayatın kasıntı külfetini tiye almak: Çocuk bunu elbette bilgelik olsun diye yapmasın, ama hayata oyunun dolayımıyla dönmek ister istemez bu bilgeliği kazandırır.

Oyunun pedagojiye dahil edilmesinin tarihsel arka planı ilginç.  Türkiye’de yirmi yıllık mazisi var, yok. Eğitimin katı disiplinle yürütüldüğü ilk zamanlarda oyun yasaktı. ‘Oyun oynamayı bırak!’ Disipline uymayan her tür davranışı oyun diye telakki eden geleneksel otoritenin bu sözü, azarlayıcı tonundan hiçbir şey kaybetmeden bugün hâlâ söylenir. Çocuğun dikkat dağınıklığı bir oyuna angaje olduğunu göstermez mi zaten. Oyun kendi başına bir kurallar bütünüyken, ancak dersten kaçışla anomali olur; tam da ders dinleme denilen kurala karşı. Oysa mutlak bir dikkat dağınıklığı yoktur, derse dikkat etmeyen öğrenci oynadığı oyuna dikkat ediyordur. Oyun, anlamı genişleyen bir sözcük (Huizinga, oyun üzerine denemesinde bu sözcüğü dünyanın önemli dillerindeki anlamlarını karşılaştırmış)(1). Öğrenci dersi dinlemediği halde dersi dinliyormuş gibi, arkasına yaslanmış, gözünü öğretmene dikmiş halde bir başka “oyun” oynayabilir: Tiyatral oyun.

Son zamanlarda ‘oyunla öğretim’ diye Batı’dan alınma bir anlayış içindeyiz. Oyunun eğitimle bütünleşmesi. Güzel. Böyle görünüyor.

‘Çocuklar oyun oynamıyorlar, sanki kuralları gerçekleştiriyorlar.’ Böyle bir lâf ettim geçende. Devletin çocukların oyunlarına el atmasıyla olan bu.

Oyun oynamak nihayetinde kuralları gerçekleştirmek olduğu halde, sözün böyle söylenişi kulağa Kant’ın antinomilerinden birini duymuşuz gibi geliyor. Ama dikkat! Oyuna tabi olan kurallar, ayrışıp kurallara tabi olan oyun biçiminde tezahür edebilir. Sözümün arkasında durunca daha iyi fark ettim bunu.   Yağmur yağması da su döngüsünün gerçekleşmesidir ama, yağmur yağınca her seferinde bunu su döngüsünün biteviyesiz tekrarlanan kanıtı olarak yaşamayız; ıslanırız, üşürüz, hüzünlü oluruz vb.

Her toplum oynadığı oyunlara benzer. Daha doğrusu bir oyunun çıkış yeriyle yaygınlaşması arasında kurulan toplumsal benzeşmeyi pedagoji hızlı biçimde sağlar. Mesela bütün çocukların bildiği Mendil Kapmaca oyunu Metin And’ın araştırmasına göre Of’un Kalanas (yeni adı: Çalışanlar) köyünde oynanıyormuş. (2) Bu mendil kapmaca oyununu Ofluların icat ettiği anlamına gelmez.

Ofluların otobüsüyle yolculuk yaptığım bir gün yolculardan biri ‘Dünyaya medeniyet Of’tan yayıldı demişti. Adam buna inanmıştı. Dediği doğru olsaydı bile, keşke bunun şu an yaşayan kendisiyle bir ilgisinin olmadığını anlasaydı.

Mangala diye bir oyunu Milli Eğitim müfredata almış. Türklerin bulduğu bir oyun diye bir de tarihçe yazmışlar. Bir oyunu hangi milletin icat ettiği nasıl tespit edilir ki? Buluntu oyun malzemelerinden mi? Radyokarbon yöntemiyle tarihlendirilen oyun malzemesinin günümüze ulaşması; bu oyunun zengin biri tarafından oynandığını (dayanıklı malzeme) mı gösterir, yoksa oyunun icadını mı? Manyak şeyler bunlar. Dünya medeniyetine katkımız olsun diye düştüğümüz gülünç duruma bak. Şöyle denseydi daha gerçekçi olurdu: Bir zeka oyunu olan mangala Türklerin yaşadığı şu bölgelerde oynanmıştır, şu bölgelerde yapılan arkeolojik kazılarda mangala tahtası bulunmuştur… Hem daha medeni (arkeolojik kazı yapabiliyormuşuz).









(1)    Johan Huizinga, Homo Ludens, s. 47-66, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay Ayrıntı Yay. İst.

(2)    Metin And, Oyun ve Bügü, s. 269, Yapı Kredi Yay. İst.