İnsanlar direkt ilişki kuramazlar. ‘Direkt
ilişki’nin muğlak bir ifade olduğunu baştan teslim etmem gerek. Çünkü direkt ilişki
deneyimlenebilir bir şey değil. İnsanlar araya üçüncü olguları katarlar, hatta
kendileri de bu üçüncü olguların taşıyıcısı hüviyetine bürünürler. Saat kaç?
Hava soğuk. Bu kitap çok güzel vb. Daha iyi anlatmak için şöyle söyleyeyim: İnsan hiç konuşmasa
bile beden dili üçüncü bir olgu gibi işler. İnsan bedenindeki dilden sıyrılıp
üryan kalamaz.
Oyun, çöpçatandır.
Oyun… kendisi de bir üçüncü olgu
olmasına rağmen insanları direkt ilişkiye yaklaştıran en iyi araç.
Wittgenstein oyunun tanımlanamayacağını söylerken haklıydı. Bir adım daha atalım: İnsan
diğer insanı talep eder, ama böyle görünmek savunmasız kıldığından her ilişki
oyuna evrilir. Yani oyunun tanımlanamayışı ciddiyetin içinde erimesindendir…
Oyunun çocuk için çekiciliği hayatın
sıkı kurallarını ihlâl etmesiyle handikaplı. Oyunun kendi kuralları ise bu
ihlâli var olma ciddiyeti üzerine yeniden kurmasıyla özerk. Ne demek istiyorum?
Çocuk eğitimle ideal bir norma kavuşabilir, oyunda ise özgün karakterine.
Oyunun itaatkâr ciddiyetin zıttı gibi
görünmesinin bir tarihi var tabi. Bu iki kavramı sebep sonuç ilişkisi içinde
düşünmek de mümkün. Ama hangisinin sebep hangisinin sonuç olduğuna dair bir
milat belirlemek baştan sakat. Sanki doğuştan oyuna meyleden çocukları bir yere
hapsedip onları eğitmek; ya da otoriter
pedagojiden sıkılan çocukların oyuna meyletmesi. Hangisi diğerini önceliyor?
Oyun ve pedagojinin sırasıyla olumsuz ve olumlu imajı zamanla toplum algısını
da oluşturuyor. Geçtiğimiz son iki yüzyılın büyük pedagogları (meslekleri
bugünkü gibi bir uzmanlık değilse de) bu algıya karşı ‘çocuk’u icat ettiler.
Oyun zamanı ders zamanından ayrıldı. Çocuk oyun arzusunu bu gayri zamana
ertelemeliydi. Teneffüs ve beden eğitimi dersleri bunun içindi… Laik eğitimin
çocuklar için medreseden veya manastırdan radikal farklılığı pozitif bilim
dersleri değil, oyuna tanınan bu imkândı işte: Eğlenmek!
Sadece eğlenmek mi? Hayatı oyunla taklit
etmek ve hayatın kasıntı külfetini tiye almak: Çocuk bunu elbette bilgelik
olsun diye yapmasın, ama hayata oyunun dolayımıyla dönmek ister istemez bu bilgeliği kazandırır.
Oyunun pedagojiye dahil edilmesinin
tarihsel arka planı ilginç. Türkiye’de
yirmi yıllık mazisi var, yok. Eğitimin katı disiplinle yürütüldüğü ilk
zamanlarda oyun yasaktı. ‘Oyun oynamayı bırak!’ Disipline uymayan her tür
davranışı oyun diye telakki eden geleneksel otoritenin bu sözü, azarlayıcı
tonundan hiçbir şey kaybetmeden bugün hâlâ söylenir. Çocuğun dikkat dağınıklığı
bir oyuna angaje olduğunu göstermez mi zaten. Oyun kendi başına bir kurallar
bütünüyken, ancak dersten kaçışla anomali olur; tam da ders dinleme denilen
kurala karşı. Oysa mutlak bir dikkat dağınıklığı yoktur, derse dikkat etmeyen
öğrenci oynadığı oyuna dikkat ediyordur. Oyun, anlamı genişleyen bir sözcük
(Huizinga, oyun üzerine denemesinde bu sözcüğü dünyanın önemli dillerindeki
anlamlarını karşılaştırmış)(1). Öğrenci dersi dinlemediği halde dersi
dinliyormuş gibi, arkasına yaslanmış, gözünü öğretmene dikmiş halde bir başka
“oyun” oynayabilir: Tiyatral oyun.
Son zamanlarda ‘oyunla öğretim’ diye
Batı’dan alınma bir anlayış içindeyiz. Oyunun eğitimle bütünleşmesi. Güzel.
Böyle görünüyor.
‘Çocuklar oyun oynamıyorlar, sanki
kuralları gerçekleştiriyorlar.’ Böyle bir lâf ettim geçende. Devletin
çocukların oyunlarına el atmasıyla olan bu.
Oyun oynamak nihayetinde kuralları
gerçekleştirmek olduğu halde, sözün böyle söylenişi kulağa Kant’ın
antinomilerinden birini duymuşuz gibi geliyor. Ama dikkat! Oyuna tabi olan
kurallar, ayrışıp kurallara tabi olan oyun biçiminde tezahür edebilir. Sözümün
arkasında durunca daha iyi fark ettim bunu.
Yağmur yağması da su döngüsünün gerçekleşmesidir ama, yağmur yağınca her
seferinde bunu su döngüsünün biteviyesiz tekrarlanan kanıtı olarak yaşamayız;
ıslanırız, üşürüz, hüzünlü oluruz vb.
Her toplum oynadığı oyunlara benzer.
Daha doğrusu bir oyunun çıkış yeriyle yaygınlaşması arasında kurulan toplumsal
benzeşmeyi pedagoji hızlı biçimde sağlar. Mesela bütün çocukların bildiği
Mendil Kapmaca oyunu Metin And’ın araştırmasına göre Of’un Kalanas (yeni adı:
Çalışanlar) köyünde oynanıyormuş. (2) Bu mendil kapmaca oyununu Ofluların icat
ettiği anlamına gelmez.
Ofluların otobüsüyle yolculuk yaptığım
bir gün yolculardan biri ‘Dünyaya medeniyet Of’tan yayıldı demişti. Adam buna
inanmıştı. Dediği doğru olsaydı bile, keşke bunun şu an yaşayan kendisiyle bir
ilgisinin olmadığını anlasaydı.
Mangala diye bir oyunu Milli Eğitim
müfredata almış. Türklerin bulduğu bir oyun diye bir de tarihçe yazmışlar. Bir
oyunu hangi milletin icat ettiği nasıl tespit edilir ki? Buluntu oyun
malzemelerinden mi? Radyokarbon yöntemiyle tarihlendirilen oyun malzemesinin
günümüze ulaşması; bu oyunun zengin biri tarafından oynandığını (dayanıklı
malzeme) mı gösterir, yoksa oyunun icadını mı? Manyak şeyler bunlar. Dünya
medeniyetine katkımız olsun diye düştüğümüz gülünç duruma bak. Şöyle denseydi
daha gerçekçi olurdu: Bir zeka oyunu olan mangala Türklerin yaşadığı şu
bölgelerde oynanmıştır, şu bölgelerde yapılan arkeolojik kazılarda mangala
tahtası bulunmuştur… Hem daha medeni (arkeolojik kazı yapabiliyormuşuz).
(1) Johan
Huizinga, Homo Ludens, s. 47-66, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay Ayrıntı Yay. İst.
(2) Metin And,
Oyun ve Bügü, s. 269, Yapı Kredi Yay. İst.