Sandığın açılmasına daha iki saat
vardı ve gelen giden yoktu, avare avare okulun penceresinden plaja bakıyordum (
okul deyişim biraz dil alışkanlığı, biraz da diğer türlüsünü kendime
yedirememem; demek istediğim, okul öğrenci yetersizliğinden kapandı ve bina çoktan
Kuran kursuna çevrildi), her yer insan kaynıyordu. İnsanlar ille de gruplar halinde; herkes bir şekilde yanındakine bulaşmıştı, sırnaşık bedenler… çocuk sesleri geliyordu, sürekli bir bağırtı… Tepede ve
aşağıda kumsalın bitimindeki eğreti toprak yol boyunca park etmiş arabalar; o
kadar çoklardı ki, veya bir tür dağınıklıktan o kadar çok görünüyorlardı ki…
Yedi yıldır bu köyde oturuyordum ve hiç bu kadar arabayı bir arada görmedim.
Hercümerç… kapalı kasa kamyondan panelvana kadar saygısızca park etmiş,
birbirinin çıkış yolunu kesmiş çeşit çeşit arabalar… denize paralel, çapraz,
dik, arkası dönük, önü dönük… doğal renklerin ortasında bir yığın metalik
renkler, ağırlık gride… Evet geçen yıllarla kıyasladığımda insanların zenginleştiğini,
araba sahibi nüfusun arttığını söyleyebilirim… ama insanların sahibi oldukları
şeyle, sahibi oldukları şeyi kuşatan mekanı birbirinden kopuk algılamalarında
değişen hiçbir şey yok… “Evrende her şey minimum enerjiye ve maksimum
düzensizliğe eğilim duyar.” Tepeden aşağıya her yana savrulmuş çöpler
görüyorum, geri dönüşüm atıkları… bu mesafeden geri dönüşüm atıklarıyla diğer atıkları birbirinden ayırt edişim, gözlerimin keskinliğinden değil, geri dönüşüm atıklarının güneşte parlamasından... Geri dönüşüm atıkları?.. Bu
söz beni duraksattı şimdi. Bu sözde bana gerçek gelmeyen bir şey var; bir yanılsama,
hatta bir kandırmaca… Ne demek geri dönüşüm? Atılan poşet, cam şişe, pet vb
olduğu gibi geri mi dönüyor?.. Palavra! Geri dönüşüm dedikleri endüstriyel
işlem dünyayı daha da çok kirletiyor, ve üstelik bu atıkların tamamı geri
dönmediği için bu endüstriyel işlem kısır bir döngüyle güya ekolojik bir
faaliyetin de gerekçesi olmuş… yani geri dönüşüm sürekli kendini yaratan bir sistem... Bu başka türlü de açıklanabilir, termodinamiğin
ikinci yasasıyla… yukarıda ipucunu verdim: entropi!.. bu sözcük
sosyal salaklığı açıklayabilir… düşün bi…
Daha üç gün önce fosforlu yeşil elbiseleriyle belediyenin temizlik işçilerini görmüştüm, ellerinde büyük çöp poşetleri sahilin her yanına dağılmışlardı ve bir saat içinde her yeri temizlemişlerdi… Azınlık çalışıyordu ve çoğunluk çöp üretiyordu… Üç beş proletaryaya karşı, yiyip içen mutlu çoğunluk…
Daha üç gün önce fosforlu yeşil elbiseleriyle belediyenin temizlik işçilerini görmüştüm, ellerinde büyük çöp poşetleri sahilin her yanına dağılmışlardı ve bir saat içinde her yeri temizlemişlerdi… Azınlık çalışıyordu ve çoğunluk çöp üretiyordu… Üç beş proletaryaya karşı, yiyip içen mutlu çoğunluk…
Bu sabah denize gittim, sabah
erkenden, iki üç kişi vardı sadece, çadırda yaşayanlar uykudaydı, örtüden
dışarı çıkmış bir çift ayak gördüm ve gülümsedim, iyi geldi… ve soyunur
soyunmaz denize daldım, açıldım… o da iyi geldi… sonra oturdum kuma, ayaklarımı
dalganın erişebileceği vaziyette uzattım, kitabımı okudum. güneşin açısı çok
güzeldi, kelimeler pırıl pırıl gözümün önündeydi… apaçık alanda yalıtık bir
kuytuluk… kitap böyleydi işte… mekanı yeniden dizayn ediyordu… kafamı
kaldırmadan bir yirmi sayfa okudum, o da iyi geldi… sonra bir müzik sesi…
müzik dediğim bir otomobilin kolonlarından bas sesler: “dum tıs!.. dum tıs!..”
bir man kafa sesi köklemişti. Günün ikinci huzursuzluğu başladı. Birincisinden
söz etmeyeyim şimdi… Kalktım giyindim, tepeyi çıktım, baktım köyün temizlik
işçisi A. çöp topluyordu… bütün sahilin çöpünü ona mı yıkmışlardı?.. Ve biraz
daha ilerde park halinde iki araba… Arabalardan biri beyaz renkli Doğan
görünümlü Şahin’di, ya da sadece Doğan, ya da sadece Şahin… (anlamam bu
modifiye işlerden)… kapıları açıktı ve içinde soyunuk halde iki genç adam
vardı, alışkanlıkla sesin onlardan geldiğine hükmettim… yanındaki beyaz
renkli sedan bir arabaydı, ama yeniydi… onu dikkate almadım… kafamda cümleleri
kurdum, birinci arabaya yönelip müziği kesmelerini söyleyecektim… Ama önce A.’nın
yanına uğradım, biraz oyalanmak, biraz karşımdakileri uzaktan tartmak için… ve A’nın manevi desteğini almak için… Bütün sahil “dum tıs!” diye inliyordu… ve
yeni yeni sahile doluşan insanlardan görünürde rahatsız olan yoktu…
“Kolay gelsin A…”
“Sağol Hocam…”
A. elindeki çöpleri dolu siyah
çöp poşetine tıkıştırmaya çalışıyordu. Gülümsemesini severim A.’nın,
saygılıdır… ama daha çok da mahcup… Diyarbakırlıdır. Bu sene zayıfladı, sanki
gizliden bir hastalık taşıyor.
“Bütün bu çöpler sana mı kaldı?”
“Eee ne yapacaksın Hocam?..
Belediyenin işçileri Çarşamba günü geliyor, o zamana kadar bu çöpler durmaz
ki…”
“Hımmm” dedim. Ama sonradan
düşününce A.’nın bu sözünde ilginç bir savunma yakaladım. A. bana karşı kendini
savunmuştu. İşini sanki emirle değil de gönüllü yapıyormuş gibi söyledi, işinin patronuymuş
gibi.
“Kimse senin değerini anlamıyor A…”
dedim.
A. güldü.
Sonra ilerdeki arabayı göstererek
“Şunlara bak, kısık sesle dinleyemiyorlar mı?” dedim
“Onların anasını skm!” dedi A.
“Onların anasını ben de skm!”
dedim… ve müzik sesi birden kesildi, yeni sedan araba gaza bastı gitti. Birinci arabaya
yöneldim. Şoför koltuğunda sakallı sert bakışlı kulağında küpe olan adamla,
ayakta otomobilin üst kaportasına kollarını dayamış çene sakallı bir başka
adam… eşit derecede ikisinin gözlerine de baktım ama içlerinde lider hangisi
anlayamadım. Aşağıdan sakallı bir başka adam daha geldi. Üçünün de gözleri bir
tuhaftı, kısık, mahmur bakıyorlardı, gülümsemem onları yumuşatmadı.
“Söze nasıl girsem bilmiyorum”
dedim, “Yüksek sesli müzik dinliyorsunuz…”
“Abi siz bizi demin giden
arabayla karıştırdınız” dedi. “Bizi de uykudan kaldırdı…” Konuşan, çene
sakallıydı.
“Yaaa” dedim, ve onlardan özür
diledim… biraz önce A.’yla ettiğim küfür aklıma geldi ve bu küfür için özür
diledim tabi, ama onlar bunu bilmiyorlardı, nezaketim onları şaşırttı galiba…
“Peki, neden uyarmadınız onu?”
“Şurda iki paralık keyfimiz var
onunla uğraşıp keyfimizi bozmayalım dedik…” İçimden ‘uykudan uyandırmış işte
sizi bundan başka keyfiniz daha nasıl bozulacaktı?’ dedim, ama çene sakallıyı
onaylayarak eve doğru yürüdüm…
Her şey birbirinden kopuktu
aslında… kopuktan da öte düzensizdi… ama resmi olmayan sonuçlara göre diyen
açıklama yüzde 52 oy oranıyla Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğunu gösteriyordu ve
bu açıklamayla her şey bir düzen içindeymiş gibi görünüyordu.
Evet ne diyordum, sosyal
salaklaşma ve entropi…
Tepede minimum enerjiyle bir
düzen kuruldu mu, geri kalan her şey kendi doğal seyrinde düzensizliğe
eğilimliydi.
Salak, hayatın içindeki
düzensizliği görmez, bu düzensizliğin müsebbibinin kendisi olduğunu da, o
tepedeki düzeni görür. Düzen diye gördüğü klişe sözcüklerdir, birkaç resimdir.
Salak kendinden hoşnuttur, her “mutlu” insan gibi ona da başarı gerekir,
kendisinin başarması gerekmez, tuttuğu boksör, tuttuğu takım, tuttuğu atlet,
tuttuğu parti başarsın yeter. Salağın mutlu olma seçenekleri çoktur, sadece “başarı”dan
mutlu olmaz, diğerinin başarısızlığından da mutlu olur… çok gizli mutlulukları
da vardır, mesela başkasının başına gelen üzücü bir olaydan mutlu olma hali, Almanlar
“schadenfreude” derler.
Seçim öncesi Erdoğan’ı
destekleyen bir kadınla konuşuyorum:
Kadın: Erdoğan’ı destekleyeceğim.
Ben: Neden?.. Gerçekten merak
ediyorum…
Kadın: Kılıçdaroğlu bana çok
sevimsiz geliyor…
Ben: Nasıl sevimsiz?
Kadın: Sevimsiz işte… Ne bileyim
itici, onu görünce başka kanala geçiyorum…
Ben: Nedir size sevimsiz gelen
yanı? Tipi mi?
Kadın: Aman tipi batsın…
Ben: ……..
Kadın: Mesela Kılıçdaroğlu
Başbakan’a “Omurgasız” dedi… Bir Başbakan’a omurgasız denir mi?
Ekrem (Arkadaşım): Omurgasız
deyince ne anlıyorsun?
Kadın: Bir Başbakana böyle kötü
söz söylenir mi? Ne saygısızlık!..
Ekrem: Ya, sen omurgasız deyince
ne anlıyorsun?
Kadın: Omurgasız işte. Omurgası
olmayan (kolunu omzundan aşırarak sırtını işaret etti)
Ben: …….
Kadın “omurgasız” deyince
‘engelli’yi anlıyordu, yani sözcüğün düz anlamını, kafasında mecaz anlam yoktu.
Üstelik bu yanlış anlama onun aleyhine değildi, ‘engelli’ haklarına sahip
çıkarak kendine ahlaki bir pay çıkarıyordu, Başbakana sahip çıkarak da kendi
‘engelli’ olmayan diğergâmlığını hissediyordu, bir güçtü bu.
Seçim sonrası Erdoğan’a oy vermiş
bir adamla konuşuyorum:
Adam: Havaalanı, köprü, otoyol,
hayvan barınağı… evimin ve arsamın değeri arttı.
Ben: Evini ve arsanı satsan yine
bu köyde daha geniş bir arsa alabilir misin? Veya daha büyük, daha konforlu bir
ev?
Adam: Önceden evimin değeri 50
bin liraydı, şimdi 1 milyona vermem. Bu değer artışı değil mi?
Ben: Değil… Hatta değeri düştü
evinin… Evini ve arsanı satsan bu köyde en çok aynı büyüklükte arsa ve ev
alabilirsin, hiçbir şey değişmedi. Ama daha çok kirlilik olacak, daha çok
gürültü, daha çok trafik, daha çok kalabalık ve evinin rayiç bedeli arttığı
için daha çok vergi ödeyeceksin.
Adam: …… (adamın bu
suskunluğundan bana kafayı yemiş muamelesi çektiğini anlıyorum)
Mutluluk düzensizliğe
eğilimlidir. Tabi salakların mutluluğundan söz ediyoruz. Bu tür mutluluk
entropiktir, yani çeşidi ve alternatifi boldur…
‘Aptal’ anlamına gelen bir yığın
sözcük var… çatlak, manyak, budala, zırdeli, tımarhanelik, aklını bozmuş,
keçileri kaçırmış, geri zekalı vb. ama hiçbiri “salak” sözcüğünün fonetik
çağrışımına sahip değil, söyleyenin
öfkesi ve dışlayıcı bir kestirip atma bir ağız hareketi sayesinde hakkıyla
yerini buluyor. Bakın şöyle. “Sallak!..” İnsan dişlerini sıkarak söyler bunu ve
‘lak’ hecesi kızgın bir kedi tıslaması gibi damağın gerilerinde patlar. Sert
sessiz ‘s’ harfiyle başlayan (yılan ıslığı) ve ‘k’ (tıslama) harfiyle sonlanan
sözcüğün hakaret anlamı doğal öfkenin yansıma sesleriyle harmanlanır.
Fısıltımsı bir ton hakimdir söyleyişe, ama yüzde oluşan mimik ve bakış, pek
hayırhah bir şey söylenmediğini belli eder. Bir çiftanlam sözcük ses haline
geldiğinde kaçınılmaz olur; hem öfkeyi yansıtır, hem de bastırır. Ses hakarete
maruz kalan diğerinin olası öfkesi üzerinde baştan bir kararsızlık da yaratır,
sanki bu söyleyişte diğerinin hesaplanan kararsızlığı, söyleyenin
kararsızlığına dönüşmüştür.
“Sallak!..”
“Ne diyosun sen?!”
“Hiiç… Kendi kendime
konuşuyorum…”
Hiçbir sözcüğün eşanlamlı
olmayışı, en azından sesle ilgilidir. Ses deyip de geçmeyelim. Dostoyevski’nin
‘Budala’ adlı eseri Türkçeye ‘Salak’ diye çevrilseydi, Prens Mişkin’e
ısınamazdık, sempatik gelmezdi. ‘Budala’ sözcüğünde insanın içini okuyan bir
naiflikle, insanların sözüne kanan safdillik gider gelir. Budalanın en önemli
özelliği acı çekmesidir; çektiği acıyla acının kaynağını algılaması bir tutarlılık
arzeder.
Peki “salak” nasıl bir
varlıktır?.. “salak”ta en önemli duygu kendinden hoşnutluktur…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder