İskele
boyunca saf düzende beş altı kişi, bazen arkalarda bir o kadar daha, on beş on
altı yaşlarında yeniyetmeler. Kol kola,
omuz omuza. Ama sıkı fıkı olmalarının göstergesi sadece bu değil, elleri
hoyrat, sataşkan; biri diğerinin ensesine pat diye şaplak atabilir, aralarında
illaki takıldıkları biri vardır. Eşek şakasına alışkınlar. Kötüye yormak
aklımdan hiç geçmedi, şakalarıyla bedenlerini yerelleştiriyorlar. Kiminin
elinde kitap, kiminin elinde gazete, dergi; eğer mevsim gereği ceket veya parka
giymişlerse, tüm bu matbuat yan ceplerinde ve başlığı okunacak biçimde taşkın.
Ciddi konular konuşuyorlar. Konuşurken elleri karate yapar gibi aşağı yukarı
sertçe inip kalkıyor. Ciddiyet çok sürmüyor, iskelenin orta yerinde birden bir
kahkaha patlıyor, katıla katıla gülenlerin sesi dalga sesine karışıyor, iki
büklüm korkuluklara tutunanlar, gülerken öksürenler. O yaşta sigara içenler var, hem de az değil,
yarıdan çoğu sigara tiryakisi. İskele gezintisi o yaşlarda sigara partisi
gibidir. İskeleye girdikleri anda başlarının üstünde hale hale yükselen
dumanlarla yürürler. Mecazi anlam düz anlamı ele geçirir, başı dumanlı
gençliktir onlar. Şimdi puslu biçimde gözümün önündeler, onların gerisinde
yürüyorum. Onlarla karşı karşıya da yürümüş olabilirim ama artık yüzlerini
hatırlamadığım için hayal gücüme yakışan bu. Yıl 1979 ve 12 Eylül 1980 arası,
yirmi yaşlarındayım. Onlarda kendi
yeniyetmeliğimi görüyorum… o zamanlar
muhtemelen böbürlenerek.
İskelenin
büyüttüğü çocuklarız.
İskelede
ilk yüzme deneyimi kasabalıların bireysel tarihinde bir devrim gibidir.
Fizyolojik erginlenmeyle ilgisi olmasa da kendi çapında bir kasaba potlacı.
Yüzme bilmeye ani geçiş. Kıyıda çat pat yüzüyorsunuz ama dibini görmediğiniz
derin bir yere ilk kez atlıyorsunuz. Birden. Yetişkinlerin zorla suya savurduğu
çocukları da gördüm. Denize düşen çocuğun yüzme bilip bilmediğine karar
veremediği o şaşkın an... Sonra merdivenlerin aşağısındaki düzlüğe kimsenin
yardımı olmadan çıkıyorsunuz. Sırasıyla alçak basamaktan yükseğe doğru, nihayet
iskelenin üstünden atlamalar. Önce çivileme sonra balıklama. Balıklamanın adabı
belli, dizleri bükme ve ayakları bitişik tut. Hepsi birer aşama.
Yüzme
bilmenin kazandırdığı özgüven devrimci olmanın özgüveniyle kaynaşır. İskele bu
karma yürümenin özgürlük parkurudur. Kendine özgü bir tarzla: yere sağlam
basan, kollar bir kavgaya atılacakmış gibi gergin, omuzları geniş gösteren, bir
tarafa hafifçe yanlayan, iskelede ufka bakmanın ehlileştirdiği kısık
küçümseyici bakışın eşlik ettiği yürüyüş.
Bedenler
şeffaf. Ama şeffaflığı veren mekânın açıklığı değil. İskelenin kasabadan tecrit
oluşu. Sahil yolu denizle bağınızı kesintiye uğratıyor, bu yolu aştınız mı
iskele sayesinde denizle bağ kurarken aksine kasabadan da kopuyorsunuz. Sahil
yolu derken eski dönemi kastediyorum, sağa sola bak ve karşıya geç hali. Bir
sınır. Şimdiki ucube alt geçit yok. Eğer sahil yolu olmasaydı iskele Meydan’ın uzantısı gibi görünürdü. Evet
Meydan’ın ‘M’si büyük, hem tür adı hem özel ad. Sözünü açmışken devam etmesem
olmaz; Meydan, kasabanın merkezi ve en geniş kamusal alanı, Atatürk büstünün
olduğu yer. Kamusal alan ama sahipsiz değil.
Meydan’ı çevreleyen dükkan sahiplerinin kendiliğinden bir işgaliye
alanları var, dükkanın önünde durmaları bile (müdavimleri de olabilir) oradan
geçerken size “yabancı” olduğunuzu hissettiriyor. Meydan’ın güney çeperinde
taksi durağı mesela, oradaki otomobillerin hareketi, şoförlerin
birbirlerine bağırarak seslenmeleri, bir
otomobilden yükselen müzik, sahipliği güçlü biçimde vurguluyor. Sahiplik
salgısı olarak ses. Meydan bir eğleşme yeri değildir, orada ya bir dükkana
girersiniz, ya da orayı iskeleye doğru geçiş güzergahı olarak kullanırsınız. Herhalde
bir kıyaslama yapmamın sırası: Meydan’ın
zımni sahipliğine karşı iskele sahipsizdir. İskelede mekân örgütlü değildir.
Bir çocuğa bile hak ettiği özerkliği verirken cömerttir. Mayıs 7’si bayramında yüksek tepelerden
kasabaya inip akın akın iskeleye hücum eden köylüler geliyor gözümün önüne,
deniz çekiyordu onları. Kayıklara atlayıp çığlık çığlığa korkularıyla
oynaştıkları deniz. Bu sefanın içinde
iskelenin sahipsizliği de gizliydi, kentle uyum sağlayacakları rahat bir oryantasyon
mekânı olarak.
Oltayla
balık tutan uzun süre kalanlar bile sahiplenemez iskeleyi, çünkü sırtları gelip
geçenlere dönüktür. Sırtımız… mahcubiyeti
yüzümüz yerine sürdüren tarafımız.
Şeffaf
dedim, yani tecrit ve sahipsiz bir yerde görünme biçimimiz. Yürümenin
bilinçdışı eğilimi. Hatırlıyorum, çoğu zaman evden çıkınca hedefimin iskele
olduğunu bilmezdim, bir bakmışım ayaklarım beni oraya götürmüş. İskele
karşılaşma yeridir. İllaki bir arkadaşınızı orada bulursunuz. Diğerini görme
ihtiyacını rastlantıya çeviren “eşitlik” kuran bir yerdir iskele. Rastlantı
derken esasen iskelede karşılaşmayı değil henüz sahil yolunun berisindeyken
tanıdığınızı uzaktan görmeyi kastediyorum.
Kasabada herkes uzağı iyi görür çünkü. Bir tanıdığı görmenin
sevinciyle...
İskelenin
ucundan yüzünüzü karaya dönünce kasabanın panoramik görüntüsünü elde edersiniz.
Total görmekle ilgili herkesin kendisine yaptığı narsistik yatırım. Ta arkada
tepesi yaz kış karlı Çal Dağı, tepelere doğru giderek seyrelen evler, uçları
görünen minareler, doğuda Dikmen, Karaburun; batıda Ordu Piraziz arası koylar.
Manzara denilen şey genellikle yukarıdan aşağıya doğru ortaya çıkan bir görme
biçimidir. Burada ise tersine deniz seviyesinden tepelere doğru ve yanlara
doğru genişleyerek bir “uzak” yaratma hali. İskele insana uzaklık hissi veriyor.
Hatırlatayım, eskiden 272 metreyle ülkenin en uzunuydu Bulancak İskelesi. Ve iskelenin
ucunda bir yeniyetmenin bakışıyla yarattığı uzağın uzağı olma hali. İskelenin sanki
vektör hattıymış gibi kasabayı simetrik biçimde ikiye ayırması insana kendini merkezde
konumlanmış hissi veriyor. Narsistik yatırım derken kastettiğim bu.
İskele
bitince doğu ve batı yönünde sahil kaldırımı. Hangisi? Hiç tereddütsüz batıya.
Sanıyorum Batı imgesi gizli etken, İstanbul’a, Ankara’ya giden anayolun
paraleli. Harita bilgimiz de gizlice yönlendiriyor, Avrupa o tarafta. Yaz
akşamları aileleriyle yürüyen genç kızlar da. Ama aileleriyle yan yana değil,
hemen arkalarından yürüyorlar. Kontrolden kaçan ferahlık sağlayan flörtöz bir mesafe bu. Akşamın karanlığında
iki bakış karşılaşır. Ta uzaktan fark etme, giderek yaklaşma ve geçiş anında
dıng! Bakışmanın bir iç sesi vardır. O yıllarda öyleydi.
O
yıllarda sahil kaldırımlarına göre iskele daha erkekti.
Bir gün akşamüzeri yağmur çiselerken iskeleden
dönüyordum, 80 sonrası ve 86 öncesi geniş zaman aralığında bir gün... ta
iskelenin dibinde bir adamla kadının geldiğini gördüm. Kadın rahat, gülüyor
gibi. Meydanı boş bulmanın tadını çıkarıyor, yürüyüşü bir korkuluktan diğer
korkuluğa yılankavi, sanki dans ediyor, elleri havada kıvrımlı hareketler
yapıyor. Yanındaki adam? Tanıdım, ama merhabamız yok. Kadının üzerinde uzun bir
hırka var. Hem onları izliyorum hem yürüyorum. İyice ağırdan. Yaklaşınca,
kadının lambanın altında parlayan ıslak alnını gördüm. Bir ses çıkardı, çok
bildik birkaç sözcük ama aklımda sadece sesin neşesi kaldı. Acaba merhabam
olmayan adamın nesiydi? Sevgilisi?.. Peşlerinden baktım bir an, iskelede bizden
başka kimse yoktu… İçimden Yeşil Hırkalı Kadın dedim ona.
Sonraki günler hep Yeşil Hırkalı Kadın’ı aradım. Ona verdiğim ad
buydu.