Ferruh Tunç günümüzde insanlar neden
şiir okumuyorlar diye sordu. Eskiyle kıyaslıyordu tabi.
Aklıma ilk geleni söyledim: Şiir okuyanı
da dinleyeni de başkalaştırıyor dedim. Günümüzde daha zahmetsiz, duyarlılık
talep etmeyen çok çeşitli başkalaşma imkânları var… Ne yalan söyleyeyim
söylediklerim en başta beni tatmin etmedi. Ama başkası olma haline takıldım.
Ertesi gün bir süre için bulunduğum
Lara’nın (Antalya) dümdüz mahallelerinden birinin ferah sokak aralarında yürüyorum,
güneş ve rüzgâr. Ortalık ıssız, yazlıkların perdeleri kapalı. Evden epey
uzaklaşmışım. Önümde dört yüz metrelik bir yol kaldı (mesafeleri bana sorun iyi
tahmin ederim), oradan anayola sapınca geri döneceğim. Arkamdan yüksek sesli
müzikle bir otomobil geliyor. Normalde müzik çalan arabalar hızlıca geçerler,
bekledim ki o da çekip gitsin. Yok, sanki hızını kesmiş beni takip ediyordu,
yaklaştıkça bas seslerin yanında ara sesleri de duymaya başladım, Türkçe bir
rap şarkısı. Dilimin ucunda tuttuğum küfürle bir yan bakış attım, otomobilin
direksiyonunda tek başına bir kadın. Yüzünü göremedim. Beni geçti, durdu,
kenarda arabaların arasına park etti. Kapıyı açınca müzik daha da yükseldi, işte
dedim bir başkası olma hali. Kadın müzik eşliğinde kendinden çıkıyordu, in de
yüzünü göreyim dedim içimden, yüz repertuarıma ekleyeyim seni… bunun için
adımlarımı seyrelttim, hatta telefonumu elime alıp yarım dakika kadar oyalandım da. İnmedi, müzik çalmaya devam ediyordu. Uzaklaştım. Dönüşte çapraz vuran
güneşin gözlerimi kamaştırıcı etkisine maruz kaldım epey, son dönemece saptım,
nihayet gölge. Eve yakın bir süpermarketin arka yoluydu burası, bir çalışan
çömelmiş sigara içiyordu. İşten kaytarmış da görünmemek için bedenini iyice
küçültmüştü; hayır düzeltiyorum, görünmemek için değil sadece, görünürse
bağışlanmak için de bedenini küçültmüştü. Suçu üstlenen beden. Başkası olma
molası. Yol yorgunuyum ve takatsiz hissediyorum, onca güneşten sonra biraz
da gölgeliğin verdiği tuhaf bir gerçeklik duyumuyla olabilir belki, dikkatimi
boş arsanın otları arasında dolaşan sarı cılız bir köpeğe veriyorum, bir
şeyleri kokluyor. Yol boyu bakıyorum ona, selam versem sanki karşılık verecek,
birkaç saniyeliğine köpekleşiyorum… evet köpek oluyorum. Daha önce de yaşadım
bunu. Bir ad veriyorum bu halime: Eğreti başkalık.
Başkalığın değişik biçimleri:
Film izlerken
Hız yaparken
Hüzünlüyken
Dans ederken
Fıkraya gülerken
Koşarken
Yüksek bir yerden suya atlarken
Utanırken (hayır bu olmadı, kastettiğim
iradi bir seçim, insan “başka” olmayı istiyor, kendi “normal” halinden sıkılıp
transa geçiyor.)
Sevişirken
Çakırkeyifken (ama uyuşturucu
etkisindeyken değil)
Öfkelenirken
Şiir okurken
Kalabalık ve tanımadığı bir ortamda söz
alırken…
Hepsi de insanın bir tür başkalaşması.
Hepsinin de ayrı ayrı ritüeli var. Yoksa delilik olurdu.
Devam edeyim: miting, düğün, karnaval,
bayram…
Şimdi soralım, bu eğreti başkalıktan
sonra dönülen yer neresi? Kendi olma hali mi? İyi de insanın kendi olması ne
demek? İnsanın içinde steril bir kendilik alanı mı var? Elbette yukarıda
saydığımız eğreti başkalık hallerini de “kendi” kavramının içine
sıkıştırabiliriz, ama ben kendilik hakkında Türkçede iki kitabı yayımlanmış
Heinz Kohut (1) gibi kendi (self) kavramını ‘ben’den (ego) ayırarak yoluma devam
etmek istiyorum. Ters bir örnek işimi görecek: Hapishanelerde insanın eğreti
başkalık hali çok sınırlıdır, her mahkûmun gizli mastürbasyon uzmanı olarak kendilik
halini fanteziyle terk ettiği süre hızlı ve kısa olmak zorundadır mesela.
Başkalık haline izin vermeyen ortamın bizzat cezanın kendisi olması. Aynı şey,
askerlikte de geçerlidir.
“Kendi” diye bir tanımdan kaçınsam da
şunu söyleyebilirim: “Kendi” insanın iç tutarlılığıdır. Ve bu iç tutarlılık bir
denetim ve baskı biçimidir, insan modern dünyanın sunduğu eğreti başkalık
imkânlarıyla bu baskıcı “kendi”nden firar etme ihtiyacı duyar. Hapishaneden
firarı insanın kendinden firarının kriminal metaforu gibi düşünelim.
Yabancılaşmadan faklı bir şey
söylüyorum, başkalık var ama kalıcı ve tam değil. Bilinç kaybolmuyor; mesela
çakırkeyiflik buna dahil edilebilir, uyuşturucu etkisi altında olma değil.
İnsan benliği sürekli bir şeylerden
hoşlanan, hoşlanmayan, sürekli anlatan, hatırlayan, kendini izleyen, başkasının
gözünde kendisini disipline eden, sadakat gösteren tüm bunları “kendi” diye bir
tutarlılık içinde bir arada tutmaya çalışan yapı. Bu yapı uzun süre kesintisiz
gittiğinde; yorgunluk, sıkışma, anlamsızlık vb üretiyor. Eğreti başkalık
benliği havalandırmak için devreye giriyor. Döngüsü var. Tabi burada ideal olan
sanatın verdiği başkalık. Kendilik ekonomisinin en iyi girdisi o. Sanat bir
süre kendiliği askıya alıyor ama koruyor da. Buradaki korumayı motamot muhafaza
etme değil de sanatın kendiliğe geliştirme ve iyileştirme katkısı olarak
düşünelim lütfen.
Şimdi Ferruh gibi sorabilirim: Günümüz
insanı neden sıkıcı kendiliğine ara verirken şiir okumayı seçmez?
(1) Heinz Kohut,
Kendiliğin Çözümlenmesi, Metis Yayınları, İst. Ekim 1998
Heinz Kohut,
Kendiliğin Yeniden yapılanması, Metis Yayınları; İst. Kasım 1998
