15 Şubat 2024 Perşembe

Ömer Seyfettin'in Kaşağı'sı Üzerine


 

İlk ne zaman ders kitaplarına girdi bilmiyorum. Milli eğitimin sıralarından geçen herkes bu hikâyeden haberdardır herhalde. Tek tip eğitimin tek tip suçluluk duygusuyla tuhaf kaynaşımı.

Ömer Seyfettin’in Kaşağı hikâyesini öğretmenimiz okumuştu. Hikâyeyi dinlemekle öğretmenimizi dinlemenin aynı anlama geldiği kendi sessizliğimizin esareti içinde uysaldık. Hikâye bittiğinde gözlerimin yaşardığını hatırlıyorum. Ve boğazıma oturan acının ağlama utancına karıştığını. Galiba arkadaşlarım da aynı durumdaydı. Kaçıncı sınıfa gidiyordum, kaç yaşındaydım? Hikâyenin anlatıcısı çocuğun yaşındaymışım gibi geliyor. Ya da hikâyenin anlatıcısı çocukla özdeşleştiğim için öyle sanıyorum.

Yıllar sonra roller değişti, aynı hikâyeyi bu kez ben çocuklara okudum. Başka başka özdeşlikler yaşayacağımı nereden bilebilirdim.

Öğretmenken Türkçe kitaplarında bu hikâyeye bir daha rastlamamıştım. Ama sınıf kitaplığında kitapçık olarak illaki bulunurdu. Hikâyenin üzerimde bıraktığı etki hafızama mıhlanmıştı.

 

 

Yağmurlu bir gündü, beden eğitimi dersinin olduğu son saat bahçeye çıkamamıştık. Çocuklara şansınıza küsün dedim, canlarının sıkıldığını görebiliyordum ama aldırmadım. Herkese birer kitap dağıttım kendime Ö. Seyfettin’in Kaşağı’sını ayırdım. Hatırnazlığım üzerimde, safi nostalji.  Bir süre sonra sesler kulağımı tırmalamaya başladı. Mırıldanarak mı okuyorlardı yoksa homurdanıyorlar mıydı anlamak zordu. Sonra işi azıttılar. Öğrencilerin hoyratlığından ve şımarıklığından gına gelince durun şimdi size Kaşağı’yı okuyacağım dedim. Sesimi yükselterek çok güzel hikâyedir diye de ilave ettim.  Birden herkes suspus oldu. Bu tür suskunluk anlarını zafer kazanmış gibi severim. Aslında iç sesim bakın size bir hikâye okuyayım da görün gününüzü diyordu. Neyse ki belli etmedim.  Hikâyenin gücüne inanıyordum, onları ters köşe yapıp hüzne boğacaktım. Hikâyenin daha ilk cümlesinde “hazin” sözcüğü geçiyordu zaten: “Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını duyardık.” Onlara hazin sözcüğünün anlamını açıkladım. Okumama kısa aralar verip başka açıklamalar da yapıyordum. Kaşağının nasıl bir alet olduğunu, çiftlik yaşamını falan. Yalnız at bakıcısı Dadaruh’un ismi sık sık geçmeye başlayınca öğrencilerimden biri dayanamadı ne biçim isim bu dedi. Hep beraber güldüler, Dadaruh Dadaruh diye tekrarladılar bir daha güldüler. Hakikaten Dadaruh diye isim mi olurdu? Tarih bilgimi de katarak hafızamı yokladım hayır Dadaruh diye birini hatırlamıyordum.  İpin ucunu bir kaçırsam bir daha toplayamazdım. Çocuklar isme takılmayın, bu eski bir hikâye eskiden böyle isimler vardı diyerek geçiştirdim(1). Bereket duruldular. Ben de hikâyenin dramına uygun biçimde ses tonumu yeniden ayarladım, okumamı kesmeden sürdürdüm. Sonunda herkesin içinin cız edeceğini umduğum finale doğru ağır ağır ilerliyordum. O kadar emindim ki ağlayacaklarından ne yalan söyleyeyim bundan sadist bir zevk bile alıyordum. Nasıl anlarsanız, benim intikam tarzım buydu. Gel gör ki hikayeyi okurken ben de çocukluğuma döndüm, arka sıralarda öğrencilerin arasında oturan ve pür dikkat hikâyeyi dinleyen çocuk… O zaman ne yaşamışsam aynı duyguyu öğrencilerime de bulaştıracaktım.

 Hikâyenin en kritik yerindeydim:

 Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu.

“Dadaruh: ‘Bilmiyorum’, dedi.

Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan:

“ ‘Hasan’, dedim.

“ ‘Hasan mı?’ ”

“ ‘Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.’ ”

Burada birazcık durdum, çocukların suçlayıcı bakışlarıyla karşılaştım. Hasan hikâye anlatıcısının kendisinden bir yaş küçük kardeşiydi. Hikâyenin anlatıcısı ağabeyinin iftirası yüzünden hayata küsmüştü odasından dışarı çıkmıyordu. Üstelik artık hastaydı. Öleceğini ben biliyordum çocuklar bilmiyordu.  Okumaya devam ettim. Onlar azıcık da olsa umutluydular, evin hizmetçisi Pervin’in kendinden emin şekilde “Kardeşin ölecek!” demesine rağmen. Nihayet zavallı Hasan’ın kuşpalazından öldüğünü bildiren cümleye geldim. Sınıfta çıt yok. Son sözleri okurken boğazım düğümlendi. Yüzümü göstermemek için pencereden dışarı baktım. Bir karga bahçede çam ağacının tepesinde gaklıyordu. Yavaşça sınıfa döndüm, herkesin yüzünde ha ağladı ha ağlayacak bir elem. Derin nefes alıp verdim “Evet” dedim. Zil çaldı.

Hikâyenin üzerimizdeki etkisi tam olarak neydi? Yazar bize hikâyesinin sonunda sanki zımnen başınızın çaresine bakın demişti.  Hikâye bir çocuk için fazla sertti ama yetişkinle çocuğu birleştiren bir yapısı da vardı. Yazar kendi çocuk halini şimdileştirerek anlatıyordu; yazar beni çocuk benin yerine ikame ederek, çocuk halinin acısı yetişkin halinde sürdüğü için araya olmuş bitmiş mesafesini koyamıyordu. Çocukken dinlediğim bu hikâyeyi şimdi yeniden okurken ben de koyamıyordum. Neden ve nasıl?

 Önce nasılı cevaplayayım.

Bir sözcük yetmiyor. Üzüntü, hayal kırıklığı, öfke, boşunalık, kim bilir daha neler ve bir duyguda karar kılamamanın verdiği tutukluk. Öylece apışıp kalmak. Hiçbir sözcük bu duygular geçişkenliğini kapsayacak yetkinlikte değil. 

Hasan ölmeden önceki son akşama bakalım. Evin hizmetçisi Pervin'in hikâyenin anlatıcısı ağabeye kuşpalazı olan kardeşinin öleceğini söylediği sahneye. Ağabey kardeşinin iyi olacağını sanır. Bir çocuğun naif iyimserliğiyle. Ama yetişkinin gerçeği kehanete dönüştüren bilgisi karşısında yenilir. Yetişkin, çocuğa olasılık bırakmayan kesinliğin sahibidir. Pervin’in “Kardeşin ölecek!” demesi konuşmanın bu kısmına noktayı koyar. Ağabey bu bilgiyle başka bir evreye girer. Gece uyuyamaz. Pervin’i uyandırır, ona kaşağıyı kendisinin kırdığını ve bunu babasına itiraf edeceğini söyler. Belki itirafını kardeşi Hasan da duyar kendisini affederdi. Pervin, Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin, ağlarsın, seni affeder.” diyerek ağabeyin bu affedilme arzusunu onaylar. Ama buradaki affedilme arzusu Pervin’in anladığından farklı. Ağabeyde çift anlamlı. Kardeşi can derdindeyken o affedilme peşinde olan bir bencil gibi görünüyor. Evet bir yönüyle bencil ama bencilliği vicdan azabından tanınmaz halde. Çünkü kardeşinin ölümcül hastalığa yakalanmasının sebebini kendi iftirasında görüyor; hastalığa sebep olan iftira ise neden itirafı hastalığa şifa olmasındı?  Pervin ikna edici biçimde “Yarın sabah söylersin” derken kendi karamsar kesinliğini bir an unutuyor. Yarın sözcüğü ertesi gün anlamında bir gelecek zaman bildirmiyor sadece, yarına çıkacağımızın garantisini de üstleniyor. Yarını, umudun diğer adı gibi kullanmaz mıyız? Biz okuyucular dinleyiciler de umutlanıyoruz. Hikâyeyi ikinci kez okuyan ben hariç diyeceğim ama dikkatinizi çekerim hikâyeyi okurken yukarıda çocukluğuma döndüğümün, çoklu özdeşlik yaşadığımın sözünü etmiştim. Hem bir zamanlar hikâyeyi dinleyen ilkokul öğrencisi çocuktum, hem o zamanlar hikâyeyi bize okuyan öğretmenimdim. Asıl çocukların arasında şimdiki çocuktum. Öğrencilerime bulaştırmak istediğim karmaşanın empatisini duyan ve bu uğurda kılıktan kılığa giren... 

Ve yarın sabah Hasan öldü. Sap gibi ortada kaldık. Çocukların sevdiği Kül Kedisi, Kırmızı Başlıklı Kız gibi sonu iyi biten masalların biriktirdiği iyimserliğin üzerine hadi artık büyüdünüz, “Her canlı ölümü tadacaktır.” kıvamında sert bir şamar. Ölümle kalsa iyi. Ölüm; itirafı, affedilmeyi ve daha ötesi Hasan’ın hasta olmasına rağmen olası affetme iradesini iptal etti.

Hikâyenin anlattığı haksızlığın cezasını Hasan ve ağabeyi çekmiyor sadece biz okuyucular da çekiyoruz. Ö. Seyfettin bir çamur gibi acıyı üzerimize sıçratıyor. Ö. Seyfettin’in hikâyesinin etkisi ile bu hikâyeyi okullara öneren Milli Eğitimin pedagojik amacının örtüşmediği bir gerçek. Kaşağı hikâyesinin Wikipedia’dan aldığım şu tanıtımını genel geçer bir kabul sayabiliriz. Nedir genel geçer kabul? Evet burada bir olay anlatılıyor ama siz bunu şöyle anlayın demektir; tam da milli eğitim kafasıyla yazılmış bir ana fikir düsturu:

Ana fikri, okuyucuya (özellikle çocuklara) yalan söylemenin ve iftiranın zararlarını göstermek ve basit yalanların bile büyük sorunlara yol açabileceğini anlatmaktır. Eserde kısaca, kardeşine (Hasan) iftira atıp onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun (Ömer) dramı anlatılmaktadır.”

Ö. Seyfettin bu hikâyeyi çocuklar için yazmadı. Hadi şimdi hikâyenin içinde saklı bilinçdışına bakalım.



 PAYLAŞILMIŞ BİLİNÇDIŞI=İDEOLOJİ

Ömer Seyfettin’in biyografisini yazan Tahir Alangu tıpkı hikâyedeki gibi bir çiftliğin yazarın çocukluğunun geçtiği Gönen’de olduğunu belirtir. Adı Karalar Çiftliği'dir. Hikâyede ölen tıpkı küçük kardeş Hasan gibi  Ö. Seyfettin'in kendisinden bir yaş küçük kardeşi de gerçekten aynı yaşlarda kuşpalazından ölmüş. Biz de ilgili biyografiyi refarans alarak hikâyedeki anlatıcı ağabeye Ömer diyelim.

Gelelim Ömer’in kaşağıyı kırdığı sahneye.  Ömer annesinin İstanbul’dan gönderdiği, sandıkta saklanan değerli kaşağıyı bulup atı tımar etmek isterken beklentisi kaşağının “ahenkli tıkırtısını” duymak ve tıpkı Dadaruh yaparken gördüğü gibi atın keyiften kuyruğunu sallamasıdır. Ama Ömer’in boyu ancak atın karnına yetişir,  kaşağıyı dokundurur dokundurmaz at huysuzlanır. Acıtıcı olduğunu düşünür, kaşağının sivri ucunu duvarın taşlarına sürter. Tekrar dener. ‘Atlar’ yine durmaz. Kaşağıyla bir atı tımar ettiği halde Ömer’in atlar diye sözcüğü çoğul kullanışını ya diğer atlarda da aynı şeyi denediği ya da bir atın huzursuzluğunun diğer atlara da sirayet ettiği biçiminde anlamak mümkün. Her halükârda atın huzursuzluğu Ömer’in beceriksizliğini yüzüne vuruyor. Karşılıklı gerginlik.

“Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.”

Murat Turna, Kaşağı Hikâyesinin Psikanalitik Edebiyat Kuramına Göre İncelenmesi yazısında Ömer’in “Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim.” sözünde geçen “öfke”yi yine aynı konuda yazan Selahattin Dilidüzgün’ün görüşüne katıldığını belirterek annenin yokluğuna bağlar. Ömer’in annesi o yaz İstanbul’a gitmiştir. Murat Turna annenin yokluğunun bıraktığı boşluğu öfkenin gerisinde yatan töz olarak klişe olan ama doğru da olan “Çocuğun himaye edilme, korunma ve güven duyma hislerini zaafa uğratır.” cümlesiyle gösterir. Klişelerin hem doğru hem de yanlış olma gibi bir talihsizlikleri var. Çünkü klişeler tekrardan ötürü bir süre sonra kalıbının adamı olmazlar; yani anlamlarını terk ederek salt iletişime dönüşürler; insanların o çok sevdikleri mutabakata. Elbette annenin yokluğu çocuğun korunma, himaye edilme ve güven duyma hislerini zaafa uğratır. Ama aynı annenin yokluğu özgürlük de verir. Nasıl?

Önce çocuğun korunma, himaye edilme ve güven duyma hislerinin zaafa uğramadığını varsayalım. Bütün bu duyguları sadece anne sevgisinin türevi olarak düşünürsek yanılırız. Anne bu duygular aracılığıyla babanın vekâletini üstlenir aynı zamanda. Klasik anne oğul ilişkisini baz alırsak daha yumuşak biçimde. Baba otoritesi dediğimiz şey bu yumuşaklığın dışında olmadığı gibi yumuşaklık da baba otoritesinin anne tarafındaki tezahürüdür. Tabi bunları düşünürken hikâyenin yaşandığı pederşahi kuralların çok daha katı olduğu zamanı göz önüne alalım. Anne, babanın adını yayar, çocuk nezdinde baba otoritesinin propagandasını yapar: ‘Baban geliyor, baban görecek, baban kızar vb.’ Annenin çocukla baş başa kalmaya daha çok vakti vardır, çocuk annenin yanında daha çok göz önündedir. Otorite ile denetim arasındaki bu işbölümü asıl babanın pedagojik yanını zaafa uğratır. Çocuğu kabahati dışında görmez. Ömer annenin yokluğunda özgürdür, görünmezliği içinde istediğini yapabilir.

Ömer’in öfkesi bildiğimiz düz öfke, çok hevesli olduğu bir şeyi becerememenin öfkesi. Birçok yönden beceremiyor; atı tımar edemiyor, kaşağıyı atın derisine sürterken ahenkli tıkır tıkır  sesini çıkaramıyor, kaşağının sivri ucunu törpüleyemiyor, atların huysuzluğunu engelleyemiyor. Nihayet kaşağıyı öfkeyle parçalıyor. Bak buna beceri diyebiliriz, çünkü kaşağının üzerine ‘Yerden kaldırabileceği en ağır taşı’ defalarca indiriyor. Çocuk da olsa öfkenin güçlendirdiği cüsseyi hayal etmek zor değil. Neyse, aslında Ömer’in beceremediği bir şey var ki hikâyenin düğüm noktası burası. Ömer, suçunun kanıtını olay yerinde bırakıyor. Kriminal bir acemi o. Parçaladığı kaşağıyı kimsenin bulamayacağı biçimde saklasa, ne bileyim toprağa gömse, karanlık bir kuyuya atsa hikâye orada sonlanacak. Günler sonra, belki İstanbul’dan dönen annenin fark edişiyle kaşağının kaybolduğu anlaşılacaktı. Bu kaybolmada baba haricinde herkes zan altında olacağı için Ömer erdemli itirafını anneye yapacak, anne de çocuğun suçunu ifşa etmeden durumu idare edecekti.  Kurmacada mantık hatası mı diyelim yoksa çocuk aklının saflığı deyip geçiştirelim mi? Doğrudan kendi görüşümü söyleyeyim, çocuklar kazalar konusunda ihtiyatsız olabilirler ama kabahatlerini gizlemede son derece mahirdirler.

Ömer’in davranışı bize hiç ipucu vermiyor. Yine de birbiriyle ilişkili spekülatif iki yorum yapabiliriz: Ömer kendisine  kullanma izni verilmeyen kaşağıyı parçalayıp uluorta sergileyerek baba otoritesinden intikam almak istiyor; elbette buna inanmayacağız, birinci yorumu eliyoruz. İkincisi, Ömer babasının böyle bir suça nasıl ceza vereceğini bilmiyor. Nitekim Ömer, babası parçalanmış kaşağıyı yalakta görüp sert biçimde Dadaruh’a “Gel buraya!”  diye seslenince “Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korkmuştum.” diyor. Hikâyenin bütünlüğünde gedik açmamak için buradan devam edeyim.

Babanın soruşturması sadece baba otoritesinin değil genel olarak otoritenin nasıl oluştuğuna ilişkin ilginç bir örnek.

Babanın bunu kim yaptı sorusu büyükten küçüğe bir hiyerarşiyi takip ediyor. Önce Dadaruh’a soruyor, sonra Ömer’e ve en sonunda Hasan’a.  Soruşturmadan iki tane bilmiyorum cevabına karşı bir tane biliyorum cevabı çıkıyor. Dadaruh ve Hasan bilmiyor, Ömer biliyor. Hikâyenin bu kısmını olduğu gibi yeniden okuyalım:

“Dadaruh şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam, bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh:

“ ‘Bilmiyorum’, dedi.

“Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan:

“ ‘Hasan’, dedim.

“ ‘Hasan mı?’

“ ‘Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.’

“ ‘Neden Dadaruh’a haber vermedin?’

“ ‘Uyuyordu.’

“ ‘Çağır şunu bakayım.’

“Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam çok sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:

“ ’Eğer yalan söylersen seni döverim!’

“ ’Söylemem.’

 “ ’Peki bu kaşağıyı neden kırdın?’

“Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak:

“ ‘Ben kırmadım’, dedi.

“ ‘Yalan söyleme diyorum.’

“ ‘Ben kırmadım.’

Babam tekrar:

“ ‘Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür’, dedi. Hasan, inkârında inat etti. Babam sinirlendi. Üzerine yürüdü. ‘Utanmaz yalancı’ diye yüzüne bir tokat patlattı.”

 

Ömer’in hiç düşünmeden kardeşine iftira atmasını korkudan kaynaklanan bir doğaçlama sayabiliriz. Ayrıca kardeşinin o sırada orada olmayışı iftirayı dolayımlaştıran bir kolaylık sağlıyor. Hasan’ın mekân dışında olmasının onu üçüncü kişi yapması gibi. İnsanların yüz yüze gelmedikleri üçüncü kişiler hakkında daha rahat hatta pervasız konuştukları bir sır değil.  Ama Ömer’in kardeşine iftira atarken ayrıntı  vermesini (“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı, sonra yalağın taşında ezdi.”)  itiraf gibi de görebiliriz. Yani tam burada Ömer’in babadan korkusu iftirayla itirafı eşitliyor. Ömer kendisini üstü örtülü biçimde Hasan’a ikame ediyor: Doğruyu söylerken iftira atıyor. Eylem gerçek, özne sahte. Babayı soruşturmasında gerçekten uzak tutan da bu özne kurgusu zaten. Babanın hiyerarşi içinde ağabey kardeş diye kurduğu iki ayrı öznellikte inandırıcı olan büyük olandır. Babanın soruşturmada yanlış kararına yol açan bu tutarsızlığını Ömer’le diyalogunda görmek çok kolay. Baba Ömer’e madem kardeşinin kaşağıyı aldığını gördün neden Dadaruh’a haber vermedin diye soruyor. Ömer’in ‘Uyuyordu’ cevabıyla da hemen ikna oluyor. Halbuki doğru soru bir ağabey olarak neden kardeşine müdahale etmedin olmalıydı. Bunu söylerken acaba bugünün kafasıyla mı düşünüyorum diye temkinliyim. Çünkü eskiye gidildikçe otorite gerçeğin inceliklerini atlayan rafine bir kabalıkla karşımıza çıkar. Suçlu ise mümkün olduğunca suç ortaklarından arındırılır ve  rafine bir günah keçisi haline getirilir. Soruşturmanın kuralını gerçekleştirmek gerçeğe ulaşmaktan daha önemlidir. Bilmiyorum diyen Hasan biliyorum diyen Ömer’in kurbanı olur. Aslında her iki çocuk da babanın kurbanıdır. Ömer yalana zorlandığı için, Hasan sözüne inanılmadığı için.

Bir an babanın Hasan’ın ‘Ben kırmadım’ cevabıyla soruşturmayı derinleştirdiğini varsayalım. Ezilip parçalanan kaşağıyı eline alıyor ve Hasan’ın buna gücünün yetmeyeceğini anlıyor. Çünkü kaşağı metalden yapılmış. Ya da şu soru, babadan önce su yalağına en son kim gitti? Ömer kaşağıyı parçaladığı sırada Dadaruh uyumuyor, Hasan’la dere kıyısında. Babayı fail konusunda kuşkuya düşürmeye yeterli doneler. Şimdi de Hasan’a son bir fırsat tanırmış gibi söylediği ‘Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür’, sözünü Ömer’e yönelttiğini varsayalım… hayır Ömer, ağabey olarak bu sözün pedagojisine uymuyor.   Ama asıl soruşturmayı derinleştirmenin otoriteye uymaması esas. Çünkü soruşturma otoriteyi demokratize eder. Bu soruşturma kimse karıştırılmadan bir tek otorite tarafından yapılsa bile. Varsayımımızı Ömer’in suçunu kabul ettiği andan sürdürelim:

Baba: Kaşağıyı neden aldın?

Ömer: Bana yasakladınız.

Baba: Neden yasakladığımızı biliyorsun.

Ömer: Ama kullanmayı öğretmediniz.

Baba: Neden kırdın?

Ömer: Kendi beceriksizliğime dayanamadım.

Baba: Neden doğruyu söylemedin?

Ömer: Çünkü senden korktum.

Baba: Neden kardeşine iftira attın?

Ömer: O küçüktü, aklı ermiyor diye benden daha az ceza alırdı.

Baba birazcık muhakeme yürütse otoritesi eline ayağına dolaşırdı. İşte soru: Neden Ömer’e inandım da Hasan’a inanmadım? Babanın ‘Yalan söyleme!’ sözüne rağmen yalan otoriteyi zaafa uğratmaz. Babanın, ben yapmadım  diyen Hasan’ın yalancı olduğuna karar vermesi ve “yalancının” cezasını kesmesi  gerçek yalancıyı da (Ömer’i) otoriteyi aldatma imkânından azade kılar.  Karmaşık bir ifade oldu farkındayım. Şöyle açıklayayım:  Otorite için korku yalandan daha ahlakidir. Yalan, otorite korkusu yüzünden söyleniyorsa diğerini aldatmaya değil kendini aşağılamaya dönüşür. Baba Hasan’a tokadı yalan söylediği için vurmuyor, yalan söylemekten korkmazmış gibi göründüğü için vuruyor. Çünkü kaşağıyı Hasan’ın kırdığına inanıryor.

Peki sadece bir inanma mı aynı zamanda bir eğilim mi?

 

 

  (1)Sonra İnternet’te araştırınca buldum. Hikâyenin geçtiği mekân, Murat Turna’nın Kaşağı Hikâyesinin Psikanalitik Açıdan İncelenmesi yazısında Tahir Alangu’dan aktardığına göre Ö. Seyfettin’in çocukluğunun da geçtiği Balıkesir’in Gönen ilçesindeymiş. Yörede on civarında Çerkes köyü varmış. Alangu, Ö. Seyfettin’in de Çerkes asıllı olduğuna dair birtakım bulgulara ulaşmış. İnternet’e ‘Ö. Seyfettin ve Çerkes’ diye yazınca bu kez karşıma Ö. Seyfettin’in bunu kabul etmediği bilgisi çıktı. Edebiyatın Çerkes Kahramanları başlıklı yazı (yazarı Hulusi Üstün) Ö. Seyfettin’e Çerkes diyenlerin bunu hakaret kastıyla söylediklerini belirtiyor. Peki neden Dadaruh ismi? Şimdi de kendi yorumum: Dadaruh Çerkes çalışanlara takılan ama o kişinin özel ismini de unutturan amiyane lakaplardan biri. Şeceresi için hassasiyet gösteren Türkçü, milliyetçi Ö. Seyfettin sağlığında kendisine yöneltilen Çerkes yakıştırmasını belki de hikâyesindeki alt sınıftan birine yansıtarak daha dolayımlı bir reddetme yolu bulmuştu. Garip bir arınma tarzı.

 

 



3 Aralık 2023 Pazar

Ezik Olma Halleri

 



                             Karşısındakine işaret diliyle loser diyen bir çocuk.



“Ağrının sözel ifadesi çığlık atmanın yerini alır, onu betimlemez.” Ludwig Wittgenstein.

 

Hakaretimiz sözcükler övücü sözcüklerden fazla. Galiba bütün dünya dillerinde böyle. Dahası hakaretamiz sözcükler övücü sözcüklerden daha yüksek sesle söylenir. Bunu meşhur ‘İnsan insanın kurdudur(Hobbes).’ önermesine bağlamak mümkün. Başka bir şey söyleyeceğim... belli bir dönem popüler olan olumsuzlayıcı sözcükler sosyal hayatın bozulan dengeleriyle ilgili bize ışık tutabilir.

 

İngilizce ‘loser’ın (kaybeden) Türkçeye ezik diye çevrilmesi anlamı türeyen sözcüğün kökünde değil ne demek istediğinde aramamıza yön gösteren güzel bir örnek. Ezik sözcüğü Türkçede bu çeviri sayesinde yaygınlaştı. Ama loser sözcüğünün İngilizce konuşulan ülkelerde de yaygınlaştığı bir dönem var. Amerika’da Trump’ın seçilmesiyle başlıyor. Kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan Trump Amerika Devlet Başkanı olunca ‘loser’ı rakipleri için söylüyor.

 

Kaybeden karşılığı neden ezik?

 

Kaybeden, dışarıdan kaybeden diye yaftalanınca anlama horlama da karışıyor. ‘Loser’ın kaybedenden çok, Amerika gibi bireysel rekabetçiliğin kıran kırana geçtiği toplumlarda kaybedenin içine düştüğü bedbaht ruh halini ifade ettiği durum. Ama bu diğerinin kaybedende gördüğü bir şey değil, bir adlandırma olarak kaybedende yaratmak istediği de bir etki. Kaybeden sadece düz anlamıyla kaybetmiyor, kaybettiğini başına kakan diğerinin gözetiminde ikinci kez küçülüyor. Ezik sözcüğünü ‘loser’ın bu derinleşen anlamına yakıştırdım. Yine de ezik ile ‘loser’ın eş anlamlı olduğunu söylemek için yeterli mi bu?

 

Ezik ‘loser’dan daha sert geliyor bana. Sözcüğün içi hınçla dolu gibi. Sanki ‘loser’ın bilişsel bağlamı ezikte bedensel bağlama dönüşmüş.

 

Ezik sözcüğünün kullanımına daha çok anaokulu öğrencileriyle ergenler arasında tanık oldum. Yaş ilerledikçe kullanımı seyreliyor. Bunun bir nedeni (asıl nedeni sona sakladım) sanıyorum küçük yaştakilerin hakareti kolay tolere etmeleri; akran baskısını ve küçük yaşlarda kavgaların büyük zararlara yol açmadığını da eklemem gerek. Diğer yandan çocuktan al haberi atasözünün pedagojisine güvenirim. Çocuklar hınçlarında yetişkinleri de temsil ederler. Çocuklar bu sözcüğü yüz yüze kullanırken büyükler üçüncü kişiler için kullanır. Sözcük sanki sınıflar üstü olumsuz bir mizacı anlamlandırıyor gibi dolaşır. Oysa sözcüğün yaygınlaşmasına yol açan şey görünür sınıf “eşit”lenmesine tepkidir. Görünürde “eşit” olmanın ideal ortamı da okuldur. Alt sınıf yeni davranışlar edindikçe eski davranış kodlarını anıştıran her sözcük hakaret tınısıyla kendisine geri döner. Tıpkı zenci sözcüğünün asıl hakaret anlamını köleliğin kaldırılmasından sonra kazanması gibi alt sınıflar da üst sınıfları taklit eder ve onlarla kendilerini eşitler biçimde davrandıkça ezik sözcüğünü kendilerine çekerler. Ezik, sanki eski bedensel formun diriltilmesidir (hayaletidir).

 

Trump’ın favori sözcüğünün ‘loser’ olmasının seçmen tabanıyla tuhaf ilişkisini kurabiliriz şimdi. Bilindiği gibi Trump alt sınıflardan epey destek aldı. Kendilerini Trump öncesi loser hisseden bu alt sınıflar sözcüğü kullanma yetkisi kazandılar. Sözcüğün olumsuz imajı değişmeden hedef kitlesinin değişmesi anlam sulanması olmadan gerçekleşemezdi. Trump zaten ‘loser’ı sadece siyasi rakipleri için değil kendisine karşı olan herkes için hoyratça kullanıyordu; hali vakti yerinde, şöhretli, statü sahibi vb fark etmez, herkes sözcükten payını alıyordu. Anlam sulanmasından kastettiğim muğlak bir anlam genişlemesi. Trump’ın ve AKP’nin alt sınıflara verdiği ivme: haklı olan liderin peşinden değil kazanacak liderin peşinden giderek loser ve ezik gibi sözcükleri kullanma ayrıcalığı edinmek. Ya da bu davranış kodlarını üzerlerinden silkeleyerek kazanan liderlerinin peşinde bedenlerini yapıntı bir gururla donatmak.

 

Ama bu yapıntı gurur ezik olmanın bir başka versiyonu değil mi? Olsun, onlar bunu bilmiyor.

 

 

‘Loser’ hem birinin ismi hem de diğerinin adlandırma işi (fiil)... ‘Loser’ sözcüğünü duyunca sadece gösterilene değil gösterene de bakarsak anlayacağız (göstergebilimdeki gösteren değil, bizzat sözcüğü kullanan olarak gösteren). ‘Loser’ hakaretamiz biçimde mimliyor. Loser kaybetmenin faili olsa da dışarıdan duyduğumuz ‘loser’ diye aşağılayan ses bir başka fail. Yani burada anlam, verili olanın sesle belirlenmesi ile sözcüğü seslendirenin cüreti arasında bölüşülüyor. Ama biz anlamı işaret edilende görmeye eğilimliyiz. Temizlik işçisinin eş anlamı diye çöpçü sözcüğünü tercih eden birinin itibarsızlaştırması mesela. Dikkatimiz de bu anlam kaymasına uygun cereyan ediyor. Oysa sadece sözü edilen çöpçüye bakmayacağız, çöpçü diyene de bakacağız. Çünkü dışarıyı işaret eden sözcük seslendirenin hakikatini gizleyebilir. Yapacağımız şey sözcüğün bu yeni imkanına bakmak. Bir bakmışız ezik diyenin kendisi ezik.

 

Sokakta ‘Hey siz oradaki!’ çağrısını duyan insanların ses bir polise ait olmasa da yüz seksen derece geri dönüp hep beraber sesin muhatabıymış gibi davranmaları önceden hazır bir ideoloji normunun içinden geçer (Althusser). Hatırlayalım ki, sese icabet eden insanlardan önce sesin sahibi bu çağrıyla ruhsatlı. Kimlik lütfen gibi bir sorma ruhsatı değil, çağrının failini muğlaklaştıran, bizzat çağrının fail olduğu ruhsat. Rol kolaylıkla değişebilir. Burada Althusser’den farklı olarak şunu söylemek istiyorum: günümüzde ideoloji insanların rol kesinliği üzerinden değil, bu rol kayganlığı sayesinde hayat buluyor. İdeoloji günümüz insanına başkası olma imkanı veriyor. Bir oyun gibi düşünelim.

 

Karşısındakine ‘loser’ diyen bir Amerikalı iki heceli sesi aslında anlamın üç aşamalı sentezi olarak dile getiriyor.

  1. Sen kaybedensin.
  2. Kaybettiğin için enayisin.
  3. Bu sözcüğü duyup bana karşı koyamadığın için zavallısın.

 

Üçüncü aşama ‘loser’ın cari anlamını kuruyor. Dil filozofu John L. Austin’in edimsöz (performatif) dediğine benzer bir işlevle.

 

‘Loser’ın sözcük kendisine söylendiğinde üzerinde bıraktığı etki, yani sus pus olması hem söyleyen tarafından önceden hesaplanıyor (en azından deneyim olarak) hem de sözcük ilgili kişiyi bu zavallı haliyle yapılandırıyor. Diyebiliriz ki sözcüğün söylenmesinden bağımsız bir loser yok, onu sözcük var ediyor. Öngörülü bir sözcük. Ama sözcük varlık ilişkisinin sadece bir yüzü bu, diğer yüzü sözcüğü seslendirenin kendisini güç olarak var etmesi, güce duyduğu hasedin kendi ezikliğini gizlemesi.

 

Aklıma senaristliğini ve yönetmenliğini Ilmar Rang’ın yaptığı Estonya filmi Klass (2007) geliyor. Filmde kurbanı oynayan Joosep kendi başına ezik değildir; o, sınıfın alfa kişisi Anders ve Anders’le işbirliği yapan diğer öğrenciler tarafından yaratılır. Henüz filmin başı; Joosep’in fiziksel beceriksizliği ve yanlış kararı yüzünden basketbol maçında takımının kaybetmesine neden oldu diye itilip kakılması ve en sonunda üzerindeki giysiler çıkarılıp kızların soyunma odasına atılması ezik halin varabileceği en uç noktayı gösterir bize: Çıplak bedenin cinsel organların görünmemesi için aldığı cenin pozisyonu. Kavramın tecessüm etmesi, bedenlenmesi. Ezik, tam da bedenin bu küçülmesini ifade ettiği için metafordur da. Eziyet gören, çaresiz ya da otorite karşısında biat eden arkaik bedenin metaforu. Biz seyirciler haksızlığa uğrayan zavallı birini görürken Anders ve arkadaşları gülünç birini görürler. Zavallılık üzerindeki merhamet iptal edilince popülerlik besin zincirinin en altında ezik kalır, ortaya gülünç olan çıkar. Ezik diğerinin gülünçlüğü üzerine de bir çağrıdır. Hem ezik sözcüğü bu gülünçlüğü iletmez mi?

 


O zaman şu soruyla devam edelim, zavallıyla gülünç arasındaki fark nasıl kuruluyor?

 

Bu kez Yılmaz Güney’in Zavallılar (1975) filmi geliyor aklıma. Yılmaz Güney kendisiyle cezaevinden tahliye olan evsiz iki arkadaşı sağda solda sürttükten sonra üç gündür aç biilaç halde bir lokantada yemek yerler. İki arkadaşı tüyer Yılmaz Güney yakalanır. Planın bir parçası değildir bu, içlerinde saf olan Yılmaz Güney’dir. Karakolda komiser sorar: “Niye kaçtınız?” Yılmaz Güney boynunu büker (komiserin yüzünün ters tarafına). Komiser tekrar sorar: Niye kaçtınız dedim!” Yılmaz Güney “Üç gündür üçümüz de açtık sayın komiserim, paramız yoktu.” der. Komiser susar. Genel tavır gereği komiserin şöyle demesini beklerdik: ‘Koskoca adamsın, çalışsaydın, sabıkasız olsaydın da bu duruma düşmeseydin, utanmaz herif!’ Komiserin susmasında bir zavallılık empatisi vardır. Gel gör ki empati böyle bir şey değildir, sahici empatide Yılmaz Güney’in yerinde olsak bu zavallı görünümüyle ondan daha fazla acı çekeceğimiz hayalini kurarız. Filmin sonunda zavallı imgesi bir fotoğraf olarak donar; Yılmaz Güney eski paltosunun içinde büzülmüş, ellerini koltuklarının altına kıstırmış, mart ayazında yarı koşar halde sahilde yürürken, sonrasında birinden kaçarken... Bu filmi ilk izlediğimde on sekiz yaşındaydım; merhamet, şefkat, hayranlık ve öfkeyi tek duyguda harmanladığım zamanlar. Muhtemelen gözümden yaş da gelmiştir.

 


Ama zavallıdan eziğe geçiş sosyolojisinde bir ara aşamadan söz etmesem olmaz. Yine bir film, bir İbrahim Tatlıses filmi. Adını unuttum, 80’lerdeydi. O zamanlar tv’de bolca reklamı yapılan filmin bir sahnesinde Tatlıses sevgilisine söylüyordu: “Benden nefret et ama asla acıma!” Aşkın ve sevginin en önemli bileşeni kapı dışarı ediliyordu.

 

Yazının özüne vurgu olsun diye (aslında meramımı tam anlatamadım kaygısı ve biraz da telaşla) son olarak şunu söyleyebilirim: alt sınıflar beden dilleriyle üst sınıflar gibi davrandıkça, daha önceki zamanlarda üst sınıflar karşısında gösterdikleri itaatlerine ironik biçimde gönderme yapan sözcüklerin işgaline uğrarlar. Ama gözden kaçırmayalım, anlam sulanması sayesinde mağduru oldukları sözcükler silahlarıdır da. Ezik ve loser sözcükleri geçmişi bugüne ikame eder, aşağılayıcı dil görgünün en zayıf halkası olan çocuklarda patlak verir (‘loser’ diyen Trump’ın da bir ergen havası yok mu?). Anlam sulanır. Anlam sadece diğerinin söyleme gücündedir.

 

 

 

Başka bir ezik imkanı daha var. Geçen kış gittiğim bir Karadeniz kasabasında yaşadım bunu. Avare bir hüzün vardı üzerimde. Ortam da uygundu, sahilde çise altında tek başıma yürüyordum, iç sesim tekrarlayıp duruyordu: ‘Ne yapacağım ben?.. Ne yapacağım ben?..’ Bildiğim tek şey kaldırımın beni götürdüğü yere kadar gidecek olmamdı. Karşıdan gelen bir sokak köpeği gördüm, aramızdaki mesafe kısalınca durdu, kenara çekildi ve gözlerini benden kaçırdı, ürkmesin diye ben de kaçırdım gözlerimi, biraz açığından geçtim. Beş altı metre sonra geri döndüm aynı yerinde duruyordu ve bana bakıyordu. Eğer geri dönüp birine bakarsanız onunla göz göze gelme olasılığınız yüz yüze olduğunuzdan daha fazladır. Yürüdüm ve yine geri döndüm. Üçüncüde peşimden geliyordu. Yarım metre gerime kadar sokuldu. İkimiz de eziktik. Ezik sözcüğümüz yoktu. Ama sükût içinde eziktik. Birbirimiz karşısında ya da üçüncü kişiler karşısında değil, hayat karşısında.

 

 

 


20 Kasım 2023 Pazartesi

Üşümek

 


Üşüyor musun sorusunda bir üstünlük taslama yok mu?

Ağırbaşlı görünmek için ne çok üşümüyorum demişimdir.  Dışarıdayken bile yanımdakine ev sahibi rolünü verip misafirin üşümeyeni makbuldür düsturuna boyun eğiyormuşum gibi. Üşümüş görünmemek için harcadığım çaba da bir üşüme tarzıydı aslında.

Üşüme, ister istemez bedenin teşhiridir.

Bedenin hem savunması hem de dili.

Biraz açmam lazım. Birbiriyle çelişkili görünen iki sözcük, savunma ve teşhir...  Savunma çünkü üşüme bedenimizin soğuğa karşı ısınma çabası. Soğuğa maruz kalıp pasif bir kabullenmenin içine düşmüyoruz. Belki düşüyoruz da beden soğuğu duyumsadığı anda gayri iradi hemen harekete geçiyor. Zaten bu harekete geçmenin adı üşüme. Bedenin dışarıyla kendi sıcaklığını dengelemek için kıvranıp durması. Teşhir dedim çünkü bedenin üzerinde gözlemlenebilen semptomlar bu üşüme halini faş ediyor.

Yine de üşümek kimseyi eşitlemez. Zengin üşümesiyle fakir üşümesi arasındaki farkı nasıl anlarız? Mesela sokakta. Zenginin üşümesinde bir kaçış vardır, bedeninin üşüme hali eğretilikle doludur. Fakir ise uyuz uyuz üşür… üşüme bedenini ele geçirmiştir.

 Kışın dilenciler yakarma edimlerine üşümelerini de katarlar.

Üniversitede bir arkadaşım bedenini gevşek bırak daha az üşürsün demişti. Denedim olmadı. Herhalde daha az enerji harcarsın demek istemişti. Üşürken sanki üşüyen yanlarımı bir araya toplar gibi büzülüyorum. Sanıyorum herkeste aynı. Kaslarım kasılıyor; bedenin küçülme eğilimine ister istemez boyun eğiş…Üşüme dinamik bir şey, insana aman tanımıyor; anlık ısınmalarla üşüyorsunuz, aslında bir fizik yasası: hareket, ısı açığa çıkarır. Soğukla bu yapıntı ısının çarpışması üşümeyi doğuruyor. Bunu böyle açıklamak tuzukuruların işi bana hiç yakışmıyor. Oysa sözcük kendi başına yalın ve etkili: Üşüyorum! 

Bir haftadır evde yalnızım. Soğukların bastırdığı şu iki gündür doğal gazı yakmamak için direniyorum. Aklımda tasarruf var. Ama ısınma imkânı elimin altındayken çoluk çocuğun rızkını gözetmemin, üşümeyi inadına sürdürmemin konformist bir tarafı da var: Nasıl olsa kontrol bende duygusu.

 Üşümek geçmişimle kurduğum çok sıkı bir bağ.

 “Ben bu ülkede hep üşüdüm.” demişti. Aynen öyle.

 Üşüme bir hasret çığlığıdır: Açılan kapı ve içeri gel üşümüşsün diyen bir ses.

 

Şimdi çocuklar bir yerlerde üşüyor ya, silinmeyecek bir hafıza yaratıyorsunuz.







15 Kasım 2023 Çarşamba

Yalancı Çoban


 

Yalancı Çoban bir Ezop masalı, kökeni Antik Çağ’a dayanıyor (M.Ö. 620-560). 15. yüzyılda Latinceye çevrildikten sonra bütün dünyaya yayıldı. Dünya milletleri kendi doğrucu çocuklarını yetiştirmek için bu masalı dilden dile aktardılar, ders kitaplarına koydular. 1700’lü yıllarda Avrupalı bir gezgin çocukken okuduğu bu masalın aynısını uğradığı bir Doğu kasabasında duysaydı kafası karışırdı. Öyle ya, buraya nasıl ulaştı acaba? Basit: söz gezginden daha hızlıdır.   Dünyanın günümüzde en bilinen masalı desek yeridir. Dünyanın herhangi bir yerinde şöyle bir soru sorulabilir: Bu masalı ilk ne zaman duyduğunuzu hatırlıyor musunuz? Bu masalın üzerinizdeki etkisi ne?

 

Masalın anlatım kaynağı açısından yetişkinden çocuğa doğru seslenen pedagojik bir yönlendiriciliği olduğu kesin. Masal sadece ahlaki mesaj vermiyor, olgun kişiyle (yetişkin) ham kişi (çocuk) arasında bir hiyerarşi de kuruyor: Anlatıcı-dinleyici, mesajı alan mesaja itaat etmesi beklenen gibi. Ama Po Bronson ve Ashley Merrymann adında Amerikalı iki yazar yaptıkları bir araştırmada bu masalı dinleyen çocukların hiç de beklendiği gibi “dürüst”e evrilmediklerini gördüler. Hatta masalı dinleyen, okuyan çocukların yalanları daha bile artmış. Po Bronson ve Ashley Merrymann konu hakkında bir kitap da yazdılar  (Nurtureshock: New Thinking About Children) ben şahsen bu kitabı okumadım, kitaptan İnternet’te yayınlanan bir makale sayesinde haberdar oldum (https://interestingliterature.com/2021/04/boy-who-cried-wolf-fable-summary-analysis-meaning/). Google Çeviri sağ olsun.   Masalın umulanın tersine bir etki yapması koskoca bir neden sorusunu hak ediyor ve yazarların neden sorusuna cevabı çok zekice: "Küçük çocuklar için yalan söylemenin asıl endişesi insanların güvenini kaybetmek değil, asıl etki yalanlarından ötürü cezalandırılmalarıdır." Ama burada bir neden sorusuna daha ihtiyaç var. 

 

İsterseniz bu son neden sorusunu Yalancı Çoban’a alternatif başka bir hikayeyle karşılaştırdıktan sonraya saklayayım.

 

ABD ilk başkanı George Washington’un biyografisinde geçen bir hikâye bu. Washington altı yaşındayken babası kendisine bir balta hediye etmiş. O yaşta bir çocuk koca baltayı kullanamayacağına göre nacak gibi bir şey herhalde. Etrafta kimsenin olmadığı bir sırada küçük Washington evin önünde babasının diktiği kiraz fidesini bu baltayla kesmiş. Babası kiraz fidesini kesilmiş halde görünce Washington’u yanına çağırmış, bunu sen mi yaptın diye sormuş. Washington, yalan söyleyemem ağacı baltamla kestim, demiş. Washington’un babası oğlunun bu dobralığı üzerine onu kucaklamış ve dürüstlüğün bin ağaçtan daha değerli olduğunu söylemiş. Sadede geleyim, Amerika’da çocuklara yalan söylememeleri için anlatılan bu hikâye erkeklerde %75, kızlarda %50 etkili oluyor. Hatta Washington adı çocukları yönlendirmesin diye hikâye başka birinin adıyla anlatılmış. Gel gör ki yalan üzerine ders veren bu hikâyenin kendisi bir yalan. 1799’da ölen Washington’un biyografisini yazan Mason Locke Weems adında gezgin  papaz yukarıdaki hikâyeyi kendisi uydurarak biyografinin 5. baskısına sonradan eklemiş. Aynı adam bu hikâyeyi 1836'da Bir Çocuk Hikâyesi ve ders kitabı olarak yeniden basınca 120 milyonun üzerinde satıyor. Toplumun pedagojik biçimlenmesiyle ilgili agresif bir sayı.

 

Peki Yalancı Çoban’la Kiraz Ağacı hikâyesi arasındaki farklar neler? Neden çocuklar birinci hikâyede yalandan ötürü cezalandırılmalarını insanların güvenini kaybetmelerinden daha caydırıcı görürken ikincide tersi oluyor?

 

Önce Yalancı Çoban’a bakalım:

 

Yalancı Çoban  bir çocuk, köyün dışında koyunlarını otlatıyor,  tek başına canı sıkılıyor. Birden aklına bir hinlik geliyor. Sebep can sıkıntısı olduğu için hinliği şaka diye de okuyabilirsiniz. Bir tepeye çıkıp koşun ahali kurtlar koyunlarıma saldırıyor diye köylülere sesleniyor. Köylüler işini gücünü bırakıp yardıma gidiyor. Uzatmayacağım, herkesin masalı hatırladığını varsayarak kısa kesiyorum. Çoban aynı yalanı ikinci kez söylüyor. Ama üçüncü kez tepeye çıktığında kurtlar gerçekten koyunlara  saldırmış oluyor. Tabi kimse kılını bile kıpırdatmıyor. Kurtlar bütün koyunları öldürüyor. Masalın bazı versiyonları acımasız (otoriter pedagoji), kurtlar çobanı da yiyor. 


Çobanın yalanı ahlaki mi? 


Çocuk yalanı nihayetinde eğlence için söylüyor. Sadece şaka olsun diye uydurduğu bir yalan. Çoğu şaka zaten bir yalana dayanmaz mı? Eğer koyunlar başka birine ait olsaydı ve çoban birkaç koyunu kendine saklayıp  aynı şekilde bağırsaydı  ahlaki bir yalandan söz edebilirdik. Çobanın yalanında ise böyle bir çıkar ilişkisi yok. Yalan çocuğun köylü yetişkinleri seferber ettiği eğlencesi; kabul edelim tek taraflı bir eğlence. Sonuçta foyası ortaya çıkıyor. Ama şaka olması da bu foyasının ortaya çıkmasına bağlı. Aksine yalanına sadık kalsa mesela siz gelinceye kadar kurtlar korkup kaçtı dese şaka gerçekleşmeyecek. Tek başına olduğu için gerçekleşmeyecek, yalanına ortak en az bir kişi daha olsaydı yalanı sürdüren ciddiyeti şaka hanesine yazabilirdik. Yalan çocuğun eğlencesinde kurucu öğe. Buna rağmen amacı yalan söylemek değil, yetişkinleri harekete geçirici gücü elde etmek, yalan bunu sağlıyor.  İnandırıcı olsun diye yalanı gerçekmiş gibi söylemesi gerektiği için kendi gücünü de sınıyor.

 

Üçüncü kez, evrensel bir ölçü birimi... yalanın doygunluk limiti, yalanın sınırı. 

 

O zaman bütün sorun yalanın ikinci kez söylenişinde. Eğer üçüncü kezde gerçekleşen kurtların saldırısı çobanın ikinci kez seslenişinde olsaydı köylü yine yardıma koşacaktı. Bu durumda köylülerin ilkinde yardıma koşmaları aldatılmalarına rağmen sanki ikinci kezde yaşanan gerçek olayın tatbikatı gibi görünecekti. Bir başka açıdan yalan ve doğru eşitti. Çobanın bir doğru sözüne karşı bir yalan kredisi varmışçasına. Çobanın tepeye çıkıp her bağırışında köylüler belki tereddüt edeceklerdi ama o kadar. Oysa çoban yalanı ikinci kez söyleyince denge değişiyor. İki yalana bir doğru.

 

Böylece üçüncü kez doğruyu söylediği halde doğru ceza anlamına geliyor.

 

Çocuklar haklı olarak bu tür ihtimalleri göz önüne almazlar. Ahlaki olmayan şaka yalanları onların yapmaktan hoşlandıkları becerileridir. Çağdaş pedagojiye uygun biçimde masal yeniden yazılabilir. Yalancı Çoban üçüncü kez tepeye çıkar ve köylülere seslenir: Koşun ahali koşun! Kurtlar koyunlara saldırıyor! Köylüler sesin geldiği yere bakmazlar bile. Ama binlerce yıldır anlatılan masaldaki gibi ortada kurtlar da yoktur. Çocuk tek başına kalakalır ve kendi kendine mırıldanır şakanın tadını kaçırma der.

 

Gelelim çocuk Washington’un kiraz ağacı hikâyesine. Çocuk babasıyla yüzleşince yalan söylemeyeceğim diyor. Yalan hiç gerçekleşmeden sözcük olarak olumsuzlanıyor. Babası bir itiraf istiyor ve çocuk da bu itirafı hemen oracıkta veriyor. Sadece doğru değil bir itaat de var burada. Hangisi daha ağırlıkta itaat mi doğru mu? Veya şöyle soralım, çocuk idealize ettiği bir doğruya mı itaat ediyor yoksa babasının doğru beklentisine mi? Çocuk böyle bir ikilem yaşamadığı gibi itaatle (ya da doğruyla) yalan arasında da bir ikilem yaşamıyor. Babasının sonradan gelen olumlu tepkisi konusunda da hiçbir fikri yokken neyse onu doğrudan söylüyor. Doğruyu söylediği için değil karşısındakinin arzusuna uygun olarak doğruyu söyleme yükümlülüğünü yerine getirdiği için babadan övgü sözleri işitiyor. Tam da bu yüzden doğruyu söylemiş olmuyor. Hadi bunu açıklayalım: Çocuğun kiraz fidesini kestiğini söylemesi eksik bir doğrudur. Asıl doğru kiraz fidesini neden kestiğine vereceği olası cevapta gizlidir.


Kesme eyleminin temel anlamı mecazına dönüşür: Çocuk kiraz ağacını keser ama babanın övgüsü de çocuğun tamamlayıcı doğrusunun önünü keser.





 

19 Haziran 2023 Pazartesi

SINAV, PORTATİF SANDALYE, GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ


 

M.'yi üniversite sınavına götürüyoruz. Yürüyoruz, sınav yeri Marmara Üniversitesi Göztepe kampüsü, evden bir km uzakta.

 

Ben biraz geride kalıyorum, bir genç sınava gireceği adresi soruyor bana, gözü telefonunun haritasında; tek başına ve telaşlı, bizim gibi refakatçisi yok. Okulun adını bilmiyorum, haritaya bir de ben bakayım diyorum, okul yarım km aşağıda. Biri adres sorunca çoğu insan kendini dürüst hisseder, ben mahalleden biri gibi hissediyorum.

 

Caddenin iniş tarafında trafik tıkalı, üniversiteye varınca belli oluyor, sağda arabalar park etmiş yol tek şeride düşmüş, teneke kervanı… durup yolcu indiren arabalar, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar, keşmekeş. İstanbul’da otomobil kullananların evleriyle işyerleri arası ortalama 5 km imiş, küsürü de var ama unuttum, herhalde çocuğunu sınava getiren arabacıların mesafesi daha kısadır. Sınavın başlamasına  elli dakika var daha. Öğrenci başına en az iki veli. Ben şikâyet ettiğim ortalamanın fazlalığı olarak eşimi ve kızımı okulun önünde bırakıp otobüsle Kadıköy’e gidiyorum. Sahaftan bir kitap alacağım. Tarihçi Marc Bloch’un Büyücü Krallar’ı. Buldun mu kaçırmayacaksın.

 

Kadıköy ne kadar ıssız böyle!


 Bu kez dönüş yolu tıkalı. Bir oğlan elinde sınav giriş kâğıdı yokuş yukarı koşuyor.


Ç. bana ne kavgalar oldu görmeliydin diyor. Trafik polisleri artmış. Birisi otomobilini yolun kenarında terk etmiş, otobüs geçmekte zorlanıyor, arkada klakson sesleri, bir çekici geliyor, vinç mekanizması harekete geçince orası karışıyor… seyri bedava refüje koşuyoruz. Benim amacım sürücüyü görmek, nasıl bir tip acaba? Kilolu, çene sakallı bir adam, saçı da at kuyruğu galiba, arabasına atladığı gibi uzaklaştı. Kendime dangalak koleksiyonu yapıyorum, beni yormasın görür görmez tanıyacağım dangalak tipolojisine katkısı olsun istiyorum. Ç. bana on yaşlarında bir kız çocuğunun ellerini açarak bağıra bağıra şöyle dua ettiğini söylüyor: ‘Allah’ım nolur kimse kazanamasın sadece ablam kazansın nolur Allah’ım.’ Bir kadın ağacın gölgesinde Yasin okuyor. On yaşındaki kızın bedduası kadının duasından daha sahici. Dini sahtekarlık da burada değil mi? Kontenjan sorunu ve eleme: Allah’ım Cennet kontenjanına beni de al. Sınav sistemiyle birbiri yerine geçen metafor.

 

Portatif sandalyeler ve güneş gözlükleri, yüzlerdeki tevekkül ve hırs. Bu toplumun bir aidiyeti var mı? Çocuklarını bekleyen veliler, işte sana aidiyet… sadece benim çocuğum kazansın işte sana melanet.

 

Ben gidiyorum dedim Ç.'ye.

 

Bir yemek yapsam, ne yapsam? Marc Bloch oku beni diye gözümün içine bakıyor.

 

Bitse...


 İKİNCİ GÜN




Sınav için bekleşen velilerin bir kısmı portatif sandalyelerini yanlarında getirmişler; duvar dibinde, ağaç altında, refüjde, yaya kaldırımının kıyısında, her yerdeler. Oturdukları yer özerk bir mekan haline geliyor. Bunu sağlayan şey sandalye.

 

 

Sandalyeyi kılıfında omuz askısıyla taşıyabiliyorsun. Hatta kiralayanlar bile var, geçen yıl Caddebostan sahilinde on liraydı.

 

Biraz tarih bilgimi döktüreyim şimdi... yeni tanıştığım bir kadın olsa bak şimdi biraz hava atacağım sana derdim. Neyse,  oturmayı bir vücut formuna dönüştüren ilk araçlar bildiğimiz kadarıyla eski Mısır’da yapıldı, günümüze kalan resimlerden, heykellerden biliyoruz. Firavunun tahtında oturması, sıradan yaşamda çömelmekten, devrilmiş bir ağaç gövdesine, bir taşın üzerine oturmaktan çok farklıydı. Firavunun oturması bedenini oturduğu aracın formuna sokması, onunla özgün bir duruş kazanması anlamına geliyor. Ve bu tür oturma diğer insanların ayakta durmasıyla kontrast oluşturduğu için hakimiyeti deklere eden bir mesajdı. Günümüzde oturanlar, ayakta duranlar karşısında kadim çağlardan gelen bu ayrıcalıklı statü mirasını da sürdürürler.

 

Ama oturmayı kral, firavun, imparator vb hükümdarlar karşısında demokratikleştiren aparat da sandalyeydi.

 

Sandalyenin tarihi bir anlamda demokrasinin de tarihidir. (İlk üretimde alt sınıflar kısa bacaklı taburede oturuyorlardı.)

 

Sandalye ilk başta muhtemelen tahtın alternatifi olarak değil taklidi olarak üretildi. Taklidin ironize edici tarafı önemli burada, yerini alıp yaygınlaşması daha sonra. Batı’dan Uzak Doğu’ya sandalye ihracı 13. yüzyılda başlıyor. Çin’de hemen benimseniyor. Ama Japonya sandalyeyi asla kabul etmiyor. Neden? Bu soru büyük tarihçi Braudel’i okurken aklıma gelmişti. Acaba Japonlar Batılı misyonerlerin kendilerine empoze etmeye çalıştıkları Hıristiyanlığa karşı dirençlerini yine Batılı sandalye üzerinden antipatileriyle mi sembolize ettiler? Gerçi Japonlarda oturma hakimiyeti yerden yükseltiyle değil topoğrafik yön konumuyla belirleniyordu.

 

Portatif sandalyelerin mekanla kurduğu eğreti ilişki… Eğreti kavramını da değiştiren bir ilişki bu.  Portatif sandalye konduğu yeri (orada durduğu sürece) muhkem kıldığı için eğreti kavramını  ayakta duranın üzerine yıkıyor. Oturan kalksa bile sandalyenin saltanatı sürüyor. Yalnız küçük bir kusuru var portatif sandalyenin, içinde oturanın poposu aşağı çöküyor, bu da bedenin olması gereken ihtişamını zaafa uğratıyor. Belki de bu yüzden portatif sandalyede oturanlarda bacak bacak üstüne atma yaygın, bir de gölgede güneş gözlüğü.